Kaleburnu köyüne bir yolculuk (2)
Kaleburnu köyüne bir yolculuk (2)
Tuncer Bağışkan
KASTRO MEZARI
Mağara olarak anılan antik mezar köyün güneydoğusundaki eski lağım ile Ay. Anna harabe kilisesinin yanındaki Kastro mevkiindedir. Kastro, yer altına kazılmış sığınma veya korunma yeri, siper, mevzi ve kale anlamına gelmektedir. Köylüler burada define bulmak için uzun süre kazı yapmış olmalarına karşın çok eskiden soyulduğundan hiçbir şey bulamamışlar. Bugüne kadar saptanan en büyük anıtsal mezarlardan biri olup uzunluğu 68 ayak 8 inç, yüksekliği ise yaklaşık 8-9 ayaktır. Rumların köyü kuşattıkları 1974 yılında tüm köylülerin bu mağaraya sığındıkları halen anlatılmaktadır.
Antik dönemlerde kayaya düzgün oyulan bu tip mezarlara varsıl aileler zengin ölü hediyeleriyle birlikte gömülürlerdi. Bu mezar daha sonraları barınma, savunma ve ahır amaçlarıyla kullanıldığından mezarın ana giriş kapısının iki yanına bir kapı ile bir pencere de açılmıştır. Merkezi koridorun iki yanında, üçerden altı adet tünel bulunmaktadır. Ölüler bu tünellerdeki nişlere yatırılmakta, etraflarına da öteki dünyada kullanmaları inancıyla ölü hediyeleri konmaktaydı. Tünel şeklindeki nişlerin uzunlukları yaklaşık 25 ayak, genişlikleri ise yaklaşık 10 ayaktır. Mezar tipi itibarıyla Klasik-Helenistik döneme tarihlendirilmektedir. 1888 yılında mezarı ziyaret eden D.G. Hogarth onu Sidon’daki Fenike mezarlarına benzettiğinden M.Ö V-IV. Yüzyıla ait olabileceğini öne sürmüştür. Yıllar önce Kastro’nun karşısındaki Vasili (Kral) Tepesi’nde demir bir top güllesine rastlandığından, bu iki yer arasında karşılıklı bir savaşın geçtiğine inanılmaktadır. Günümüze kadar gelen bir rivayete göre Kastro’daki mezarda oturan kral, definesinin tamamını Vasili tepesine gömmüş. Ancak Vasili tepesi düşmanların eline geçtikten sonra kraliçeyle birlikte mezarın ikinci kapısına oturarak Vasili tepesini seyredermiş. 1888 yılında mezarı ziyaret eden Hogarth, bu mezarda, biri ortada olmak üzere üç büyük su kuyusu saptadığını yazmıştır. Ancak bunlar daha sonra toprakla doldurulduğundan şu anda sadece merkezi koridorun ucundaki görülebilmektedir. Rivayete göre esirler bu kuyunun üst başındaki halkaya iple bağlanarak kuyunun içine sarkıtılırlarmış. Onlara ilkin işkence yapılır, sonra da kuyuya atılarak öldürülürlermiş.
KÖY KİLİSELERİ
Köyün uzun bir tarihi geçmişinin olduğu köy ile yakın çevresindeki dört ayrı kiliseden anlaşılmaktadır. Bu kiliselerden biri köy ilkokulunun karşısında, diğeri eski karargâhın olduğu yerde, diğeri köyün doğusundaki Gastro bölgesindeki Ay. Anna mevkiinde ve sonuncusu ise köyün güneydoğusundaki Sygayes mevkiinde bulunmaktadır. Köyün içindekilerin temelleri dahi kalmamış olup bir taş yığını görünümündedirler. 1999 yılında okulun karşısındaki kilise kalıntılarını ziyaretimde orada Roma-Erken Hıristiyanlık dönemlerine ait derin yivli çanak-çömlek kırıkları ve M.S XII-XIV. Yüzyıla ait Sgrafitto tekniğinde yapılmış sırlı kâse parçaları görmüştüm.
