KAR, KARS, KARS- I HÜZÜN*
...benim için bir şehrin bana verdikleri, bana neler düşündürdüğü ile ölçülür.
Pervin Yiğit
[email protected]
KARS
Öyle güzel ki ölürüm artık
Beyaz uykusuz uzakta
Kars çocukların da Kars’ı
Ölüleri yağan karda
Donmuş gözlerimin arası
Sen küçüğüm sımsıcak
Ne derler ona – bu kızakta
Boyuna türküler yakıyorsun ya
Sanki her türküden sonra
Hohlasan gök buğulanacak
Anla ki her durakta
Yok sınırları aşkın
O iyi yüzlü Tanrı
Beklesin dursun bizi
Kurduğumuz rahat tuzakta
Nasıl olsa yine bir gün
Döneriz bu yollardan geri
Senin bir elinde bir mendil
Öbüründe kuş sesleri
Cemal Süreya
“Doğu”da “Batı”lı
Belki biraz Batı’nın kültürel hegemonyasını kabul etmek istememden biraz da son yıllarda baskısını artıran İslam dinine gösterdiğim tepkiden, gezmek görmek istediğim yerler hep Batı’dadır. Geçtiğimiz ay ise bir farklılık yaparak kalabalık bir arkadaş grubuyla çok heyecanlı bir şekilde Kars tatili planladık. Kars, benim için “en doğu” olacaktı; Türkiye- Ermenistan sınırına bakmak olacaktı, en önemlisi de Kars bana çok sevdiğim ve hep özlediğim kar altında yürüyebilmeyi vaad ediyordu. Peki, bir tarafımın geldiği topraklara komşu, sosyal olarak yıllarca bastırılmış, siyasi olarak görmezden gelinmesine uğraşılmış, Rus, Azeri, Kürt, Malakan ve Türkmenler’in renklendirmiş olduğu bir şehir bana aslında ne verecekti? Bu düşüncelerle beraber, yıllar önce okuduğum Orhan Pamuk’un Kar kitabını karıştırarak tatil başladı.
Elbette bu yazı bir tatil günlüğü yazısı değil; size Kars’ta ne yenilir, ne içilir, nerelere gidilir diye tavsiyeler vermeyeceğim, amacım orada hissettiklerimi aktarmak. Nasıl olsa bir yerde ne gördüğümüzü unuturuz ama o şehirde neler hissettiğimizi unutmayız bu yüzden benim için bir şehrin bana verdikleri, bana neler düşündürdüğü ile ölçülür.
Biz Kars’a Doğu Ekspresi ile Ankara’dan 26 saat sürecek trenle gitmeyi tercih ettik. Fakat yıllardır boş seyahat eden bu trende, normal yollardan bilet bulmak artık imkansız olmuştu; ya karaborsa ya da aylar öncesinden vagonları toplu şekilde rezerv eden turizm şirketleri aracılığı ile alınan biletler popüler kültürün dokunduğu şeyi yozlaştırdığını bir kez daha kanıtladı. Uzun uğraşlar sonucu karaborsadan aldığımız biletlerle trene binmek için önce Ankara’ya gittik. Ankara’ya vardığımızda yanımda oradaki öğrencilik yıllarımda ev arkadaşım olan birinin olması bir yere ait olma ve oraya yabancı olma arasında kalmışlık hissimi güçlendirdi. Pervin ve Münü olarak kim bilir kaç kez yapmıştık Ercan- Ankara yolculuğu, Esenboğa’ya inerkenden valizin içinden atkı ve eldivenlerimizi çıkarıp Havaş’a binmeden o soğuk havayı içimize çekerek kaç kez sigara içmiştik. Yaklaşık 20 yıl sonra bu kez yine aynı ikili, içinde kutu sütü ve hellimler olan valizlerimizi sürükleyerek Bahçeli’ye evimize gidemedik. Her şey tanıdıktı ama artık her şey çok yabancıydı ve o his, tren kalkana kadar beni çok rahatsız etti, kendimle baş başa kalmamak için sürekli etrafımdakilerle konuştuğumu hatırlıyorum. Neyse ki bir kaç sat sonra Doğu Ekspresi’ne “Batılı” turistler olarak bindik.
