“Kalbinde pusula olanın göçü çoktur... Omorfo’dan Stokholm’e, ‘Medelhavsmuseet – Akdeniz Müzesi’...”
KIBRIS’TAN İŞVEÇ’E...
Mügen Terzioğlu
Doğduğum yere veda ettiğimden beri hiçbir yere ait olamamanın verdiği duygunun izlerini, beş yaşındaki küçük kız çocuğu yüreğinde hep aynı şekilde taşıyan, otuz beşimde şairin haklılığını hesaba katarak hayatımın diğer yarısında belki diner umuduyla göç etme isteğimi sırtlamış, yaşadığım şehirle birlikte içime yerleşen tüm insanlara yine hoşçakalın deyip köklerim belki yeşerecek uygun bir toprak bulur diyerek, dünyanın tepesinde yerleşik bu masalsı şehre attım kendimi.
Ne zaman bir yerde fazladan birkaç yıl kalsam, sahip olduğum şeylerin istilasına uğrar yaşam alanım, kısıtlanırım, nefes alamaz olurum çünkü hemen toparlanıp kaçamayacağımı bilirim. Korkutucudur, endişe verici ve ağırlaştırıcı çünkü zaman ağırlaşmaya başlar ve her şeyin eskidiğini hissetmeye başlarım. Bu ben değilim ve zaman göçtür benim için, durmaksa eskimektir, eksilmektir, azar azar azalmaktır, boşalmaktır, bomboşa dönüşmektir. Aklım köklenecek nedenler arasa bile yüreğimin göç duygusuna yenilmiştir hep, zaten kalbinde pusula olanın göçü de çoktur...
Bu tuhaf şehri keşfedecek mevsim değildi vardığım zaman; günler kısa, geceler hep karanlık ve upuzundu Ocak ayında Stokholm’de. Renkler sanki güneye göçmüş, kuzeyde bir tek gri kalmıştı. İlk güçlü bağım da böylece kurulmuştu, tam da bana göre olan soğuk, gri ve sessiz bu şehirle. Mevsimlerin ekvator bölgesindeki ülkelere göre sıradışı bir gizemle yaşandığı kuzey ülkelerinde, güneş ışınlarının dünyaya dokunduğu açılar, mevsimlere göre farklılık gösterir. Örneğin yaz aylarında bu açı 50 derece, gece-gündüz sürelerinin eşit olduğu (ekinoks) zamanlarda 30 derece, kışın ise bu açı 7 derecedir. Başka bir deyişle, bir ağacın gölgesi yazın 3 metre ise, ekinoks dönemlerinde 6 metre, kışın ise 27 metredir. Gölgelerin en uzun olduğu mevsimde, kendi gölgemden hızla uzaklaşmaya çalışırken ve keskin ve inatçı Baltık rüzgarının saçlarımla ısrarla önümü kapatmasından bunalmışken, göz ucumla karşılaştığım “Medelhavsmuseet” (Akdeniz Müzesi)’ne attım kendimi.
Tıpkı bir bitkinin toprak altında suya koşan kökleri gibi sanırım içimdeki köksüzlüğün toprak arama güdüsü ya da adanın terkedilmişliği hazmedemeyen gölgesi peşimi hiç bırakma niyetinde değildi.
Müze girişi ücretsizdi, herkesin girip uzak denizlerin kenarına savrulmuş bu adanın 7 bin yıllık kalabalık tarihine tanıklık edebilirdi. Ne de olmasa, kendi küçücük bir nokta olduğu evrende, başına gelenlerin hüznünde denizlere bata çıka, kendine tutunacak bir köşe bulmuş bu adanın, dünyanın en tepesindeki bu köşede herşeyden kaçarken tam da benim karşıma çıkması da makus bir talih olsa gerekti.
Tutunmalı mıydım bu tesadüfe yoksa 17 yaşımda yaptığım gibi sırtımı dönüp son sürat kaşmalı mıydım dışardaki kirpiklerimi donduran soğuğa rağmen?
