Kaptanlık Seçimleri
Kaptanlık Seçimleri
Tufan Erhürman
[email protected]
Lise yıllarından yüzüm kızararak hatırladığım anılardan biridir kaptanlık seçimleri. Türkiye’ye yüksek öğrenim için gittikten sonra oralarda bu “makam”a kaptanlık adının verilmediğini öğrenip, bu sözcüğün bize sömürgeci İngilizlerden kaldığını fark ettiğim zaman canım sıkılmaya başlamıştı önce. Ama sıkıntı bununla sınırlı kalmadı elbette. Geriye dönüp de, “ne yapmıştım ben o zaman” diye kendime sorduğumda, verdiğim yanıtlar hiç de hoşuma gitmedi.
Seçimlere katılan dört adaydan biriydim. Arkadaşlarımın yardımıyla gece yarılarına kadar uğraşıp hazırladığımız kâğıttan rozet ve şapkaları, özellikle birinci ve ikinci sınıflardaki öğrencilere dağıtarak, onlardan bize oy vermelerini talep ediyorduk. Sınırlı da olsa birtakım vaatlerimiz vardı. Örneğin daha fazla “parti” ve gezi düzenleyecektik. “Onun dışında ne yapacaksınız” diye sormuş muydu birileri? Doğrusu anımsamıyorum şimdi! Ama sordularsa bile, verilecek bir yanıtımızın olduğunu sanmıyorum. Çünkü daha aday olduğumuz gün aslında biz de çok iyi biliyorduk kazanmamız durumunda herhangi bir şey değişmeyeceğini.
Okulun kurulu bir düzeni vardı ve biz, o düzen içerisinde “kaptan” olan kişiye verilen görevleri yapmaya talip oluyorduk sadece. Neler miydi bu görevler? Hatırlayabildiklerim, milli bayramlarda bayrak taşımaktan ve mezuniyet töreninde büyük ölçüde edebiyat öğretmeni tarafından hazırlanmış olan bir konuşma metnini okumaktan ibaret. Peki çok mu meraklıydım ben bu görevleri icra etmeye? Elbette o zamanki düşüncelerimle şimdikiler tam olarak örtüşmüyor ama sanırım o zamanlarda da çok meraklı değildim bu işlere. Bu durumda, besbelli ki başka bir şeyler yaratmıştı bende bu kaptan olma merakını. Zaten şimdi geriye dönüp de hatırladığımda olan biteni, tam da o “başka bir şeyler” kızartıyor yüzümü.
Moda deyimiyle “özeleştiri” yapar ya da “geçmişle hesaplaşırsam”, bulabildiğim ilk şey makam, mevki merakı. Bir de insanlardan saygı görme, onlar tarafından takdir edilme, belki en önemlisi bir yarış kazanma dürtüsü. Seçimi kazandıktan sonra ne yapacağıma dair en ufak bir fikrim olmasa da, bizatihi seçimi kazanmanın benim için son derece önemli olduğunu hatırlıyorum bugün. Seçimi kazanacak, kaptan olacak, okulun içinde yalnızca bir kişinin taşıyabileceği o unvanı ben taşıyacaktım. Bunun “doğal” sonucu, diğer öğrencilerin beni farklı görmeleri, takdir etmeleri, bana bir tür saygı duymalarıydı. O zaferi kazanmak, o takdir edilme duygusunu tatmak istiyordum, hepsi bu.
Bir de, dönemin müdür muavinin, kaptanlık seçimlerinin bize demokrasiyi öğretmek amacıyla tertip edildiğini söylediğini hatırlıyorum. Şimdi düşünüyorum da, KKTC milli eğitiminin en büyük başarılarından biri bu olsa gerek! Gerçekten de o seçimler bizi KKTC demokrasisine çok iyi hazırlamış, bu ülkede demokrasinin çarklarının nasıl işlediğini öğrenmemizi sağlamıştı. Bugün siyasi partilerin yandaşlarına dağıttıklarından çok daha ucuza gelse de, rozetler ve şapkalar dağıtarak tavlamaya çalışmıştık seçmenlerimizi. Okul idaresinin izni olmaksızın gerçekleştiremeyeceğimizi bilsek de, daha çok parti ve gezi düzenlemeyi vaat etmiştik. Seçimi kazandığımızı öğrendiğimizde, “zafer”imizi, birbirimize sarılarak ve seçileni havalara atarak, omuzlarda taşıyarak kutlamıştık.
