“Kanada’da yerli çocuk mezarlarının bulunmasının yıl dönümünde anma...”
Kanada'nın British Columbia eyaletindeki Kamloops Kızılderili Yatılı Kilise Okulu'nun bahçesinde 200'den fazla Kanada yerlisi çocuğun ceset kalıntılarının bulunmasının ardından bir yıl geride kaldı.
İsimleri resmi kayıtlarda bulunmayan yerli çocuklarına ait ilk mezarların keşfinin yıl dönümünde anma etkinliği düzenlendi.
İlk mezarların bulunduğu ve ülke genelindeki yatılı kilise okullarının en büyüğü olarak bilinen Kamloops Yatılı Kilise Okulu bahçesinde ilk tören sabahın ilk ışıklarıyla yapıldı.
Gün boyu devam eden törenlere katılan ve kendisi de yerli olan Kanada Genel Valisi Mary Simon şunları söyledi:
"Yerli halklar olarak yıllar içinde sesimizi yeniden keşfettik ancak bu insanların dinlediği veya anladığı anlamına gelmiyor. Bu yatılı okulda ve ülke çapındaki benzerlerinde, kiliseler ve hükümetler, yozlaşmış politikalarla yerli dillerini ve kimliğini ortadan kaldırdı. Hikayelerimizi elimizden aldılar. Bu okullardaki, sömürgecilik ve asimilasyon politikaları yüzünden kültürümüzün, dilimizin ve insanımızın çok büyük bir kısmı kaybedildi. Bugün hâlâ travma yaşıyoruz."
Tören alanında daha sonra, yerli geleneklerine göre tütsüler yakılıp dualar edildi.
Kanada Başbakanı Justin Trudeau da anma etkinliğinin güneş batımında gerçekleştirilen gece ayinine katıldı. Trudeau'ya, bir grup da "Kanada tamamen yerli toprağıdır. Sizin anayasanıza ihtiyacımız yok" diyerek tepki gösterdi.
İlk mezarlar, 2021'de ortaya çıkarılmıştı
Kanada'da eski yatılı kilise okulu bahçesindeki kayıt dışı çocuk mezarları, ilk defa 29 Mayıs 2021'de British Columbia eyaletinin Kamloops kentindeki okulun bahçesinde bulunan 215 çocuğa ait ceset kalıntılarıyla gündeme gelmişti.
Saskatchewan eyaletindeki Marieval Yatılı Kilise Okulunun bahçesinde, 24 Haziran 2021'de resmi kayıtlarda bulunmayan 751 çocuk cesedi kalıntısının olduğu mezarlar ortaya çıkmıştı.
British Columbia eyaletindeki eski St. Eugene Misyon Okulunun yakınında ise 30 Haziran 2021'de 182 çocuğa ait ceset kalıntılarının olduğu kayıt dışı mezarlar saptanmıştı.
Kanada Federal Hükümeti, binlerce çocuğun açlık, soğuk ve hastalık sonucu hayatını kaybettiği yatılı kilise okullarında yaşananlar için mağdurlardan resmen özür dilemişti.
(BİANET.ORG – 24.5.2022)
“Nefret bumerangı... Nefret gelir, sizi iki kaşınız arasından vurur...”
Aygün ATİLLA
"Taliban'dan kaçamayan anneler bebeklerini dikenli teller üzerinden ABD askerlerine atıyor ve onları kurtarmaları için yalvarıyorlar."
"Mersin'de 15 yaşındaki Suriyeli Ula Kerem, eşarbının narenciye paketleme makinasına takılması sonucu, Şırnak'ta ise çobanlık yapan 12 yaşındaki Muhammed Onan kayalıklardan düşerek hayatını kaybetti."
"35 gün sonra ortaya çıktı: Suriyeli üç genç yakılarak öldürüldü."
Bu acı verici haberleri daha fazla çoğaltmayacağım...
