Kalbimin Çiçeğisin Annem…
Dikiş dikiyor annem. Sabahın ilk ışıklarında kalkmış. Yetişmesi gereken onca bayramlık entarinin arasına saklanmış elleri. Biraz sonra kalkacak iki çocuğunda aklı, bir de önünde akıp duran envai çiçekli kumaşların kolunu takmak, düğmesini dikmekle meşgul elleri. Dikiş makinesinin altından kayarken kumaşın teni, ansızın çıkıyor çiçekler dikiş iğnesinin ucundan, bahar coşkusu gibi doluşuyor hafif karanlık odanın içine. Dışarıda yağmur dinmemiş hala geceden. Kokusu geliyor çocuğun burnuna, oradan serinliği esiyor damlaların, anne ellerindeki çiçeklerin arasına. Bu rüya neredeyse yıllardır ara sıra hatırlatır kendini, büyük çocuğun uyku aralarında. Çiçeklerin çeşidini çözememekle birlikte, yağmurun sorgusuzca getirdiği, misk kokularıyla anımsanır, annenin emek verdiği kumaşların silueti.
Günün birinde, aniden kapanıyor çiçekler, susuyor dikiş makinesi ve dönüp bakıyor anne yeni başlayan yolun uçsuz bucaksız uzunluğuna. Yeni yolun başında öylece duruyor annem ve arkasında kalan önceki yolun sonunda babam. Yıllar geçtikçe silinmeyen bir görüntüde annemin sözleri hep kulağımda: “Bundan sonra hem anneniz hem de babanızım sizin. Üzülmek yok. Yılmak yok. Birlikte yürüyeceğiz bu yolda!”. Yolları yürümeden insan kestiremez ki, yaşamda karşılayacağı sürprizleri. Her tomurcuk da öyle değil midir? Açarken yapraklarını, yeni günün ışıklarına teslim eder kendini, bilinmezliğin ve fakat “kader” denilerek başlıklandırdığımız yaşamın, zaman denen akıp duran, dinmeyen yorulmayan sağaltımına. “Zaman her şeyin ilacı” demekle adımlandı yol. Günlerin, ayların, yılların kalbine ilerleyip durduk. Nice valizler topladık akan yıllarda, nice zeytinliler pişirdik “hasret”in adını anmadan ve fakat hep bilerek bizimle olduğunu. Ankara’dan Girne’ye gelişlerde hep çiçek dolmasını pişirir, annem. Tabaklarımıza koyarken ve sorarken “yanına yoğurt da istesiniz?” bilirim içindeki özlemini. Hiç belli etmez hüzünlerini.
Düşünüyorum. Zeytin topladığımız günleri… Zeytinleri sepetlerden çuvallara doldurduğumuz, her bir tanede bıraktığımız geçmiş günleri. Tıka basa, yığınla, üst üste geçmiş onca yaşanmışlık. Parça parça çıkarıyorum bazen, hayali çuvalın içinden ve bırakıyorum bugüne. Her geçen gün biraz daha ağırlaşırken dünya, boynumuza bağladığı ve bizi dibe doğru çekip duran taşın ağırlığını hafifletmenin en iyi yolu bir çuval dolusu anı olabilir mi? Keşke. Bir “keşke”ye dayanır hayat. “Keşke” bilebilseydik anne; babamın bir gün, sonsuzluğa gideceğini… Eminim ki uzanıp tutardın elinden ve gitmesine izin vermezdin. Benim annem, ne yenilgileri ne de umutsuzlukları sevdi yaşamında. Bize de aynen böyle ayakta dimdik durmayı, dünyanın boynumuza doladığı kayayı hafifletecek anılarımıza sahip çıkıp, bugünden yarını düşünebilmeyi öğretti.
Kendimi bildim bileli, annemi hep bir uğraş içinde görürüm. Elinden kumaş düşse, toprağa sarılır, toprak bitse, mutfak mesaisi başlar ve günün sonunda “hade yap da, içelim bir kahve” sözüyle izleriz Girne’den denizi… Ne zaman görsem hep ayaktadır. Mağusa’nın küçücük köyü Kukla’dan (Köprü) çıkıp, babamla evlenerek geldiği Girne’deki ilk yıllarını dinlemeyi, hep sevdim annemden. Belki de böylesine sıkı sıkıya bağlı olduğum anılarla, daha çok bağlandım Girne’ye.
