Kalavason ve Tatlısu “kayıpları”nın öyküsü... (2)
12 Mayıs 1964’te, Larnaka Amerikan Akademisi önünden kaçırılarak “kayıp” edilen bazı Kıbrıslıtürkler’in yakınlarıyla konuştuk, Kalavason ve Tatlısu “kayıpları”nın öykülerini kaleme almaya çalıştık...
12 Mayıs 1964’te Larnaka Amerikan Akademisi önünde durdurularak kaçırılan ve “kayıp” edilen TAM189 plakalı Consul marka taksinin sahibi ve şöförü olan Reşat Ahmet ve takside yolcu olarak bulunan Fuat Niyazi’nin yakınlarıyla röportajımızı paylaşmak istiyoruz. “Kayıp” Reşat Ahmet’in yakınları Şener Elcil, Erbay Elcil, Ahmet Bengihan ve “kayıp” Fuat Niyazi’nin kardeşi Kemal Niyazi Eserol’la röportajımızın devamı şöyle:
ŞENER ELCİL: Maden şirketi, Yunan şirketiydi... TMT tehdit etti babamı işi bıraksın diye, Rumlar’a, Yunanlılar’a çalışmasın diye. Babam mecburen işten durmak zorunda kaldı. Zaten çok da güvenli değildi ortam çalışmak için... İşsiz kaldı uzun süre, kapalıydı da zaten, köy içerisine kapandılar. İyi bir mevkisi vardı, iyi bir maaşı vardı çalıştığı yerde, herkesin sevdiği, saydığı bir insandı babam... Çok sevilen bir insandı babam. Rumca’yı, İngilizce’yi gayet iyi bilirdi yani... Eğitimli birisiydi, liseye gittiydi, İdadi’ye gittiydi zamanında. Daha sonra Moni’de – Limasol’a giderken Moni’de elektrik santralı yapılırdı, orada işçi olarak başladı tekrardan çalışmaya... Adamın iyi bir maaşı, iyi bir statüsü varken sıfırdan başladı çalışmaya. Yıllar sonra Ağrotur’da iş buldu ve İngiliz üslerinde çalıştı... Tabii çalışmasının yanında yedi tane çocuk, göçmenlik, hiçbir şey yoktu elde... Arazilerini da ekip biçerdi... Hiç boş kalmazdı, çok çalışkan birisiydi.
SORU: Yani arazileri gene Kalavason’daki arazilerdi...
ŞENER ELCİL: Evet... Kalavason ile Tatlısu arasındaydı... Ben rahmetlik Yılper İşçioğlu’ndan dinledim...
SORU: Leyla Kıralp’ın abisi...
ŞENER ELCİL: Evet... Bana anlattı, nasıl göçmen oldular Kalavason’dan Tatlısu’ya. Annem da anlatırdı. Şimdi polis istasyonu vardı köyde. Ve 63’te çarpışmalar ve olaylar başlayınca, oradaki Kıbrıslıtürk polisler, topladılar silahları ve kaçtılar. Köylü tedirgin oldu bundan. Zaten bir baskı vardı Rum toplumu üzerinde da, oradaki EOKA’cılar, içerideki, baskı yaparlardı Rum toplumuna, “Türklere bir şey vermeyin” gibisinden. Abimin söylediği işte, un vermezlerdi falan ve gizlin gizlin Rum komşularımız alırdı onlar ve getirirler verirlerdi anneme veya bizim eve getirirlerdi yani... Öyle da bir ilişki vardı insanların arasında yani... Baskıcı bir yapı vardı toplumun üstünde da... Rahmetlik Yılper İşçioğlu’nun bana söylediği, “Emir geldi bize” diyor, “Kalavason’u boşaltacaksınız...”
“Toplandık” diyor, “gittik silahlarınan köyün dışına, aldık oradaki Türkleri ve getirdik kendilerini Tatlısu’ya...”
Bana söylediği odur.
SORU: Çoğu köy, “emir üstüne” boşaltıldı – evet, dediğin gibi bir sürtüşme falan vardı ama kanlı olaylar falan olmaksızın, teşvik edildiler hep kaçsınlar...
