Karakum’daki St. Basil Kilisesi yanında bulunduğu söylenen insan kalıntıları için Kayıplar Komitesi inceleme yapacak
Karakum’daki tarihi St. Basil Kilisesi’ne ait bazı insan kalıntılarının, bu kilisenin hemen yanında inşaat yapmakta olan bir kurum tarafından bulunarak alınmış olduğu, Kayıplar Komitesi’nin ancak medya aracılığıyla bu durumdan haberdar olduğu yönünde Kıbrıs Postası gazetesinin haberi üzerine, Kayıplar Komitesi’nin konuyla ilgili çalışma başlattığı öğrenildi.
Kıbrıs Postası gazetesinin önceki gün yayımladığı haberde “Yapılan kazılarda kafatası ve kemikler ortaya çıktı” başlığı altında, kilise yanında yürütlen kazıda pek çok kafatası ve insan kemiğinin günyüzüne çıktığı ve bu kemiklerin kimler tarafından toplandığının bilinmediği” belirtilmişti. Gazete, bu kalıntıların bazı Kıbrıslırum “kayıplar”a ait olabileceği hakkındaki söylentilerden söz ederken, kemiklerin Kayıplar Komitesi yetkilileri tarafından değil, başka kişiler tarafından toplandığına dikkati çekmişti.
Konuyla ilgili olarak Kayıplar Komitesi’nin inşaatı yürüten kurumla temasa geçerek çalışma başlattığı ve bu konuda arkeologlar ve antropologların inceleme yapacağı öğrenildi.
Sözkonusu alandan üç metre derinliğinde toprak alındığı ve buraya sözkonusu üniversitenin bir kütüphane binası yapacağı da belirtiliyor.
Bulunduğu söylenen insan kalıntılarının antik olabileceği, kiliseye ait eski bir mezarlıkta gömülmüş olan insanlara ait olabileceği kuvvetle muhtemel. Geçmişte, Kıbrıslırumlar, kiliseye bitişik bir alana ölülerini defnetmekteydiler. Pek çok kilisenin avlusunda bu yüzden eski mezarlıklar da bulunuyor.
Şu anda Gençlik Merkezi olarak kullanılmakta olan Kızılbaş’taki (Trahona) Panaya Kilisesi’ne ait mezarlık da, geçtiğimiz yıllarda yol genişletme çalışmaları gerekçesiyle ortadan kaldırılmıştı… Kiliseye ait bir mezarlık olan bu yere insanlar gömülmüştü ve kilisenin avlusunda da bazı gömüler bulunmaktaydı…
İki Toplumlu Kültürel Mirası Koruma Teknik Komitesi’nin adamızın kuzeyinde ve güneyinde yürüttüğü tarihi ve kültürel mirası koruma ve restore etme çalışmalarının yıllardır sürüyor olması, bu konuda doğal bir “farkındalık” yaratmış bulunuyor ve bu konularda sosyal medya paylaşımları da, kültürel mirasa vurulan bu tür darbelerden toplumlarımızın ve dünyanın haberdar edilmesini sağlıyor…
Nitekim bu konuda ilk tepki Kültürel Mirası Koruma Teknik Komitesi Eşbaşkanı Ali Tuncay’dan gelmiş ve kilisenin inşaat sonrası içler acısı halini gösteren bir fotoğrafla birlikte sosyal medyada şöyle yazmıştı:
“Karakum'da tarihi bir kilisenin hemen dibinde başlatılan ve bu tarihi eseri neredeyse yok edecek bir inşaat çalışması. Ve bu çalışmaya izin veren/göz yuman/kontrol etmeyen kurum ve bürokrasiden kim hesap soracak. Burada en büyük sorumlu bu inşaatı yapan değil bu çalışmanın yapılmasına izin veren mercidir. Biz ekonomik gelişmenin, insanın, tarihin ve çevrenin denge içinde olduğu yaşanılabilir bir vatan istiyoruz…”
Ali Tuncay’ın bu açıklaması, sosyal medyada geniş etki yaratmış ve pek çok kişi bunu paylaşarak, tepkisini dile getirmişti.
Araştırmacı yazar, arkeolog Tuncer Bağışkan da dün, sayfamıza aldığımız iki fotoğrafı paylaştı… Bunlar Karakum St. Basil Kilisesi’nin 2017’de ve 2019’daki halini gösteriyor… Biz de Tuncer Bağışkan’ın paylaştığı bu resimleri paylaşıyoruz…
BASINDAN GÜNCEL…
“Kayıp ve yas…”
Osman ELBEK
Derdine derman olmaya çalıştığı hastayı kaybetmek bir hekimin en zorlu anlarından birisidir.
Kuşkusuz her hekim, meslek yaşamında sayısız kez böylesi bir deneyim yaşar. Daha önemlisi bu deneyimleri ona ölüm gerçeğini kabullendirir. Ölen kişi için değil ama ölüm karşısında görece bir mesleki duyarsızlık geliştirir.
Yine de her ölüm her hekimi yorar. Ancak ölen hastanın yakınlarını yorduğu ve üzdüğü kadar değil elbette. Ne de olsa hekimliğin sırrı, empati ile sempatiyi birbirinden ayırmakta gizlidir.