Bir zamanlar Kastro mezarının bulunduğu vadide yer alan Ay.Anna mevkiindeki harabe kilise Meryem Ana’nın (Banaya) annesi Ay. Anna’ya adanmıştır. Vadide Karpaz Yarımadasında sıkça rastlanan ve içinde yaz-kış su bulunan bir su tüneli (Lağım/Ayazma) vardır. Bu tünelin bir benzerini Ziyamet, Mehmetcik, Avtepe’deki Castro ve Bilelye’de de saptamıştık. Köylülerin “Lağım” olarak söz ettikleri bu su kaynağına Gastro mağarası önünden geçen yoldan ulaşılmaktadır. Bu yol yakın geçmişimizde “Aşıklar Yolu” adıyla bilinir ve birbirlerini seven gençler yolun batısındaki kayalara adlarını yazarlardı. Kıtlık ile kuraklık zamanlarında gerek Baf’tan, gerekse Karpaz, Ay.Trias (Sipahi),Yalusa (Yenierenköy) ve çevredeki diğer köylerden hareket eden Rumlar, ellerinde Meryem Ana İkonu olduğu halde bu kiliseye gelerek yağmur duası yaparlarmış. Kutsal Meryem ikonunu taşıyan bu insanlar demirlere vurarak ve çan çalarak bir kiliseden diğer kiliseye gidip dua ederlermiş. Kilise ile su tünelinin önünde yağmur duası yapıldıktan sonra yağmur duası sona erermiş. Bir kaç kez, yaptıkları yağmur duası bitmeden, yağmurun yağmaya başladığı ve oraya gidenlerin ıslandıkları söylenmektedir. Konuyla ilgili olarak bilgisine başvurduğum Kaleburnulu İsmet Koldaş ise şöyle demişti:“Eskiden Baf’tan gruplar halinde yaya olarak yola çıkan Rumlar, önce Kaleburnu köyünde, yağmur yağdırma gücüne sahip olduğuna inanılan Meryem Ana’nın (Banaya) annesi Ay. Anna kilisesini, sonra da Apostolos Andreas manastırını ziyaret ederlerdi. Ay. Anna kilisesi 1963 hadiselerine kadar sağlamdı, ancak ondan sonra bizimkiler tarafından yerle bir edildi. Çevre köylerdeki Rumların buraya yağmur duasına geldiği dönemlerde ailem fakir olmasına karşın annem Gülasiye Ahmet Medi çok iyi ve cömert bir insandı. Bir gün köydeki kilise ile manastırı ziyaret edecek olan Rum grubu köyden geçerken, annem onların yemeleri için yolun kenarına hellim, zeytin ve bir fırın dolusu ekmek dizdi. Geçenler annemin önceden dilimlediği ekmek ile hellimleri alıp yediler, testilerdeki suları içtiler. Ancak bunu haber alan ve ‘Volkan’ olarak bilinen teşkilat adamları anneme olmayacak hakaretler yaptılar. Bu olay üzerine Denktaş Bey köye geldi ve anneme Rumlara niye yiyecek verdiğini sordu. Annem de ona “Baf’tan yola çıkan ve yorulan insanlara yemek ile su vermek Türklerin geleneksel konukseverliği değil mi?” diye yanıt verdi. Denktaş Bey annemin bu insancıl davranışını takdirle karşıladığını ve onu haklı bulduğunu söyledikten sonra köyden ayrıldı. Ancak anneme reva görülen hakaretler onu oldukça sarstığından, en sonunda ölümüne neden olduğu şimdi bile söylenmektedir.”
BANAYA SYGAYES HARABE KİLİSESİ
Kaleburnu ile Dipkarpaz köylerinin arasındaki Sygayes (Sykhada) mevkiinde bulunan Banaya Sykhata harabe kilisesini ilkin köyün yaşlılarından rahmetlik Selçuk Şevket Yakup Elibol ile birlikte ziyaret etmiştim. Kilisenin yanında ise Sykhada adıyla bilinen antik bir kente ait kalıntılar vardı. Karpaz yarımadasındaki beşik tonozlu ilk beş kilise arasında yer almaktadır. Beşik tonozlu olan diğer kiliseler ise Afendrika’daki Panagia Chrisiotisa ile Asomados kiliseleri, Korovya (Kuruova) Ayia Varvara Kilisesi ve Lythrankomi (Boltaşlı) Panagia Kanakaria kilisesidir.