Ben ilkokul çağlarındayken "Bir, iki, üçler yaşasın Türkler, dört, beş, altı Polonya battı, yedi, sekiz, dokuz İngilizler domuz, on, on bir, on iki İtalya tilki, on üç, on dört, on beş Almanlar kalleş..." diye giden saçma sapan bir tekerleme vardı dilimize pelesenk olan. Bir bakıma nefret suçunun daniskası olan bu tekerlemeyi söyleyerek oyun oynardık çocuk aklımızla. Ama büyüdük ya hu! Tanıdığım en iyi kalpli insanların bile çevremizi kuşatan nefret duygusunu paylaştıklarını gördüğümde içim sızlıyor yeminle.
Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) raporuna göre dünyanın her yeri alev topu. Haziran 2021 itibariyle şiddet, güvensizlik ve iklim değişikliği gibi çeşitli nedenlerle 'yerinden edilen' insanların sayısı 84 milyon kişiye ulaşmış. (Bunlar kayıtlı olanlar, varın siz düşünün kayıtsızları). Sadece 51 milyon kişi kendi ülkesinde yerinden edilmiş şu ana dek. Mültecilerle ilgili kısımda mültecilerin yarısının "çocuk" olduğu yazıyor.
"Öteki" arayışı
Herkes ağzı köpürmüş bir şekilde "öteki" arıyor, kendine çekiştirip eziyet edeceği. Sadece bizden bahsetmiyorum, koca dünyanın hal-i pürmelâli böyle. Japonya'dayken, yani bundan 20 yıl evvel bile, ne zaman adi suçlar gündeme gelse hemen ülkedeki Çinlileri sorumlu tuttuklarını hatırlıyorum. Japon arkadaşlarımın seslerini kısarak "Çinliler yapıyor hep bunları" demesi dün gibi gözümün önünde.
Geçenlerde hâlâ orada yaşayan eski bir arkadaşımla konuştuk, "artık sadece Çinlileri değil, Korelileri, Vietnamlıları da suçluyorlar bol bol" diyor, Japon polisi bu ülkelerden insanları yolda belde durdurup hiç yoktan kimlik soruyormuş. Hükümet Japon polisine ırkçı "görünmemesi" için uyarı yapmış. İtalya'dayken daha beterlerine şahit oldum, Berlusconi'nin gazıyla yükselen göçmenlik karşıtı furya içinde gazetelerdeki yalan yanlış, tek taraflı bir haber yüzünden Roma'nın dışında derme çatma kamplardaki çadırları ateşe vermişlerdi bir keresinde. Ulusal medya çok iş bitiricidir sığınmacıdan düşman yaratmakta her daim, sayısız örneği var bunun.
Bir ezen var, bir ezilen
"Yerinden edilmişlik" zaten yeterince korkunçken bir de bunlara maruz kalmak çekilir acı değil! Dünya artık daha hızlı dönüyor galiba. Eşitsizlik arttıkça hızlanıyor devri; sağa sola savruluyor insanlar, tıpkı paramparça edilen ülkeleri gibi. Suriye en tanıdık, en yakın örnek. Oysa düşman ne Suriyeli ne Tunuslu ne de Amerikalı... Düşmanın bir dili, bir dini, bir bayrağı yok, çarkları var sadece bizi birbirimize düşman eden. Bir ezen var, bir de ezilen. Bir sömüren var, bir de sömürülen. Ötesinde bir ayrım yok insanlık lügatinde!!!
