Kapitalizm, Kredi ve Kriz
Kapitalizm, Kredi ve Kriz
Şevki Kıralp
[email protected]
Dünya’nın üzerinde döndüğü ekonomik sisteme sermaye eksenli sistem, ya da geleneksel adıyla “Kapitalizm” diyoruz. Adı Kapitalizm ile yan yana duran diğer bir terim ise “Liberalizm”dir. Demokratik rejimlere, insan haklarına, mülkiyet özgürlüğüne ve birleşik pazar ekonomisine dayanan Liberalizm, savunucuları tarafından dünya barışını sağlamlaştırıcı yegâne sistem olarak görülmektedir. Özgür ulusların özgür bireylerinin birbirleriyle ticaret yapmasının ortaklaşa çıkarları artıracağını ve çatışmanın yerini işbirliğinin alabileceğini savunan liberallere göre, ekonomide özel sektörün önü mümkün olduğunca açık olmalı ve ekonomideki devlet kontrolü mümkün olduğunca sınırlandırılmalıdır. Bu da ulusal düzeyde kalmamalı ve küresel bir anlam kazanarak küresel pazarı oluşturmalıdır (Kegley 2007).
Ekonominin küreselleşmesi konusunda iki ana görüş vardır: Milliyetçi görüş ve liberal görüş. Alexander Hamilton küreselleşmeye karşı çıkan milliyetçi görüşün kurucularındandır. Kendisi her ulusun kendi öz kaynaklarını yabancı ürünlerden ve yabancı sermayeden koruması gerektiğine inanır. Ticareti bir kazanma-kaybetme oyunu olarak yorumlar ve bir ulusun ticarette kazanç elde etmesinin diğer ulusları zarara sokacağını öne sürer. Ekonomide amaç olarak devletin güçlenmesini, güçlenen devletin ise vatandaşlarına daha yüksek yaşam standartları sunmasını gösterir. Öte yandan, Adams Smith küreselleşmeyi destekleyen liberal görüşün kurucularındandır. Smith’e ve liberallere göre, ticaretin esas aktörü devlet yerine birey olmalıdır. Ticaret bariyerleri kaldırılmalı ve karşılıklı çıkarlar doğrultusunda kazanç sağlamanın önü açılmalıdır. Liberallere göre, ticaret kazanma-kaybetme oyunu değil, birlikte-kazanma oyunudur. Özellikle uluslararası ortakları olan şirketlerin ortaklaşan çıkarlarının çatışmayı ve savaşı engelleyerek istikrar doğurabileceğini savunurlar (O’Brien R & Williams M 2004).
Liberal Kapitalizm’e yönelen en önemli eleştiriler ise Marksistler tarafından yapılmaktadır. Marksistlere göre, Kapitalizm pek çok sınıfsal ve uluslararası eşitsizliğin kaynağı olarak görülür. Örneğin, Dünya Bankası’nın geçtiğimiz yüz yıla ilişkin verileriyle sabittir ki, dünyanın en zengin 20 ülkesi dünyanın en fakir 20 ülkesinden 37 kat daha zengindir (Dine 2005). Bu görüşlere en çok karşı çıkanlardan birisi Arthur Seldon’dur. Seldon’a göre, Kapitalizm bir şekilde üretim ve ticaret yapmak isteyen herkesi bir şekilde yoksulluktan kurtarır. Bireyler yatırımcı olarak piyasaya yerleşmeye bizzat sistemin kendisi tarafından teşvik edilmektedir. Kendisinin verdiği temel örneklerden birisi de şudur ki, sanayi kapitalizmi ile büyüyen piyasalar her bütçeye hitap eden ve her ihtiyacın bir şekilde karşılanmasına el veren çok seçenekli bir pazar (hem küresel hem ulusal anlamda) yaratmaktadır. Örneğin, bütün ayakkabılar ve bütün arabalar birbirleriyle eşit fiyatta değildir (Seldon 2007).