Bu sefer kalmaya karar verdim, nasılsa Omorfo’dan Stokholm’e 4290 kilometre mesafe vardı. Müzeye girer girmez, sağ tarafta hediyelik eşya ve kitaplar içeren bir alan ve hemen yanında çanta, palto, şemsiye gibi eşyaları bırakabileceğiniz dolaplar ve oturup ayakkabılarınızı temizleyebileceğiniz bir köşe var. Bu alanda hazırlanıp sergi alanına geçtiğinizde, tavanı yüksek bir atriumda (Central Hall) “İsveç Kıbrıs Keşif Araştırması; 1927-1931 – 7 bin yıllık tarih” başlığı sizi karşılar. (Nisan 2022 tarihinde yeniden düzenlenen müzenin son şeklidir bu ve bu paragrafta aktarılan tüm detaylı bilgiler, 2004 yılındaki hali ise daha sade bir sunumla taş heykeller camekanlar olmaksızın sergileniyordu, ayrıca ana salona girişte, sergi başlığı yer almıyordu).
Buradaki genel bilgilerde yapılan kazı yerleri ve ortaya çıkarılan eserlerin detayları ile tarihi bilgiler sunulmakta. Buna göre müzede kazılan yerleşim yerleri, mezarlar, ortaya çıkarılan bir tiyatro, bir kutsal barınak ve bir saraydan toplam 1500 arkeolojik kalıntı sergilenmekte.
Yaklaşık 4 yıl süren “İsveç Kıbrıs Keşif Araştırması”nı arkeologlar Einer Einar Gjerstad, Erik Sjöqvist, Alfred Westholm yönetmiş ve kazı çalışmalarının fotoğraf ve filmlerini mimar John Lindros kaydetmiştir.
Yirmiden fazla farklı bölgede yapılan kazılardan (Lapta/Lapithos, Nitovikla, Aya İrini/Akdeniz, Marion, İdalion/Dali, Amathus, Engomi, Mersinaki, Vuni, Soli, Petra tu Limnidi, Kition, Kytrhea/Değirmenlik, Stilli, Milya, Ayia Yakovos, Neda, Ura, Paeloskutella, Kundura Trahonas, Trahonas) elde edilen veriler ise 1934’ten 1972’ye kadar 4 ciltlik kaynaklar halinde yayımlanmıştır.
Kazılardan elde edilen en önemli ve geniş koleksiyon, Aya İrini’den çıkarılan bin civarındaki terrakota figürinlerdir. (Toplam 2 bin figürinin diğer yarısı da Lefkoşa’daki Kıbrıs Müzesi’nde sergilenmektedir). Arkeolojik kazanımlar, Britanya Koloniyal Hükümeti’nin izni ile İsveç ve Kıbrıs arasında paylaşılmış, büyük çoğunluğu Medelhavsmuseet’te ve geriye kalanlar ise Lefkoşa’daki Kıbrıs Müzesi’nde sergilenmektedir. Medelhavsmuseet bu kazılardan elde edilenler nedeniyle 1954 yılında kurularak meraklılarına hizmet sunmaya başlamıştır.
Ayrıca Medelhavsmuseet, Kıbrıs dışında, Kıbrıs’ın geniş bir zamana yayılan erken tarihinin Taş Devri’nden Erken Bronz Devri’ne kadar olan dönemin, en geniş koleksiyonunu sergilemesiyle de biz adalılar için önem taşımaktadır.
Geçmiş, zamanla katmanlar oluşturur hem yeryüzünde, hem de insan belleğinde. Zamana direnen ve geriye kalan kalıntılara hikayeler yaratmak, geçmişe temasa geçmek, evrimin en üst zincirindeki Homo sapiens’in anlama isteği ve merak dürtüleriyle gerçekleşir. Belki zamanın insanın kalbinde katmanlaştırdığı hüzün de eskiden gelenlerle karşılaştığında yüzeye çıkar. Geçmişe ne zaman karşılaşacağınız tam bir bilinmezdir. Geçmişin size hissettirecekleri ise yüreğinizin tabakaları arasında saklıdır.
Müzeye ilk girdiğim güne, 2004 yılına ve bir volkan gibi yürek tabakalarımı patlatan ilk karşılaşma anına geri çağırayım şimdi sizi.