Kent ile kiliseye ilişkin bilgiler günümüze kadar ulaşmamış olmakla birlikte, Sykada sözcüğünün başındaki SYKA’nın incir anlamına gelmesi nedeniyle, M.S IX’uncu yüzyılda Değirmenlik piskoposu Demetrius’un doğum yeri olması olası görülmektedir. Kilisenin içi 1931 yılında temizlenmiş ve yer döşemesinin Opus Sectile mozaikleriyle kaplı olduğu belirlemesinde bulunulmuştur. Batıda cephesindeki bir narteksten sonra üç kapı aracılığıyla iki sütun dizesiyle üç sahına ayrılmış durumda olan Bazilikal tipdeki üç apsitli kilisenin içine girilmektedir. Güneydoğu ile kuzeybatı duvarlarında fresk izlerine rastlanmaktadır. Kiliseyi ayrı ayrı zamanlarda ziyaret eden Camille Enlart, Georgios Soteriou, A.H.S. Megaw ve Andreas Dikigoropoulos, tarihlemesi hakkında değişik bilgiler vermişlerdir. George Soterios tarafından kilisede yapılan incelemelerde, Suriye’de olduğu gibi bu kilisede de M.S VI-VII. Yüzyıla ait izlere rastlandığından ilkin bu tarihte yapıldığı varsayımında bulunulmuştur. Kilisenin ikinci ve son kez inşa edilişi ise Orta Bizans Dönemine (M.S 843 – 1204) tarihlendirilmiştir. Ancak A.H.S Megaw kilisenin son inşa tarihini M.S X. Yüzyıla koyarken, Andreas Dikigropoulos ise M.S 780 – 806 tarihleri arasına koymuştur. Camille Enlart ise kilisenin 1363 yılında yıkıldığını yazmıştır.
KALEBURNU CAMİSİ
Köy meydanında bulunan camii çevredeki taş ocaklarından kesilen taşlarla yapılmıştır. Yapım tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte, Evkaf arşivindeki 7.12.1887 tarihli bir belgede tamir edilmesi gerektiği kaydına dayanılarak Osmanlı döneminde yapıldığı anlaşılmaktadır. 1882 yılı itibariyle cami vakfı mütevellilerinin İbrahim Efendi ile Hacı Mehmet Efendi olduğu Evkaf arşiv belgelerinde kayıtlıdır. Cami hariminin kuzeybatı köşesinde baş ile ayak taşları yazıtlı olan bir mezar bulunmaktadır. Fes başlıklı baş taşında, Kıbrıs Kaleburnu köyü Camisinde gömülü olan Muhsinzade Seyyid Muhamed Muhsin Bey’in idaresinde misafir olarak bulunan Âsitâneli Ciltçi Sârimi (Sarı) Ahmed Efendi’nin 10 Muharrem 1296 (3 Ocak 1879) tarihinde vefat ettiği kaydı bulunmaktadır. Mezarın ayak taşında ise, bu mezarın, Karpaz’daki Abdullah Paşa Vakfı mütevellisi merhum Muhsinzade Muhammed Beyin oğlu olan ve Karpaz sancağının öşürünü toplamak için Karpaz’da misafir (geçici) olarak bulunduğu 11 Şevval 1295 (8 Ekim 1878) tarihinde vefat eden Kadiriye tarikatından Es-Seyyid Muhammed Muhsin Bey’e ait olduğu kayıtlıdır.