Tüketim ihtiyaçlarını ön planda tutan Kapitalizm, liberaller tarafından yaşam standartlarımızı arttıran bir sistem olarak nitelendirilir. Kablosuz internetten cep telefonuna kadar günlük yaşamda hepimizin kullandığı ve kazançlarımıza kıyasla çok da yüksek olmayan fiyatlarla edindiğimiz bu ürünlerin icat edilmesine bizzat Kapitalizmin tüketim ihtiyaçlarına dönük üretim anlayışının el verdiğini iddia ederler (Thrift 2005). Yine Seldon’un verdiği bir örnek olarak, İngiliz sağlık sistemindeki aşırı devlet kontrolü, 20. Yüzyılda her yıl on binlerce kanser hastasının ölümünün engellenememesine yol açmaktaydı. Seldon’a göre İngiliz sağlık sistemi özelleşmeye daha açık olsaydı kanser hastalarının ölüm oranı bu kadar yüksek olmazdı (Seldon 2007).
Kapitalist sistemde ticareti en özlü şekliyle açıklayacak olursak, bir ürün belirli bir emek ve maliyet sonrasında imal edilir, satışından belirli bir kazanç elde edilir ve bu kazanç yatırımcının sermayesine ilave edilir. Sermayedeki büyüme üretimi ve kazancı da artırır (LiPuma & Lee 2002). Kapitalizm bu sayede çalışır ve bu temel üzerinde şekillenir. Büyümeyen her sermaye küçülür. Sermayenin hedeflenen üretimi gerçekleştirmekte yetersiz kaldığı durumlarda ise yatırımcılar kredilere başvururlar. Belirlenen sürede elde edecekleri bir kazanç üzerinden hesaplar yaparak kredi alırlar. Alınan kredi ile üretimi gerçekleştirirler ve belirli bir süre sonra kazançları ile kendilerine krediyi sağlayanlara belirli bir miktar faiz öderler. Krediyi alan üretimini gerçekleştirirken yaşayacağı sermaye sıkıntısından kurtularak üretime başlar ve kazanç sağlar, krediyi veren ise aldığı faiz ile kazanç sağlar. Fakat krediyi alanın kazanç sağlayamaması durumunda sadece kendisi değil, krediyi veren de büyük olasılıkla zarara uğrar. Çünkü krediyi veren de kredi miktarını sağlamak için başka bir yerden faiz karşılığında kredi almış, ya da verdiği krediden alacağı faize bel bağlayarak kendisi de alarak başka bir yatırıma girişmiş olabilir. Dolayısıyla, alacak-verecek hesaplarının bir yerde bozulması tek yatırımcıyı etkilemez, aynı anda pek çok yatırımcıyı etkiler. Hepsinin yatırım, ödeme ve kazanç hesapları alt-üst olur. Burada mutlak bir karşılıklı bağımlılık göze çarpar (Carruhters & Stichcombe 1999).
Bu dengeler hem ulusal düzeyde, hem de küresel düzeyde benzer bir döngü akışı içerisinde işler. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, ABD Avrupa’yı ekonomik açıdan kalkındırır ve birleşik bir pazar oluşturmalarını Avrupalılara tavsiye ederken kendi sermayesini büyütmekten başka bir şeyin peşinde değildi. Avrupa kalkınarak ABD ürünlerini satın alabilecek bir pazar haline gelmese, ABD kendi sermayesini büyütme sıkıntısı yaşayacaktı. International Monetary Fund’ın (IMF) ve Dünya Bankası’nın kurulmasındaki hedef, Avrupa uluslarına dünya savaşının yaralarını sararak ekonomilerini tekrar büyütme olanağını tanımaktı. Amerikan dolarının diğer para birimleri karşısındaki üstünlüğünün ticareti zorlaştırmaması adına belirli bir dönem için döviz sabit değerde tutulmuştu. Gümrük tarifeleri küresel ticareti elverişli kılacak şekilde düzenlenmiş, IMF ve Dünya Bankası uluslara kredi sağlamış ve uluslar bu krediler doğrultusunda yatırım yaparak kazanç sağlayarak sermayelerini büyütmüşlerdi. Tabi bütün bu küreselleşme ve ekonomik bütünleşme, bu kez küresel anlamda karşılıklı bir bağımlılık yaratmış ve bütünleşmiş ekonominin bir yerindeki bir aksaklığın etkilerinin de küresel boyutta hissedilmesinin önü açılmıştı (LiPuma & Lee 2002).