Sırt çantamı yerleştirip ana salona doğru yürürken, Akdeniz’de hüküm sürmüş medeniyetlerin ve özellikle de müze binasının girişinde asılan panodaki Mısır firavunları ve mumyaları görmeyi beklerken, zamanın yıprattığı belirgin, taştan oyulmuş bir kadın heykeli ile karşılaştım. Heykelin ayak ucundaki metal plakette “Vouni Palace”ı okuyunca yüreğimdeki birkaç katman hızla açılmaya başladı. Aklımda; nasıl yani? Bizim bildiğimiz Vuni Sarayı, okul gezilerinde otobüslerin zar zor çıktığı alanda neredeyse antik bir zeytin ağacının karakterli cüssesi dışında pek de kalıntı olmayan, sarayın yerinde yeller esen bir alandı, bu alandan mı bahsediliyor? Yok ya Kıbrıs nerdeee, Stokholm nerdeee? Yok yok biraz daha okuyayım bakalım. Soli kralının yazlık sarayı diyor, evet bal gibi de bizim Vuni Saray kalıntıları işte bunlar, sarayı alıp buraya getirmişler, içindeki heykellerle. Heyecan yüreğimde patladıkça, dışarının soğuğuna inat, içimde bir yangın bir yangın, sorma gitsin. Ben kaçmıştım ama köklerim toprağını çağırıyormuş hep, işte tam da burada, bu şehrin sihirli olduğunu, ben de bu şehrin masalının içinde kayıp tuhaf bir karakter olduğumu anladım ve içimde bir kök daha filizlendi. İkinci bağımdı bu şehirle kurduğum.
Evrenin hükümdarı Uranos’un oğlu Kronos, babasını hadım ederek testislerini Akdeniz’in sularına atar, Akdeniz’in beyaz köpüklerinden (“aphros”) aşk tanrıçası bakire Afrodit doğar ve ilk adımını Kıbrıs adasının kıyılarında atar. O adım, Kukla köyünün kıyılarıdır. Doğduğum, 5 yaşına kadar yaşadığım, eşekten düştüğüm, yerfıstığına (Baf fıstığı) sevdalandığım köy. İşte burada, bu soğuk kentin sımsıcak müzesinde, uzak olduğum adanın peşime düştüğüne ikna oldum. Heykelleri, çanak-çömlekleri, sütunları, ada yerleşimcilerinin adanın bakir rezervlerini kullanarak Bronz devrine geçişlerini gösteren aletleri tek tek inceleyip altlarındaki bilgileri okudum. Heyecan yerini katmanlarımdan ortaya çıkan hüzne bıraktı, aklımda onlarca soru, ağır adımlarla müze içindeki Baghdad Cafe’ye yöneldim. Sert bir kahveye ihtiyacım vardı, üstünde yerleştiğimiz toprakların birdenbire bize ne kadar uzak, ne kadar yabancı olduğu duygusu ağır bir tortu gibi içime çöküyordu. Ama en ağır tortu bu değildi, Baghdad Cafe’de beni bekleyen bir başka sarsıcı bulgu daha vardı.
Kahvemi alıp en uzak köşedeki masaya yerleştim, elimdeki broşürleri inceliyor, düşüncelerimin sakinleşmesini bekliyordum. Başımı kaldırıp etrafa baktığımda, yalnız olduğumu farkettim, duvarda küçük eski bir ekranda siyah beyaz, sessiz bir film vardı. Ekrana yaklaşıp takip etmeye başladım. Altyazısız, sessiz bu filmde gördüklerim arkeolojik kazılar sırasında arşiv amaçlı kayıtlardı. Film ilerledikçe gördüklerim merakımı arttırdı. Vuni Sarayı kalıntılarının kazıları, Aya İrini’de bulunan bin kadar fitürinin bulundukları şekliyle sergilendikleri müzedeki farmlarını toprağın yarı üstüne, yarı altına kalmış görüntüleri, çıkarılan terrakota ve heykellerin yerli çalışanlar tarafından büyük bir özenle temizlenip, paketlenip, at arabalarıyla Mağusa limanına taşınması, dinlenme zamanlarında Vuni Sarayı’nın olduğu düzlükte müzisyenler eşliğinde sirtoyu İsveçli arkeologlara öğretmeye çalışan yerlilerin çabaları, dağa tırmanın bir araç sayesinde gözlemleyebildiğim dolambaçlı yolun toprak hali ve aklımda ve tüm benliğimde, aradan uzun yıllar geçmesine karşın tekrar tekrar dönen sahne; çadırın önüne yerleştirilmiş bir masa, masa başında oturan kazıyı yönetenlerden biri, oturanın sol tarafında tek sıra halinde sıralanmış, yüzleri oturana dönük işçi erkekler ve sağ yanda aynı şekilde ama utangaç ve ürkek oldukları duruşlarından belli olan, kimi beyaz, kimi ise siyah kıyafet ve başörtüleriyle işçi kadınlar duruyordu.