İki ayrı kişiye ait mezar taşı bulunan bu mezarla ilgili olarak değişik rivayetler günümüze gelmiştir. Bir rivayete göre Osmanlı döneminde Dipkarpaz ile Kaleburnu köyleri arasında bir Sancak, bu sancakta da Abdullah Paşa Vakfı varmış. Bu malların yönetimi, öşür tahsildarlığı ve kısacası mütevelli hizmetlerini günübirliğine Türkiye’den Kıbrıs’a gelen Muhsinzade Muhammet Bey’in oğlu Es-Seyyid Muhammed Muhsin Bey yaparmış. Muhsin Bey vefat edince Rumların çoğunlukta olduğu Dipkarpaz köyüne gömülmüş. Ancak Osmanlının Dipkarpaz’ı terk etmeye başlaması üzerine ceset kalıntıları mezarından çıkartılıp Kaleburnu camisindeki şimdiki yere gömülmüş ve mezarına da İstanbul’dan getirilen altın yaldızlı bir mezar taşı konmuş. 1963 yılı itibariyle sözü edilen Muhsinzade Mehmet (Muhammed) Bey’in Türkiye’deki akrabaları tarafından Kaleburnu Camisi için her yıl halı, kuran ve benzeri malzemeler gönderildiği, ancak bunların Mağusa Camisi tarafından alındığı bilgimize getirilmiştir.
Başka bir rivayete göre camideki mezar, cami inşaatı sırasında inşaattan düşüp ölen Sancak isimli yapıcısına aittir. Yine de cami içlerine sadece gazi, hayırsever, mevkii sahibi ve ermişlerin gömüldüğüne inanıldığından bu rivayete kuşku ile bakıldığı da söylenmektedir. Mezardaki kişinin kimliğine ilişkin saptayabildiğimiz bir başka rivayet ise, Anadolu’dan Kıbrıs’a görevli olarak gelen bir din görevlisine ait olduğu doğrultusundadır. Ahmet Sami Topcan’ın anlattığı rivayete göre bu kişi Hala Sultan Tekkesi’ndeki kitapları ciltlemek için görevlendirilince yelkenli bir gemiyle Anadolu’dan Karpaz’daki Efendiler (Afendriga) Çiftliğine gelmiş. Oradan sağladığı bir eşekle Hala Sultan Tekkesi’ne doğru yol alırken Kaleburnu köyünde ölmüş. Bir din görevlisi olması nedeniyle onu camiye gömmüşler. Bu rivayetlerin yanı sıra, caminin bir mezarlık alanına inşa edilmesi sırasında bu mezarın korunduğu, mezarlıktaki diğer mezarların iki tanesinden alınan baş taşlarının mezara monte edildiği ve/veya bu mezarın iki ceset kalıntısı ihtiva ettiği iddiaları da öne sürülmektedir. Son iddia ise caminin çevresindeki mezarlık alanıyla bağlantılıdır. Anlatıldığına göre bir zamanlar caminin batısında bir okul, çevresinde ise yazıtlı mezar taşları bulunan bir mezarlık vardı. Mezarlık daha sonra dağıtılmış ve geriye sadece caminin dışında iki mezar kalmıştı. Ancak daha sonra bunların da alınarak camide değerlendirildiği ve böylelikle mezarlığın tamamen ortadan kaldırıldığı öne sürülmektedir.
Caminin minaresi kuzeydoğu köşesine bitişik olup tek şerefelidir. Köylüler çok fakir ve borçlu olduklarından camiye bir minare yaptıramamışlardı. Bu nedenle 1968 yılına kadar şimdiki minarenin olduğu yerde, aynı amaçlarla kullanılan ve çatının seviyesine kadar yükselen döner basamaklar bulunmaktaydı. Şimdiki minarenin yapımıyla ilgili olarak minarenin dörtgen kaidesine monte edilmiş yazıtta, bir zamanlar köyün ağası olan Ali Efendi Hüseyin Babaliki’nin damadı Mustafa M. Tansu tarafından 1968 yılında yaptırıldığı, mimarının ise Kaleburnulu Abdullah M(ulla) Ali olduğu şu şekilde kayıtlıdır: “1968 Mustafa M. Tansu tarafından köye armağan olarak yaptırılmıştır. Yüksek Mimar Abdullah M. Ali”. Caminin güney bitişiğindeki bahçede 1963-1974 yılları arasında şehit olan yedi Kaleburnulu’nun anısına yaptırılan bir anıt bulunmaktadır. Şehitlerin sayısına dayanılarak camiye daha sonra “Yedi Şehitler Camisi” adı verilmiştir. Anıt üzerindeki şehitlerin kaydedildiği plakette Süleyman Gül, Zaliha Hasan, Halil Kemaneci, Abdullah Emirzadeoğluları, Ali Zorba, Hasan Grikko ve Polat Poyraz adları kayıtlıdır.