ŞENER ELCİL: Ve ilginç olan, tabii bu tedirginlik döneminde köylü da boş durmadı... Onlar da kendi içlerinde TMT’ye üye olanlar vardı, nöbet tutarlardı gizli gizli köyün içerisinde. Çok fazla bir silahları yoktu ama nöbet tutarlardı köyün içinde. Babam da onları hep anlatırdı bana, korusunlar diye aman bir şey olmasın diye... Köylüyla ilgili çok fazla bir sıkıntıları yoktu, dışarıdan EOKA’cıların çok büyük baskısı vardı. Köyde ilişkiler çok iyiydi, Rumlar’la Türkler arasındaki ilişkiler. Zaten yüzyıllar boyu beraber yaşadılar, beraber çalıştılar. Yani böyle bir ortam ki Kalavason karma bir yerdi, iki Türk mahallesi vardı, geri kalan mahalleler da Rum mahallesiydi ama insanlar karışırdı... İşin ilginç tarafı, annemle babamın görücülüğünü yapan kadın, Kadina diye birisi, hep Türkçe konuşurmuş. Annemin aracılığını o yapmış, hep anlatırdı annem...
SORU: Peki bu “kayıp” olan Reşat Ahmet eniştenizdi, halanızın kocasıydı... Halanızın adı neydi?
ERBAY ELCİL: Salime’ydi... O da Kalavason’da kalırdı. Ama rahmetlik Reşat eniştem diyelim, taksicilik yapıyordu. O da Kalavasonlu’ydu. Reşat Ahmet... Babası, “Yavaş Ahmet” ya da “Şeytan Ahmet” diye de bilinirdi. Yanılmıyorsam 1960’lı yıllarda Tuzla’ya yerleştiler... Orada taksicilik yapmaya başladı. Larnaka Tuzlası’nda taksicilik yapmaya başladı.
SORU: Çocucukları yoktu...
ERBAY ELCİL: Yok, çocukları olmadı. Sadece, amcamın kızını yanlarına aldılar ve evlatlık olarak aldıkları bu çocuğa baktılar, onu beslediler, büyüttüler...
SORU: Onun adı neydi?
ERBAY ELCİL: İlkay...
ŞENER ELCİL: Önce Sultan’ı aldılar...
AHMET BENGİHAN: Önce benim benim kızkardeşim Sultan’ı aldılar... Eski ismim Ahmet Rifat. “Kayıp” olan benim dayım, aynı zamanda da eniştem... Kız alıp kız verdik...
SORU: Kızkardeşiniz Sultan’ı aldı önce dediniz...
AHMET BENGİHAN: Evlatlık olarak benim kızkardeşim Sultan’ı aldılar önce... 3-4 yaşındaydı Sultan, belki 5 yaşında. Fakat fazla kalmak istemedi Sultan, annem da vermek istemezdi... Babam da istemezdi. Ama çocukları olmadığı için illa alsınlar... Bir gün minareye çıkarmış kendini rahmetlik dedem... “Anne! Anne!” – evlerimiz da yakın... Dayanamadı, gitti aldı... Çok zaman kalmadı yani...
ERBAY ELCİL: Birkaç sene sonra amcamın kızını aldılardı. Esat amcamın kızını... Onu aldı, besledi, büyüttü, evlendirdi... Eniştem taksicilik yapardı, ben onu hep taksici olarak bildim...
SORU: Taksisini hatırlar mısınız?
ERBAY ELCİL: Hatırlarım, TAM189 plakalı bir Consul’ü vardı. TAM189, hiç aklımdan çıkmaz... Yolcu taşıyordu taksisiyle... Tuzla’da kalıyorlardı. 12 Mayıs 1964 günü, yolcu almış Tuzla’dan duyduğumuz kadarıyla tabii... Daha sonra Kemal’ın abisi Fuat Niyazi da kapının önünde duruyormuş... Onu da aldı... Bildiğimiz kadarıyla üç kişiydiler takside... Eşref Salih, Fuat Niyazi ve taksici eniştem Reşat Ahmet... Gittiler, gidiş o gidiş. Tuzla’dan Larnaka’ya gideceklerdi... Tuzla-Larnaka arasında “kayıp” olduklarını işittik...