Önce erkekler teker teker masa başındaki yöneticinin önüne gelip hafif eğilerek avucunu uzatıyor, masadaki önünde dizili duran paralardan birkaç bozukluk alıp, utangaç hatta biraz ürkek duruşlarıyla hafif öne eğilmiş işçilerin kocaman avuçlarına bırakıyordu. Filmde oldukça hızlı geçen bu sahneler, kafama yerleşem imgelemde 100 kez yavaşlatılmış, ileriye geriye sarılmış, yeniden yeniden yeniden oynuyordu. İçime çöken tortu, içime açılan derinde kayboluyor, sonra yankısı yeniden aynı hislerle bana geri dönüyordu. “Geçmişle ne zaman karşılaşacağınız tam bir bilinmezdir. Geçmişin size hissettirecekleri ise yüreğinizin tabakaları arasında saklıdır” demiştim yazının başlarında. Bütün tabakalarım açılmış, çocuk yüreğim avuçlarımın arasında atıyor gibiydi, bu görüntüleri ada insanının nelerden geçtiğini gerçeklikle bağlayan, zamanın katmanları altında hafızamda arkeolojik bir bulgu gibi yeryüzüne çıkarılmayı bekleyen babaannemin anlattıklarıyla yüzleştirdi beni. O anda içimde derin, sarsıcı ve artık bu şehrin hayatımda tesadüf olmadığına beni inandıran üçüncü kök filizleniyordu. (Müze arşivlerinde yeralan John Lindros tarafından kaydedilen filmler, 3 bölüm halinde Marie-Louise Windbladh youtube kanalından izlenebilir. Bu makalede yeralan siyah-beyaz fotoğraflar da bu filmlerden alınmıştır).
Babaannem gibi birçok Kuklalı da 1950’li yıllarda, İkinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik çöküntü nedeniyle arkeolojik kazılarda gündelikçi olarak çalışacaklardı. Dinlediğim hikayelerde arkeologların som altından bir Afrodit heykelinin peşinde oldukları, bu nedenle Kukla bölgesinde aynı anda birçok alanda kazı başlattıkları anlatılıyor, köylülerin bu kazılarda birçok değerli altın takılar buldukları da belirtiliyordu.
Uzun yıllar yaşadığım bu şehre hayatımın belli dönemlerinde dönüp geri geliyorum ve her gelişimde Medelhavsmusset’i ziyaret ediyorum. İlk ziyaretimin üzerinden 18 yıl geçmesine rağmen, büyük bir heyecanla yine ziyaret ettim müzeyi, bu beşinci ziyaretimdi. Zamanın katmanları bu sefer toz değil ışık biriktirmişti müzedeki kalıntılar üzerinde. Teknolojinin, mimarinin en güzel şekilleriyle kullanıldığı ve herşeyden çok insana değer verilen bu ülkede, geçmişten kalanların aynı özen ve değerle önemsenmesini görmek, bu şehirle bağ kurabilmemin tesadüf olmadığını gösterdi bana bir kez daha. Gustav Horn Sarayı içinde yerleşik olan müze 2009 yılında, A.G. Leventis Vakfı sponsorluğu ve “White Arkitekter” mimarlık firması tarafından yeniden düzenlenmiş ve bugünkü haliyle sergiye yeniden açılmıştır.
Kalbinizde hep kuzeyi gösteren bir pusulanız varsa, eminim ki bir gün yolunuz bu masalsı şehre düşecektir. O zaman şehrin içinizdeki katmanları teker teker nasıl açtığını, sizi ona nasıl bağladığını hissedeceksiniz, kim bilir belki benim gibi kökleriniz bile yerleşebilir yeniden, ortasından nar gibi ikiye yarılmış bir adanın etrafa saçılan tanelerinden biriyseniz, ada sizi kendine bağlayacak masalsı şehirlerin yüzlerinden biri ile bir yol bulacaktır.
Doç. Dr. Mügen Terzioğlu
3-4 Mayıs 2022, Tampere-Finlandiya.