“Kalk da kucaklayayım seni!”
Kıbrıs’ın orta yerindeyiz. Bölünmüş bir başşehir… Tampon ya da ara bölge dedikleri yerde, iki barikatın tam ortasında bir ‘Dayanışma Evi.’
O evin çatısı sahneye dönüşmüş.
Elli yıldır hep bekleyen iki toplumun öyküsü anlatılıyor.
“Godot’yu Beklerken” yeniden hayat buluyor, yeni bir ruhla…
O sahne elli senenin acılarına, kırıklıklarına, çığlıklarına, umutlarına tutunuyor.
Kum torbalarının kimi dekor, kimi gerçek…
Nöbetçi kulübeleri gibi...
Ne savaşın ne de barışın olduğu yerde… İkisinin de ‘ihtimaline’ adanmış bir gün batımına eşlik ederken sesler, hepimizin sessizleştiği yerde… Kilise çanlarının yankılandığı, surların kıyısından birbirine uzak ama yakın gençlerin çığlıklarının kesiştiği, Ledra Palace Oteli’nin yaşlanmış duvarlarına yaslanan jakaranda ağaçlarından menekşenin döküldüğü yerde… Toprağın ve insan düşünün bölündüğü yerde…
Ürkütücü bir yoksunluk ve umutlandıran bir kucaklaşma arasında Samuel Beckett’in dünya klasiği yeniden anlamlanıyor adeta…
Biri kurtarılmış, öteki de...
Kıbrıs’ın milliyetçilik sonrası zamanlarına denk gelir, “Godot’u Beklerken”in yazıldığı yıllar…
“Kurtarıcımız! İki hırsız var.
Biri kurtarılmış, öteki de...
Lanetlenmiş…”
Dünya klasiği olmanın sırrı bu!
Ne zaman ve nerede ve kime yazılmış olursa olsun… “Bizim için mi yazılmış bu” duygusu uyandırır.
Antilogos Tiyatrosu iyi iş çıkartmış. Olağanüstü bir oyun, kurgu, oyunculuk izliyor, sarsılıyoruz. Kostas Silvestros’un uyarlaması son derece başarılı, zeki, duyarlı, duygulu…
İki adam var sahnede, ayak takımından… Saçları sakallarına düşleri yorgunluklarına karışmış… Parmakları ve dudakları ayaklarına dolanmış iki adamla açılıyor göğün perdesi… Başka dillerde aynı duyguyu yakarıyorlar…
- Hadi gidelim.
- Gidemeyiz.
- Niye?
- Godot’yu bekliyoruz.
Kim olduğunu ve nereden geleceğini bilmeden bekliyorlar, elli senedir, lafazanlıkla, üleşerek, dalaşarak…
“Yaşlanacak zamanımız var. Hava çığlıklarımızla dolu… Ama alışkanlık büyük bir uyuşturucu.”
Uyuşarak bekliyorlar.
Hiçliğin ortasında “varlıklarını” arayarak bekliyorlar.
“Bazen düşünüyorum da… Bütün bu yıllar boyunca ben olmasaydım, sen ne olurdun” sorgulamasıyla bekliyorlar, birbirlerini tamladıklarını bilerek…
İzel, Yorgos…
İki perdelik oyunu tek perdeye uyarlamış yönetmen… Ada’nın acılı tarihinden sesler katmış araya, ninniler katmış, küfürler katmış, gölgeler katmış, tınılar katmış. Kıbrıs’ı bir bütün olarak görüyor oyun, ortak bir yolculuğa çıkarıyor seyirciyi…
Tüm oyun iki oyuncu üzerine kurulmuş, iki öznenin rolünü başka da kimselerin çalmasına izin vermemiş. İzel Seylani’yi Esragon rolünde izliyoruz, Yorgos Kiriaku’yu da Vladimir… Müthiş bir oyunculuk var karşımızda… Harika bir uyum… Oynamıyor, yaşıyorlar…
Oyunun en temel özelliklerinden biri de kendi ana dilinde konuşuyor oyuncular, Kıbrıs aksanıyla… İzel’in Kıbrıs ağzıyla Türkçe anlatımına, Yorgos yine Kıbrıs’ın Yunanca aksanıyla yanıt veriyor. Kimi zaman sözcükler dudaklarda yer değiştiriyor, kimi zaman mimiklerde…
Oyunun bir bileşeni de nöbetçi kulübesine asılı duran radyo… Tarihin titrek sesleri yankılanıyor oradan… İskeletler, cesetler, kemik yığınları o sesleri duyuyor.
Ayaklarımızdan bağlanmak
Çok zor bir işi başarıyor yönetmen, oyuncular, tiyatro… Duygu yoğunluğu, estetik ve güçlü bir duruşla ortaya barışçı bir tavır koyuyor.
Antilogos Tiyatrosu kendi notunda çok güzel özetliyor amacını…
“Bir yanda 1974 savaşı hakkında –neleri unutmaması gerektiğine dair hiçbir anısı olmaksızın- ‘unutmuyorum’ sloganıyla büyüyen bir nesil ve diğer yanda da benzer bir şekilde gettoların travmatik tecrübeleri ile büyüyen bir nesil. ‘Vaktinden önce yaşlanan’ ve ‘yaşlanmış doğan’ bir nesil…”
- Bağlı değil miyiz?
- Nasıl bağlı, yani?
- Ayaklarımızdan.
Hep birlikte düşünüyoruz yeniden… Yutkunarak, ıslanarak gözlerimiz, titreyerek…
“Başkaları acı çekerken ben uyuyor muydum? Şu an uyuyor muyum? Yarın uyandığımda, ya da uyandığımı sandığımda bugün hakkında ne diyeceğim?”
- Bazen ayrılmak daha iyi olurdu diye düşünüyorum.
- Nereye gidecektin? Senin gidecek yerin yok.
Oyundan ayrılırken biz, onlar bir nöbetçi kulübesinin kuytusunda bekliyorlar halen… Ne savaşın ne de barışın olduğu yerde… İkisinin de ‘ihtimaline’ adanmış gece çökerken, gençlerin gözleri surlara tutunmuş bakarken, menekşeler ay ışığına gülümserken hüzünle… Toprağın ve insan düşünün bölündüğü yerde…
Duvarlar ören bilinci, ezberi, tahakkümü, düşmanlığı yıkmak için bekliyorlar; onca yılgınlığa, yorgunluğa rağmen… Birbirlerinin elinden tutmak, geleceği ayağa kaldırmak ve kucaklaşmak için bekliyorlar.