SORU: Benim duyduğum, Larnaka Amerikan Akademisi önünde durduruldu ve oradan alındılar... Larnakalı “G....” diye faşist biri vardı, bunun bir timi vardı, bunlar alıp kaçırdılar diye bilirik, Mağusa Suriçi’ne giren Lefkoşa Polis Komutanı Pantelidis’in oğlu ve iki Yunan subayının öldürülmesinin “intikamı” olarak kaçırıldılar diye bilirik... Bunun “intikamı” olarak bir hayle insan topladılar o günlerde, yollardan, sokaklardan, işyerlerinden... Çoğunu bulduk bu tarihlerde “kayıp” edilenlerin, okurlarımızın çok değerli yardımlarıyla... İki toplum bu tür suçları işleyenler hakkında ne yapacağına birlikte karar verir da birlikte bir mahkeme kurarsa duymuş olduğumuz isimleri ancak o zaman açık edebiliriz... Siz nasıl duyduydunuz ki gelmedi geri enişteniz?
ERBAY ELCİL: Köyden işittik, yayıldı tabii haber. Haber yayıldı, duyuldu bu şekilde.
SORU: Naptıydı halanız?
ERBAY ELCİL: Halam Tuzla’da kalıyordu zaten... Görüşemedik yani, görüşme olanağımız da yoktu o zaman... Biliyorsunuz o yıllarda yollardan, tarlalardan, oradan buradan alınan vatandaşlar vardı... Ben bir sene kaldıydım yanlarında 1960 yılında, Reşat eniştem “kayıp” edilmeden önce yani... Ama Reşat eniştem sabah erken çıkardı, ben onu görmezdim bile – akşam, gece gelirdi. Biz uyandığımız zaman kendisi gitmiş olurdu... Görmezdik yani.
SORU: “Kayıp” edildiğinde kaç yaşlarındaydı enişteniz?
ERBAY ELCİL: 50’li yaşlarında olması lazım... Halamla görüşüyorduk sürekli, Tuzla’da kalıyordu. Yani 1974’ten sonra kuzeyde Tuzla’da (Engomi) kalıyordu, kızıyla birlikte yerleştiydi...
ŞENER ELCİL: Halam vefat ettiğinde 96 yaşındaydı... Kızı da vefat etti...
ERBAY ELCİL: Önce kızı vefat etti, daha sonra da kendisi vefat etti...
ŞENER ELCİL: Halamın kocası “kayıp” edildikten sonra çok sıkıntılar yaşadı, gider bahçelerde çalışırdı... Irgatlık yapardı, sebze toplardı. Badadez toplamaya giderdi, böyle böyle hayatını devam ettirebildi... Yoğurt yapardı... Ve gelirdi bize Tatlısu’ya... Bizde da kalırdı gece. Yani çok severdi bizi, kendi çocuklarıymış gibi. Babamınan da çok samimiydiler. 74 sonrası Akatu’da yerleştik biz, gelir bizde kalırdı aylarınan, harup toplamaya gelirdi. Ve harup toplarken hep bunları anlatırdı bana... Çok fazla konuşmak istemezdi, sessiz biriydi böyle... Ama çok insan sevgisi dolu bir insandı, hiç... “Aman da Rumlar kötü” demezdi, konuşmak istemezdi bu konuyu.
Bunlar hayatlarını yaşamayadılar ki, hiçbiri yaşayamadı... Abimler öyle, Ahmet abi öyle... Ne öğrencilik yaşayabildiler, ne gençlik – eziyetinan geçti... Mücahitliğinan, şuyunan, buyunan – daha iyi günler görsün bu toplum diye ama benim gördüğüm ve bu anlattıklarımız en baştan beri, herşeyi planladılar baştan beri. Bir gün Ledra Palas’tan geçerken, rahmetlik taksici vardı Yunus... Kavga ederdi Türkiyeli taksicilerinan orada da, işte “Sizi biz kurtardık” dedi Türkiyeli taksici kendine. Döndü o da, “E ben Leymosun’daydım be, ne gelmediniz kurtarasınız beni?” dedi.