Trende tüm uyarılara aldırmadan, trenin kapısını açıp, sarkarak fotoğraf çeken gençler de vardı, instagram olmasa o trene hayatı boyunca binmeyecek olanlar da. Bu insanlara sinirlenmeyi bırakıp, onlara acıma safhasına geçtiğim için keyfimi bozmayışıma sevinerek, İç Anadolu’nun bozkırına odaklandım. Şanslıyız ki, gecenin karanlığında bize göre zaten “izlemeye değmeyen” yerleri geçtik ve ertesi sabah güneşin doğması ile o muhteşem manzara başladı ve bizi sürekli hayret içinde bırakarak saatlerce Kars’a varıncaya kadar devam etti.
Bu tren neler görmüştü? Yokluk içinde köylerinden göç edenleri, okumaya giden çocukları, çuvallar dolusu turşu, peynir, tereyağı, erzak taşıyan işçileri... Türkiye’nin yakın tarihinin gözlemleneceği, doğu batı dualitesinin apaçık izleneceği doğu ekspresinde, “Batılı” bizler tatile gidiyorduk. Sanırım beni bu kadar derin düşüncelere sürükleyen sebep, o çocuklardan birinin kızı olarak 50 sene sonra aynı güzergahta ama tamamen farklı koşullarda ve “sınıf”ta seyahat etmekti.
Bir başkasının yaşam alanını bir yabancı olarak deneyimlemek (bunu sevsem de) aslında bana huzursuzluk verir. Kıbrıs’ı kumar, deniz ve güneş olarak özetleyen turistlerin varlığından hoşlanmıyor oluşum, doğu ekspresi boyunca oradaki halka empati yapmamı sağladı. Bizim muhtesem bir manzara dediğimiz karda, yaşamak, okula gitmek ve dışarıda çalışmak zorunda olan insanların olduğunu düşünmek belki batılı bir turist olmanın gerekliliği değildi, ama beynimi devre dışı bırakıp o “an”a odaklanmayı her zamanki gibi başaramadım.
Huzurlu, dingin, büyüleyici tanımladığımız Kars havasının, orada yaşayanlar için aslında bir işkence olduğu, yaşamak zorunda oldukları için besledikleri hayvanların yemlerini kardan korumak için o soğukta naylonlarla örttüklerini görmemle belirginleşti. Karşıma aynı karenin iki farklı yansıması çıktı. Bir yabancı için geçici süreliğine sevilen koşullar, içinde sürekli yaşamak zorunda kalan bir diğeri için zorluktan başka bir şey ifade etmiyordu. Baf Kapısına, Lokmacı’ya bakıp “ay ne enteresanmış” diyen ve akşam kumarhanede bedava viski içen insanlar ve bizim gibi sınırları hayatının ve mentalitesinin her köşesinde hisseden insanların gösterdiği ikilem, benim için bu kez farklı rolde (bir yabancı) olduğum yerde kendini göstermişti.
Beyaz hüzün
Yahya Kemal Beyatlı Varşova’da yazdığı “Kar Musikileri” şiirinde oradaki karın insana keder verdiğinden söz eder. “Duydumsa da zevk almadım ıslav kederinden” diyen Beyatlı’nın aksine, ben Kars’ın kederini hem duydum hem de bundan zevk aldım, daha doğrusu Kars’ın beyaz hüznü bana yabancı gelmedi. Kafka’nın Prag’ı bile kar altında bana bu kadar kederli görünmemişti; belki de Avrupa’daki hüzne yabancı oluşum onu idrak etmemi engellemiş, onun yerine Kars’ın karı, kederi bana daha tanıdık gelmişti.
Kars’da kaldığım süre boyunca sanki orada karın yağması hiç bitmiyormuş gibi, Kars hep beyaz kalıyormuş gibi hissettim. Geniş ama ıssız sokaklar, devasa görünümüne hiç bir ülkede alışamadığım Rus mimarisi, düzenli caddeler ile akşamları sarı ışıkla kar beyazının birleşmesi, insana biraz ürkütücü biraz sakinleştirici bir his veriyordu. Konuşkan ve cana yakın esnafın yanında aklımızda diğer kalan uzaktan korkutucu görünen kocaman sokak köpeklerinin bize korumacı ve tanıdık gibi yaklaşmalarıydı. Kars görünen kısmı korkunç, soğuk, mesafeli iken yaklaşınca ısınan ve ısıtan bir şehirdi. Karın yanında bu ikilem de Kars’a hüzün veriyordu; ama bir sebep daha vardı; şehrin yaşamış oldukları.