VASİLİ (KRAL) TEPESİ KAZISI
Bu tepe köyün güneydoğusunda bulunmaktadır. 2004 yılında bir ihbarı değerlendiren Eski Eserler ve Müzeler Dairesi bu tepede bir arkeolojik kazı gerçekleştirmiş ve burada günümüzden 3200 yıl öncesine (Geç Tunç Devrine) ait büyük bir küp içerisinde 26 adet tunçtan yapılmış alet bulunmuştu. Kırk parça eserden oluşan ikinci bir define de 2014 yılında ayni yerdeki bir kuyuda bulunmuştur. Bu buluntular arasında ritüel araba, ok uçları, mızrak uçları, kepçe, orak, kutsal su kapları, kumaşa sarılı ve üzerleri iple bağlanmış mızrak uçları bulunduğunu basından öğrenirken, kazıda Alman arkeolog Doç. Dr. Lothar Johann Fritz Herling’in bir kaza sonucu vefat ettiğini de öğrenmiş oluyoruz.
2004 yılındaki ilk keşif sonrası burada sistematik bir kazı yapmak üzere, 2005 yılında, Doğu Akdeniz Üniversitesine bağlı DAKMAR (Doğu Akdeniz Kültürel Mirasını Araştırma Merkezi) izinlendirilir. Bu kazılar Almanya Freiberg Üniversitesiyle (Yrd. Doç. Dr. Uwe Müller) işbirliğiyle sürdürülür. Ancak bu çalışmalara 2009-2013 yılları arasında ara verilir. Buradaki kazılar ancak 2014 yılında Almanya’nın Tübingen Üniversitesi ile ortaklaşa sürdürülmeye başlanır. Bu sefer de kazı başkanlığını Yrd. Doç. Dr. Bülent Kızılduman üstleniyor.
Bir tepe yamacındaki setler üzerine yapılan yerleşim yerinin ilk kazılarında M.Ö XIII-XII’inci yüzyıla tarihlenen ve ne amaçla kullanıldığı bilinmeyen bir yapı kompleksi bulunur. Ele geçen buluntular arasında depolama kapları, ağırlık taşları, silahlar ve ağırşaklar vardı. O sıralarda bu bölgenin, Mısır, Suriye, Filistin, İsrail ve Ege bölgeleriyle ilişki içerisinde bulunduğu, İsveç arkeoloji heyetinin 1927-1931 yılları arasında gerçekleştirdiği kazılarla belirlenmişti.
Geç Tunç devrinde bakır ile bakır eşya ticaretinin bir merkezi olduğu sanılan Kaleburnu ile çevresinin, bir yandan güney Anadolu, bir yandan Suriye ve bir yandan da Yakındoğu ile olan ticari ilişkilerinin doruk noktada olduğuna ilişkin bilgiler bilim insanları tarafından ortaya konmuş bulunmaktadır. Sonuç olarak, M.Ö XIV-XII. Yüzyıllarda Kıbrıs ile Yakındoğu arasında sürdürülen bakıra dayalı ticari ilişkilerin emniyetinin sağlanması amacıyla Karpaz yarımadasında kaleler ile yerleşim birimlerinin inşa edilmesinin zorunlu hale geldiği ve bunları bir tehdit unsuru olarak gören korsanların da onları etkisiz hale getirmek istemeleri varsayımları, ileriki kazılarla daha da bir belirginlik kazanmış olacaktır.