Aygen Aytaç, ince işçilikli gazeteciliğini takip ettiğim yakın bir arkadaşım. Aktif gazetecilik yıllarından sonra şimdilerde çeşitli konularda podcast yapıyor. Suriye'de savaş patlak verince önce Türkiye'ye geçen, sonra kamplarda kalmak istemeyip dilekçe vererek tekrar Suriye'ye dönen, iki yıl Sınır Tanımayan Doktorlar ile Suriye'de çalışan, proje ekibinden beş arkadaşını IŞİD kaçırınca sona eren projeyle tekrar vatansız kalan ve ölmemek için ölümüne koşarak sınırı geçen Psikolog Nur ile yaptığı röportaj kayıtlarını dinledim geçenlerde. Toplu tecavüze uğramış kadınlarla, gündüz kafa kesip geceleri yatağını ıslatan çocuklarla savaş koşullarında çalışmış Nur. Bence bir kalbi olan herkesin dinlemesi gereken şeyler anlatıyor. Öyle can yakıcı cümleler kuruyor ki, bir süre sonra kalbiniz göğüs kafesinize sığamaz oluyor, dünyanın bütün nefesini içinize çekseniz de yaşamak imkânsız olacak gibi geliyor insana. "Keşke bizim de düşmanımız dışarıdan biri olsaydı Ukrayna gibi. Yabancı, tek bir düşmana karşı savaşmak isterdik biz de" diyor Nur. Ölümden kaçmadıklarını, kim için ölüp kimi öldüreceklerini bilmediklerini, ülkeyi saran bir sürü örgütün karşısında "ben sivilim, kimseyi desteklemiyorum" demenin imkânsızlığını anlatıyor uzun uzun.
"Sana ağır geliyorsa anlatmayayım"
Düşmanın bir dili, bir ulusu olmadığını da anlatıyor. "Beni öldüreceklerinden neredeyse emin olduğum sınırdaki Türk askerleri sınırı aşınca yere ceketlerini serip bana bir somun ekmek, salatalık ve domates verdiler yemem için" diyor. Kampta kalamayıp ülkesine döndüğünde kendisine yaşamak için bir ahır bulduğunu, okullara gidip yardım etmek istediğini söylediğini ama "yanında erkek olmadığı" ve "bir aşirete ait olmadığı" için Suriyeliler tarafından ölesiye dövüldüğünü anlatıyor.
Yaşadıkları, yenilir yutulur cinsten değil, mesela IŞİD kardeşini tutukladığında öldürülme riskini göze alarak IŞİD kontrolündeki şehre gidiyor tek başına. "Şehrin bir meydanı vardır. O meydanda kesilen kafalar vardır. Gidip orada erkek kardeşimin kafasını aradım. Kardeşim gözlüklüydü, acaba kesildiğinde gözlüğü düşmüş müdür diye düşünüyordum. Sadece kafasını bulmak istiyordum... Biliyor musun, en çok bunu hayal ediyorsun, kafasını bulayım diye dua ediyorsun" diyor Nur. Gerisini anlatmayayım, dinlersiniz siz de. "Kendi vatanımızdan atılmış çocuklarız biz" diyor Nur, anlattıkları bir ara kaldırılamayacak kadar ağır olduğunda Aygen'in sesi titreyince "Sana ağır geliyorsa anlatmayayım" diyor merhametle. İçim paramparça oluyor bir kez daha...
Nefret seni iki kaşının arasından vurur
Yıllar önce bir dost meclisinde 1980 Askeri Darbesi sonrası ağır işkence gören biri ile tanışmıştım, bizden yaşça bir hayli büyüktü. Anlattığı şeyler çok ağır gelmişti hatırlıyorum. Ama özellikle bir tanesi hiç hatırımdan çıkmadı bunca yıl. Canını öyle çok yakmışlar ki acıdan bayılmış bir keresinde, kendine geldiğinde bayılmasına sebep olan iki adam az ileride sohbet ediyormuş. Bir tanesi diğerine kızının evvelsi gece nasıl ateşlendiğini, nasıl hastalandığını anlatıyormuş derin bir üzüntüyle. Adam kızını hakikaten o kadar büyük bir üzüntüyle ve şefkatle anlatıyormuş ki, gözünü bile açmadan dinlemiş bizimkisi. "Biraz önce bana yaptıklarını görmeyen biri rahatlıkla dünyanın en iyi kalpli adamı olduğunu düşünebilirdi o işkencecinin. Beni insan olarak görmediğini o zaman anladım. İnsan insana bunu yapar mı? diye sorduğumuz soruların yanıtını anca o zaman anladım" demişti.