1980 sonrası, Kars civarından toplanan devrimciler o ihtişamlı Rus binalarında işkence görmüş, iki tanesi de işkence ile öldürülmüş. Ermeni soykırımı, hatta o kadar eskiye gitmeyelim bir kaç sene önce ucube denilerek yıkılan insanlık anıtı Kars’ın yaşadıklarından bazıları. Neyse ki kar o kadar kalın ki tüm bu utancı kapatıyor. Bu tek düze beyazlık insanın hareketlerini yavaşlatıyor ve hayat fonda kötü anılarını dinleyen ağır çekim bir sanat film gibi akıyor.
Ucube
2006’da Kars’ın Ermenistan’dan da görülebilecek bir tepesine “İnsanlık Anıtı” isminde 25 metre uzunluğunda bir heykel yapıldı. Heykel biri savaşçı biri barışçıl iki insanı kucaklaşmak üzere gösteren sözde Ermenistan Türkiye ilişkisini düzeltmek amacıyla bana göre ise amatörce göz boyamak için yapılan devasa bir anıttı.
Ressam Sevinç Altan’a göre “heykel ortadan ikiye bölünmüş bir insanın, bölünen parçaların karşı karşıya konularak kendi kendine düşman edilmesini simgeliyor. Aralarındaki boşluk bir duvar gibi onları ayırıyor. Boşlukta uzanan el insanlığa uzanıyormuş gibi tutulmayı bekliyor...” (1) Bir heykeltraşın işlerini değerlendirecek kadar hadsiz değilim, sadece sanatın bu kadar korkutucu, iktidar dili üreten, devasa ve tahakküm kuran bir formda olmaması gerektiğini düşünüyorum. Heykel sözde “insanlık” anıtı olup Ermenistan’dan görünecek olsa da heykeltraş Mehmet Aksoy’un açıklamalarında “Ermeni halkı” hiç bir zaman geçmedi. Barışçıl diye nitelenen heykel aksine şehitlik ve savaşlarla anlam buluyordu. Mehmet Aksoy heykeli savunmak için militarist bir açıklama yapmış; “Sarıkamış’ta, Kars’ta, Çanakkale’de ölen tüm şehitlerimizin barış arzularını, ruhlarını göğe yükseltiyor bu anıt. Savaşları mahkum ediyor” demişti. Bana göre şehitler üzerinden savaş karşıtlığı yapmak ve totaliter bir dil ile Ermeni halkını gözardı ederek Ermenistan’a mesaj vermek, Türkiye’nin son 15 yıldaki iktidar diliyle benzeşmekten başka amacı olmayan bir eylemdi.
Anıt heykellerin kazanılmış bir savaş ya da “hak” edilmiş bir barıştan sonra yapılması, onu toplumsal kıldığı için, bireyi de baskılayıcı bir niteliğe bürünür. Etnik, milliyet, cinsiyet ayrımcılıkları üzerinden barışı, savaşı, kudreti, zaferi, ölümü tanımladığı için, anıt heykeller aslında evrenin bütünleyiciliğine karşıt durumdadır. Sanatın başka bir dil ile bu bütünlüğü sağlamlaştırması daha doğrusu her şeyi; insanı, doğayı, birleştirmesi karşısında, anıt heykellerin yaratmaya çalıştığı ayrımcılık ve ikircilik insanın algılayışı üzerinde baskı kurar. Bu yüzdendir ki ben iki ayrı beden formunda yapılmış eserlerin barış dilini konuştuğunu hiç bir zaman düşünmedim. Söz konusu barış ya da insanlık ise metafor olarak kullanılacak nesnelerle sanatın birleştirici gücünün buradaki mesajı daha anlaşılır verebileceğini savunuyorum. Yine de insanlık anıtı üzerinde konuşursak, devasa bir formda, yukarıdan bakarak eril bir tahakkümle insanı korkutma amacı taşıyan bir anıtın, sanatsal değerini göz ardı ederek, farklı söylemlerle barışı yüceleştirmesi de olasıydı. Fakat dönemin MHP’li il başkanının anıtın neyi simgelediği sorusuna verdiği “Tarihte Ermenilerle Türkiye arasında bir savaş yaşanmadı ki. Bu anıt neyin barışını simgeliyor ben anlamadım” cevabı bu durumu da ortadan kaldırdı. (2)
Sonuç olarak Erdoğan’ın Kars gezisinde heykeli ucube olarak tanımlaması ile başlayan tartışmalar sonucu heykel, insanlığı öne çıkarmaya çalışırken Ermeniler’e karşı verilen tavizi öne çıkardığı içi suçlandı ve “Allahuekber” sesleri eşliğinde önce başı kesilerek yerle bir edildi. Ermenistan’daki soykırım anıtına cevap olarak barışçıl bi mesaj vermesi planlanırken, bir yandan sanatsal değeri ile ilgili tartışmalar bir yandan “ucube”lik tartışmaları ile değiştirilen gündemle yıkılan insanlık anıtı, Türkiye Ermenistan sınırının açılmasına dair umutları da yıktı.