Kafama dank etti benim, yani... Herşey planlıydı. Türkiyeli subaylar birinci kaçtı mevziden. Gittiler, İngiliz üslerine sığındılar ve hiçbiri – Baf’taki hariç ki onu da kurtardılar, onu da kaçırdılar sonra – belliydi, bunları planladılar önceden. Silahların azaltılması da hep bu yüzdendi. 74’e kadar mücahitlik yapanları, ben çocuktum, görürdüm dağın üstünde, mücahitlik yapan, bu işten para kazananlar dağlara kaçtıydı, köyde ve mevzilerde da bunlar kaldıydı... Toplumu kaderiynan başbaşa bıraktılardı. Güneyi teslim ettiler... Zaten Türkiye adaya çıkarma yaparken, “Açık liman” ilan ettiydi Larnaka’yı ve Leymosun’u ki bu ne demektir? “Güneye müdahale etmeyeceğim” demektir. En baştan beri belliydi, yani yaşanan sürece baktığımızda, bu iş daha bitmedi, öyle görünüyor. Bizim üstümüzden hala daha siyasetinan kazanç sağlamaya çalışır belli çevreler, Türkiye başta olmak üzere... Bir arenadır bunun içerisi, biz da bunun içerisinde kurbanlık koyunlar gibi kapatıldık bunun içerisine, aynen öyle ve sorduğumuzda herkes gelecek endişesi taşır bunun içerisinde. En büyük soru da budur. Yani 70’e dayandı, 80’e dayandı insanlar, “Ne olacak çocuklarımız?” sorusu herkesin sorduğu sorudur, hala daha bir dönüp da insancıl olarak bu konuya yaklaşıp her iki toplumda iyi insanlar olduğunu, savaş olmaması gerektiğini, burada barış içinde yaşamamız gerektiğini söyleyen insanların sayısı... Sindirilmiştir bu insanlar toplumda... Namussuz insanlar başımıza oturtulup her gün savaş çığırtkanlığı yaparlar, askerlik bile yapmayanlar... Hem güneyde, hem kuzeyde aynı sıkıntıyı yaşarık. Yani her iki toplumda bugün kardeşini, dayısını, babasını hala daha kuyulardan arayan iki toplum var yahu... Olacak iş değil yani bunlar.
SORU: O zaman DNA için herhalde sizlerden örnek aldılar...
AHMET BENGİHAN: Benden aldılar... Dayımdı... Aradılar, gittim, verdim... Annemin kardeşiydi.
Ben aslen Kalavasonluyum... 1948 doğumluyum. Kalavasonluyum. “Kayıp” olan benim dayımdır, annemin erkek kardeşi. Annemin ismi Salime Ahmet. “Kayıp” olan da, Reşat Ahmet. Kalavason’da yaşıyorduk. 1960’lı yıllarda dayım daha önceden taksicilik yapardı çünkü dedem onu çok severdi. Her istediğini alırdı. En güzel taksiyi alırdı – bir oğlu vardı, iki da kızı... Her istediğini alırdı. Dedemin ismi Ahmet, benim ismim... “Şeytan Ahmet” veya “Yavaş Ahmet”... Köyün imamıydı, ben da hatırlarım böyle 3-4 yaşlarında beni alır, minareye çıkarırdı. Ve seyrederdim etrafı o zamanlar... O rahmetlik olduktan sonra, Salim diye birisi hoca olduydu...
Taksicilik yaparken köyde, yılları tam hatırlamam, 60-61 yıllarıydı? Yeterli gelir elde edilmezdi köyde. “Tuzla’ya taşınayım ki Tuzla’da daha fazla müşteri, iş bulabileyim” diye düşündü dayım. Kaçtı, Tuzla’ya gidip yerleşti.
SORU: Evliliğini da anlatırsanız lütfen...
AHMET BENGİHAN: Önce halam, aldı dayımı... Halam, dayımınan evlendi. Dayımın kızkardeşi da yani annem, aldı babamı... Halamın erkek kardeşi...
Biz Kalavasonluyuz. Dört kardeşiz. Büyük abim Hasan Bengihan, kızkardeşim Refika Özçetin, diğer kızkardeşim Sultan Bengüsu ve ben Ahmet Rifat, Ahmet Bengihan olarak geçer.
Reşat dayım Tuzla’ya gitti, yerleşti oraya, taksicilik yapar... Müşteri alır, müşteryi istediği yere götürür, parasını alırdı. İyi da bir kazancı vardı o tarafta.