İnsanın kendi hayatına dair anlamlı bir algı geliştirebilmesi, hem içinde bulunduğu toplum hem de dünya hakkında doğru bakış açısı geliştirebilmesi için "düşünme", "akıl yürütme" süreçleri hakkında bir bilince sahip olması gerekir. Akıl yürütme işi gömlek düğmesi iliklemeye benzer zannımca. En baştaki düğmeyi doğru ilikleyeceksin annem, düşünme üzerine düşüneceksin yani ilk önce. Sağlıklı bir akıl yürütme mantık ve empatiyle mümkün olur ancak, nefretle değil. Her yere sızıyor nefret usul usul. Korkuyorum. Göçmenlere, sığınmacılara yönelik nefret dili toplumun her kesiminde giderek daha fazla kabul görüyor. Bir arada yaşama imkânını ortadan kaldırabilecek bir duygu iklimi giderek egemen oluyor her yere... Nefret bumerang gibi hareket eden bir duygu; 'fırlattım attım' dersin, gelir seni iki kaşının arasından vurur... Öyle işte...
(BİANET.ORG – Aygün ATİLLA – 21.5.2022)
Aydın Engin’den “Ben Frankfurt'ta Şoförken...”
Açelya KÖSE
Geçen günlerde kaybettik sevgili Aydın Engin'i, oysa daha birkaç yıl önce tanışmıştık. Üniversite sırasında ödevini yapmak için kitapların arasında kaybolan bir öğrenciyken, "Ben Frankfurt'ta Şoförken" adlı kitabının cildinden gülümsemişti bana.
Mercedes'inin kapısının arasında öyle samimi öyle doğal duruyordu ki! Yıllardır taksiciymiş gibi, esnaf gibi, halkın içinden sizi kucaklayan köşe başındaki amcanız, dayınız, babanız gibi... Birçok kişiyi görebilirdiniz Aydın Engin'de çünkü o birçok şeyin harmanıydı; gazeteciydi, tiyatrocuydu, taksi şoförüydü...
Aydın Engin ve onun yoldaşıyla olan macerası için yazmaya başlamıştım. Aradan geçen onca zamandan sonra bugün tekrar hayatına bakıyorum, şöyle diyor bir internet sitesinde "Halen Cumhuriyet gazetesinin yayın yönetmeni olarak çalışıyor." Halen... Ah Aydın Engin sen insanlar birbirini sevemezken bize bir Mercedes'i sevmeyi öğrettin. Fikirlerin uğruna mücadele ettin, engellere rağmen yılmadın. O Mercedes senin altı, sen bizim 82 yıldır yoldaşımız oldun. Şimdi ben de görür görmez tanıyorum seni, insanların o hınzır tatlı bakışlarında, bir çocuğun merakı ve saflığında, bir gazetecinin direnişinde, bir tiyatrocunun özgürlüğünde... Sıcaklık ve samimiyette.
Frankfurt sokaklarında gece ve gündüz
Siyasal göçmen olarak altı yılını geçirdiği Federal Almanya'da taksi şoförlüğü yaptığı yılları "Ben Frankfurt'ta Şoförken" kitabında anlatan Aydın Engin bizlere farklı hayatların kapılarını açan renkli bir kitap sunuyor. "Kendimle Röportajlar" alt başlıklı kitap, Frankfurt sokaklarını gece ve gündüz olarak ele alarak bir taksi şoförünün gözünden, aynı zamanda iyi bir kalem ustası olan gazetecinin elinden çıkma anılarla dolu.
Aydın Engin, 1969'da başladığı gazetecilik mesleğine Almanya'da da devam etmek isterken kendini taksi şoförü olarak bulduğunu anlattığı kitapta Almanya'daki taksi şoförü anlayışı ile ilgili okurları bilgilendirmekten de geri kalmıyor.