2000’li yılların ortalarında patlak veren ve etkileri değişik sektörlerde pek çok ülkeyi etkileyen ekonomik krizin temel sebeplerinden birisi “Mortgage” kredileriydi. Geçtiğimiz birkaç on yıla kadar, insanlar gerek döviz değerlerindeki değişkenliklerden dolayı, gerek emlak piyasasındaki değer değişkenliklerinden dolayı, doğru zamanda yatırım yapmamış olmanın getireceği maddi zararlardan uzak durmak için, ev satın almak yerine ev kiralamayı tercih ediyorlardı. “Mortgage” kredileri insanları ev satın almaya teşvik etmek için tasarlanan bir yöntemdi. Ödeme süresinin uzun olması ilk başta insanlara cazip gelmiş ve pek çok insan bu kredilere başvurmuştu. Bankalar “Mortgage” programlarının satışından elde edecekleri faiz kazancının cazibesi ile daha büyük finans sektörlerinden kredi alarak müşterilerine kredi sunmuşlardı. Ancak, kredileri alan müşterilerin büyük bir çoğunluğu bankalara gereken ödemeleri gereken zamanlarda yapamayınca bankalar da finans sektörlerine gereken ödemeleri yapamamışlardı. Bu da kredi alan banka müşterilerinin yatırımlarının aksaması kadar bankaların yatırımlarının aksamasını ve finans sektörlerinin yatırımlarının aksamasını beraberinde getirdi (MacKenzie 2008).
Gerek finans sektörleri, gerek bankalar, gerekse banka müşterileri “Mortgage” kredilerinin cazibesine ve yanılsamalarına kapılmışlardı ve bu yanılsamalar üzerine inşa edilen yatırımlar ve alınıp verilen krediler zincirin bütün halkalarına zarar olarak yansımıştı (Nesvetailova 2008). Günümüzde krizi aşmak için pek çok hükümet kurtarma paketleri alarak özel sektörü büyütmeye (devlet kurumlarını satarak) çalışıyor. Dünya çapındaki kriz herkesi bir şekilde etkiliyor. Şirketler iflasın eşiğine geliyor, işsizlik artıyor, alım gücü düşüyor ve piyasalar durgunlaşıyor. Bu girdaptan çıkışın tek yolu ise para akışının yeniden sağlanmasıdır. Sonuç olarak, pek çoğumuz anti-Kapitalist olmaya çalışsak da, içerisinde yaşadığımız dünya Kapitalizm temelli bir dünya olup pek çoğumuz öyle ya da böyle Kapitalizm’in bir parçası halindeyiz. Ve Kapitalist sistem karşılıklı bağımlılıklara dayandığından dolayı, birimizi etkileyen bir durum aynı zamanda pek çok kişiyi de etkilemektedir.
--------------------------------------------------------------
Kaynakça
Carruthers, B. & Stinchcombe, A. (1999) The social structure of liquidity: Flexibility, markets, and states. Theory and Society, 28, 353-382
Dine, J. (2005). Companies, International Trade and Human Rights. Cambridge: Cambridge University Press.
Kegley, C. (2007). Globalization of World Politics: Trend and Transformation. Belmont: Thompson Wadsworth.
Langley, P. (2008). The Everyday Life of Global Finance: Saving and Borrowing in Anglo-America. Oxford: Oxford University Press.
Lee, B. & LiPuma, E. (2002) Cultures of Circulation: The Imaginations of Modernity. Public Culture, 1, 14, 191-213.
MacKenzie, D. (2008). End-of-the-World Trade. London Review of Books, 8 Mayıs, [οnline] erişim: http://www.lrb.co.uk/v30/n09/mack01_.html
Nesvetailova, A. (2008). The End of a Great Illusion: Credit Crunch and Liquidity Meltdown. Copenhagen: Danish Institute for International Sudies, [οnline] erişim: http://www.city.ac.uk/intpol/Staff/Nesvetailova.html
O’ Brien, R. & Williams, M. (2004). The Global Political Economy: Evolution and DynamicsBasingstoke: Palgrave MacMillan.
Seldon, A (2005). Capitalism: A Condensed Version. London : IEA.
Thrift, N. J. (2005) Knowing capitalism. London: Sage.