Annemim “Girne” anıları bana bakar çoğu zaman. Nerede mi? Tabi ki göçte olduğum yirmi altı yıllık Ankara caddelerinden… Ne zaman boğulsam bu kentin yağmurunda, soğuğunda, karmaşaya kesmiş buzul yağmasında, annemin sözleri karşılar beni. Bazen bir ağaç yaprağında, bazen bir leylak çiçeğinin kokusunda, doğaya bakmayı sabah yürüyüşlerinde ve çocuk anılarında kaybolmayı, galiba en çok da, annemin “Girne anılarına” borçluyum. Onca yükü omuzlayan bu küçücük kadın, koskoca yüreğiyle büyüttü iki çocuğu… Çocuklar büyüdükçe çoğaldı yüreğindeki sevgi de: önce Umut’la ve sonrasında, bu küçücük ailenin en minik bireyiyle, Elif’le.
Çoğu zaman hatırlanan çocukluk anılarıdır. “Kimler kaldı ki eskilerden?!” sorusu ve bu sorunun altında gizli yaşamın tuhaflığına karşılık gelen bir “hayret” nidası saklanır annemin sözlerinde. Başınıza geldi mi, bilmiyorum; defalarca duyduğunuz aynı anıları her dinlediğinizde, sanki geçmiş bugüne ışınlanacak ve nerede kalmışsanız oradan devam edecekmişim gibi hissederim. Sonra hislerle birlikte “hasret” denilen o küçük sözcük gelip, sizi en zayıf yerinizden vuruverir. Kumaş, dikiş makinesinin iğnesinin delip geçtiği bedeninden kurtularak, annemin parmaklarının arasına sığınır. Bana bakıyor annem. Yanına çağırır.
“Güçlü olacaksın, her zaman. Bırakmayacaksın mücadele etmeyi. Sebat edeceksin hayatta ki başarılı olasın.”
Annem ne zaman böyle sözler söyleyecek olsa, gözlerini gözlerimin içine dikerek konuşur. Gözlerinin içine bakarken uçsuz bucaksız çölle boğuşur aklıma düşen her bir görüntü, her bir anı, her bir geçmişle yüzleşen gölgeli yollardan çıkıp gelen kim varsa… Yaşamın karşısına çıkardığı sorunların çözümü, hep o dikiş makinesinin önünde, eli kumaşta, aklı düşüncelerindeki sorularda durur. Bana öyle geliyor ki iş önünde aktıkça, karnındaki konuşmalarında da sorularına cevaplar arar annem ve kararlılıkla kalkar makinenin önünden…
Ne zaman yağmur yağsa bu yaşadığım gri şehirde, Girne’deki evimizin mutfağı düşer aklıma. Çok düşündüm ve fakat gelin görün ki çözemedim bunun nedenini. Sabahın ilk ışıklarında kızarmış ekmek kokusuna uyandığımdan mıdır, yoksa mutfak kapısının açıldığı portakal ağaçlarıyla kaplı avlusundan mı? Yağmurun sesi getirir çocukluğumun evini ve annemin bizi büyütürken yaşadığı tüm görüntüleri… Tümünü bilmek olası mı? Görünenin bıraktıklarıyla avunduğumu söylemek isterim. Çünkü “vefakâr annemin” hislerini, görünür kılmak gibi, bir huyu olmadığını çok iyi biliyorum. Sorularını çoğu zaman göremezsiniz. Aklından geçenlere dokunamazsınız ve fakat annemin gözlerinde okursunuz bir yaşamın ara satırlarını…
Az önce de dedim ya “keşke”ye dayanır hayat. Keşke hasretlik olmasa? Çok uzun yıllar oldu elimde bir çiçekle sabaha uyanmayışımız. Ama bil ki annem, her anneler gününde kalbimdeki çiçekle, sesinle uyanırım güne. Güç verir sesin, yeni başlayan günüme…
Kalbimdeki çiçeksin annem. Anneler günün kutlu olsun!