Mesleğe başlamak için aldığı eğitimden, girdiği sınavlara kadar incelikli anlatımı ile okuyucuda hakimiyet sağlayan güçlü bir iletişim kuruyor. Anlattığı anıların açıklık bakımından kusursuz olması kitabın samimiyet ve akıcılık yönünü güçlendiriyor. Anıların eğitici bir yanı olduğu da yadsınamaz, farklı insanlar ve durumlar hakkında deneyim sağlayan ve ders çıkarmaya yönelik, eğlendirirken bilinçlendiren anlatımıyla okurlara pek çok şey katıyor.
Türkiye'de işler bu kadar zor değil
Almanya'daki taksi şoförlerinin tüm sokakların, caddelerin, mekânların isimlerini ve yerlerini ezbere bilmek zorunda olduğunu belirten Engin, Türkiye'de işlerin bu kadar zor yürümediğine de değiniyor.
İlki yazılı ikincisi sözlü olmak üzere iki sınava girdiğini anlatırken gece şoförlüğü ile ilgili aldığı eğitimi "pezevenklik eğitimi" olarak niteleyen Engin gece çalışan taksi şoförlerinin yeraltının kirli insanlarıyla bir bağının oluştuğunun da altını çiziyor. "Pezevenklik eğitimi"ni başarıyla tamamlayan taksi şoförümüz Frankfurt sokaklarında rastladığı hemşehrileriyle yaşadığı ilginç bir olayı da şöyle anlatıyor:
-AIDS diye bir şey duymadınız mı siz?
-Duyduuuuuuk!..
-Peki, o kızlar her gün bilmem kaç kişinin altına yatıyor. Hiç düşünmediniz mi onlardan size AIDS geçebilir? Sonra siz de karınıza bulaştırırsınız. AIDS bu kurtuluşu yok.
Sırıttılar. İkisi birden, öylesine hınzırca, öylesine sevimli sırıttılar ki anlatılamaz:
-Müslüman adama AIDS ne yapar ağabey?
İnsanların bakış açılarını, belki de güldüğümüz ağlanacak hallerini eksiksiz yazdığı kitabında anılarından pek çok anlam çıkarılacak kısımlar bulunuyor.
Okuduğum bölüme bir katkı
Bakış açılarını şekillendiren kitabın okumakta olduğum gazetecilik bölümüne her durumda katkı sağlayacağını düşünüyorum. Alternatif meslek ve para kazanma yollarını anlatması, insanlarla kurduğu iletişim tarzını yanlış ve doğrularıyla açıklayarak yazması kitabın benim açımdan verimliliğini artırıyor.
12 yıllık siyasal göçmenliğinin altı yılını taksi şoförlüğü yaparak geçiren Engin bunun dışında birçok meslekte çalışma fırsatı yakaladığından da bahsediyor.
Yaşamını yazı yazarak kazanan Engin 1969'da başladığı gazetecilik hayatında pek çok kez hapse girip çıktı. Ülkede yaşanan darbe sonucu gittiği Federal Almanya'da çevirmenlik, forklift sürücülüğü, hamburger işçiliği, taksi şoförlüğü gibi çok sayıda işte çalıştı. 1991'de Türkiye'ye ve mesleğe geri döndü.
Evin gibi olmuş Mercedes
Cumhuriyet Gazetesi'nde çalıştığı sırada Engin, yıllar sonra söyleşi için gittiği Almanya'da bir taksi çevirdi ve evi gibi olmuş, altı yıllık yoldaşı önünde durdu.
Görür görmez tanıdı Engin yol arkadaşını:
-Hoşçakal ahbap, hoşçakal koçum. Beni unutma. Ben seni hiç unutmadım bak.
İşte böyle vedalaştı Aydın Engin eski dostuyla çünkü bu kitap dostlukların hikâyesini anlatıyordu, sıcaktı, yalındı, gerçekti. Çünkü 'Evin gibi olmuş o Mercedes'i seversin' di."
Aydın Engin'e sonsuz sevgilerle...
(BİANET.ORG – Açelya Köse – 24.5.2022)