Fiziksel-Ruhsal Sınırlar
Sınır komşu devletlerin topraklarını birbirinden ayıran çizgi olarak tanımlanır. Bu çizgi, bazen hayali, bazen somut varlıklarla anlam bulur. Sınırlar, dikenli teller, toplar, tüfekler; cansız ama canlıları koruyabilen bu nesnelerle süsleniyor. Tarih bu sınırların olmadığı zamanları hatırlasa da, bir zamanlar “komşu” ülkenin insanlarının beraber yaşadığı alanların güvenliği, anlaşma(zlık), soykırım, göç gibi olaylardan sonra, ancak sınırlar aracılığı ile sağlanıyor. Sonra da bu çizgiler sonsuza kadar orada insanların hayatlarına yön vermek üzere görevlendiriyorlar. Bir başka deyişle, insanın kendisinin yarattığı bu sınırlar, soyut olarak büyüyerek insanı yutan, bilincinin etrafına görünmez çizgiler çizen, insandan bile daha güçlü bir varlığa sahip oluyorlar.
Hem Kars’daki heykelin yıkılması hem de geçtiğimiz yıl Ankara’daki insan hakları anıtının 430 gün polis bariyerleriyle çevrelenmesinin sebebi, insanların, yarattığı cansız yapıtları tehdit unsuru olarak görecek kadar bilinçsiz olmasıdır. Kabul ediyorum ki insanın kendi yarattığı şeyden korkması dinlerin temeli olmakla beraber, insanlığın varoluşu kadar eskidir. Yine de aklıma takılan sorular var; 2019 yılında, bu cansız varlıkların hangi güçle bizi sarmaladığını sorgulayacak kadar evrimleşmedik mi? Daha ne kadar bilinçlenmemiz gerekiyor yarattıklarımıza köle olmamak için?
Sonuç:
İnsan bugünlere aklını kullandığı için evrimleşerek ulaştı. Fakat bu zekasına rağmen, hala içindeki vahşeti ve bencilliği yok edemeyerek, hatta bundan beslenerek, etnik köken, milliyet dil, din, ırk üstünden yapılan ayrımcılıklarla kendini tanımlayıp, bu sebeple dünyayı her geçen gün daha yaşanılmaz bir yer yapmakta. Biz ve diğerleri ayrımı ile sahip olduğumuz bilincin tüm avantajlarını yok etmek için canla başla çalışıyoruz. Kuzey, güney, Türk, Kıbrıslı, Hristiyan, Müslüman derken sonsuz ikilikleri içinde kendimize bir yer bulmak için, önce diğerinin canını yakmaya çalışıyoruz.
Dünyanın en kötü sesi barış için şarkılar söylese ya da en kötü anıtı insanlık için ayakta dursa ne kaybederiz ki? Savaşı hatırlatan Kars kalesi’nin karşısında duran insanlık anıtı belki barışı getirmeyecekti ama oradan kaldırılması ile beraber barışa ve insanlığa dair umutları da yıktı. Keşke Kars’ın yaşadıklarına bir de bu anıtın yıkılmasının verdiği utanç eklenmeseydi de Kars gezisinden sonra aklımda kalan o heykelin griliği olsaydı. Kars’ın hüznü ne beyaz ne de gri; Kars’ın rengi tezek yakılan odun sobaları ile ısınmaya çalışan, yarısı kar altında kalmış tek katlı evlerin bahçesinde yığılı samanların etrafındaki naylonların mavisi.
*Başlık, Orhan Pamuk’un Kar kitabından esinlenerek konulmuştur.
Kaynakça:
1.Heykelin detaylı bir eleştirisini ressam Sevinç Altan’ın soldefter’de yayımlanan yazısından okuyabilirsiniz. http://www.soldefter.com/2011/02/10/ucube/
2.https://m.bianet.org/bianet/sanat/129659-insanlik-aniti-yikilirken