Ve nihayet seçim bitti! Sonra biz, milletvekili seçilebilmek için elinden geleni ardına koymayan ama seçildikten sonra Meclis toplantılarına dahi katılmayan milletvekilleri gibi, bütün heyecanımızı kaybettik. Ne okul idaresinden izin almadan yapılabilecek ciddi bir şey, ne de yapılabilecek sınırlı şeyleri yapmaya heves kalmıştı. Dahası, seçilmiş biri olarak ben, resmen okul idaresinin emrine girmiştim. Arkadaşlarımın taleplerini idareye iletmek ve onların gerçekleşmesi için mücadele etmek yerine, idarenin emirlerini arkadaşlarına ileten ve onların emirlere uymasını sağlamaya çalışan bir kişiydim artık. Bu arada onların taleplerini idareye iletmeye dahi cesaret edememekten ve o taleplerin gerçekleşmesi için bir şey yapamamaktan pek muzdarip değildim doğrusu. Çünkü her sorduklarında, “idareyi biliyorsunuz işte” diyerek ikna edebiliyordum onları. Nasılsa, okulu yönetenin seçilmiş bir kişi olarak ben değil, idare olduğunu herkes biliyordu! Ama idarenin emirlerini yerine getiremediğim zamanlarda çok müteessir olduğumu hatırlıyorum. Okul yöneticilerinin gözünden düşmekten ve “sen nasıl kaptansın” sorusuna muhatap olmaktan fena hâlde ürküyordum. Öyle ya, bizler çocuktuk ve büyükler her şeyi bizden çok daha iyi biliyorlardı. Onlar beni kaptan olarak muhatap aldıklarına göre, ben de diğer çocuklarla bu büyükler arasında bir yerlerde duruyordum ve altımdaki zemin son derece kaygandı. Yeniden çocukların arasına düşmemek ve büyüklerin lütfedip beni muhatap almalarının tadını çıkarabilmek için elimden ne geliyorsa yapmalıydım.
Sanırım bu yazıyı buraya kadar okuma zahmetine katlanan her okuyucu anlamıştır ne demek istediğimi. Bizim 17 yaşında yaşadığımız kaptanlık seçimlerinin, KKTC’de koca koca insanların katıldıkları kurultay yarışlarından, seçimlerden hemen hemen hiç farkı yoktu. Yine de o 17 yaşındaki çocukların hakkını yemek istemem tabii. Bir tür “mertlik” vardı bizim katıldığımız yarışta. Okul idaresinin taraflardan herhangi biri lehine müdahalesi herkesin tepkisini çekiyordu. Benim katıldığım seçimden bir yıl önceki seçimde, adaylardan birinin adaylığına izin verilmemesinin öğrencileri ciddi biçimde rahatsız ettiğini hatırlıyorum mesela. Hatta seçimi kazanan kişi bile sevinememişti seçildiğine. Çünkü oyun bozulmuştu ve o şartlarda kazanmanın hiçbir manası yoktu.
Belli ki insanın yaşıyla mertlik ters orantılı bu topraklarda. Ya da yaş ilerledikçe, hırs daha da artıyor. Bugün seçimi kazanmak için vasinin müdahalesinden medet ummakta, bu müdahale gerçekleştiği zaman bundan gurur duymakta bir beis görmüyor koca koca insanlar.
Ayrıca, buraya kadarki kısımda kendimi ve o 17 yaşındaki hâllerimi yerden yere vurdum ya, bu noktada bir de öğünme payı çıkarmak istiyorum şahsiyetime. Henüz 42 yaşındayım (bilindiği gibi, başka ülkelerde değilse bile, bu ülkede siyaset için çocuk sayılırım hâlâ!) ama geriye dönüp bakarak öz eleştirimi yapabiliyorum, o hâllerimden utanç duyduğumu herkese söyleyebiliyorum. Hiçbir halta yaramayacağını baştan bildiğim bir makama aday olmaktan da, kazanma hırsına yenilmekten de, seçimi kazandığımız gün yaşadığımız (bana Cemal Bulutoğulları’nın Lefkoşa Belediye Başkanlığı seçimini kazandığı gün Demokrat Parti Genel Merkezi’nde yaşanan sevinç gösterilerini hatırlatan) abartılı sevinçten de, kazandıktan sonra beni seçenler için kayda değer hiçbir şey yapmamış olmaktan da, kaptanlığı okul idaresinin verdiği emirlere uymak ve uyulmasını sağlamak olarak algılamaktan da, okul idaresinin diğerlerini değil de beni muhatap almasından keyif almaktan da utanıyorum bugün. Keşke o yaşta bütün bunların çok ciddi zaaflar olduğunu fark edecek bir olgunluğa sahip olabilseydim diye düşünüyorum.
Dahası, bu utancı, Coetzee’nin dediği gibi bir varoluş konumu olarak kabul ediyor ve bir daha aynı şeyleri yapmamak, aynı duygulara esir olanları her fırsatta uyarmak için elimden geleni ardıma koymuyorum. Açıkça söylemek gerekirse, bir manada, utanmayı becerebilmekten gurur duyuyorum.
Tevazuya hiç gerek yok. Dosdoğru söylemekte beis görmüyorum: Benim yaşımın iki katına yaklaşmış insanların benim bugün başarabildiğimi, yani utanmayı bir türlü başaramadıklarını görünce, göğsüm hafifçe şişiyor, içimi tuhaf bir huzur kaplıyor. Kısası, her gün biraz daha fazla artıyor gururum!!!