Sempati duyduğunuz kişiye hekimlik yapmak çok zordur. Zaten bu nedenle hekimler, sempati duydukları akraba, dost ve tanıdıklarını sıklıkla kendileri takip etmezler. Hele ameliyat gibi, onların beden bütünlüklerini bozacak işlemleri onlara yapmaktan imtina ederler. Çünkü her meslekte olduğu gibi bir mesleği icra edebilmek için “mesleki körlük” gereklidir. Yeter ki bu körlük, dozunda ve yerinde olsun. İnsansız ve insafsız bir mesleki varoluşu şekillendirmesin…
Oysa bir insanın annesini, babasını, daha acısı çocuğunu ya da eş, dost, tanıdığını kaybetmesi çok daha zordur.
Gidenin ardından bu dünyada kalan kişiler açısından kaybın ağırlığını belirleyen kaybedilenin kimliğidir. Yitip giden, geride kalan kişiler için ne kadar önemliyse, onlar için ne kadar fazla bir değer taşıyorsa kaybın acısı o kadar katlanır.
Öte yandan kaybın ardından yaşanan yas ve matem, geride kalanlara yitirilme gerçeğini içselleştirmeyi ve yaşamın yitip gidenin eksikliğiyle sürdürülebilmesini mümkün kılar. Tutulan yas, yitirilene karşı yönelen sevgi ve değerin, zaman içerisinde başka kişi, an ve anlamlara yöneltilmesini ve bu sayede hayatın sağlıklı biçimde devam etmesini sağlar.
Şok ve inkâr
Benlikte travmaya neden olan her kayıp bir “şok” ile başlar. Kişi duyduğuna, gördüğüne, apaçık ortada duran gerçeklere inanmaz. Gerçekliği anlamsız biçimde reddeder.
Garip ama bu reddediş çoğu zaman rasyonel gerekçelerle de açıklanamaz. Örneğin akciğerde bir “yara” saptanmıştır kısa bir süre önce. Bu “yara”nın adının konulması için bilgisayarlı filmlerin çekilmesi ve “yara”dan parça alınması şarttır.
Gel gelelim hastayı bu hakikate ikna etmek hiç kolay olmayabilir. Yitip gidenin içten içe farkına varan ve bu gerçeklikten korkan hasta, onunla yüzleşmemek için saptanan “yara”ya kendince açıklamalar getirir. Neler söylemez ki bu safhada: “Geçen hafta soğuğa maruz kalmıştır”, “son günlerde çok yoğun çalışmıştır”, “Çocuklar onu geçen hafta çok kızdırmıştır”; işte o “yara”nın nedeni budur.
Nafile bir kandırıştır elbette bu tutum. Ama heyhat; insan, bu dünyada en çok kendisini kandırır.
Oysa ortada apaçık bir gerçek vardır: Kişi yıllardır sigara içmektedir ve pek muhtemelen tütün kullanmanın bedelidir o “yara”. Ancak bunu kabullenmek hiç kolay değildir. Çünkü insan, hatayı ve kusuru hep ötekinde arar...
Çökkünlük
Kaybın ardından gelen şok ve inkâr dönemini sıklıkla bir çökkünlük dönemi izler. Bu dönemde yitip gidenin ağırlığı insanın iman tahtasının üzerine bir kaya gibi çöker. Nefes alamaz hale gelir insan.
Uykusuzluk, dikkatsizlik, okuduğunu anlamama, yediğinden zevk alamama, hiçbir şeye konsantre olamama bu dönemin işaretleridir.
Kendi kendisini tanıyamaz bu devrede insan. Arkadaş ve dostlar, tanıdıkları kişinin eskisi gibi olmadığını ve çok değiştiğini ifade ederler. Hayattan kopma, isteksizlik, dağınıklık ve müthiş bir suçluluk kaplar kişiyi…
Yapılması gereken; eğer her şey yitip gitmediyse ayakta kalabilmek ve yaşayabilmek için neyi değiştireceğini bulmak, ötekini suçlamaktan vazgeçip sahici bir yüzleşmeyle yanlışlarını düzeltip hayata devam etmektir…
Yarını, dünü aşarak kurmak
Ancak bazen yapılacak hiçbir şey kalmamıştır. Siz geride kalmışsınızdır yitip gidenin ardından.
O, toprağın altında yatmaktadır bir başına.
Gidenin düzeltebileceği bir şey kalmamıştır artık. Tarihteki yerini sevabı ve günahıyla almıştır. Şimdi hayat onsuz devam edecektir.
İşte o zamanlarda geride kalanlar, eğer sağlıklı bir yas süreci yaşarlarsa, tarih olanın ardından bir ders çıkarırlar. Ne tarihi reddederler ne de ona mahkûm olurlar.
Yarını, dünün tekrarı olarak değil, onu aşarak kurmak isterler.
Bazı kültürlerde bu dünyadan göçüp giden atalarını yiyip bedenlerine katarak, çoğu kültürde ise onu büstlerle, vecizelerle, kitaplarla idealize edip totemleştirerek onsuz yola devam ederler.
Totemlerini unutmazlar hiçbir zaman ama totemin bugünü de belirlemesine izin vermezler.
Günler ve yıllar geçer, an gelir bir şarkı, bir söz, bir kitap yitip gidenin acısını yürekte hissettirir. Tıpkı eski aşkların an gelip hatırlandığı gibi.
Yürekte bir sızı hissedilir; en derinden, en can yakan tarafından.
Ama ne çare yitip giden, artık bugüne ve hayata ait değildir.
O, düne ait bir hatıradır. O, artık bir totemdir...
İnkarın kör öfkesi
Yitip gidenin ardından geride kalanlar bu değişimi sağlayabilirlerse, yeniden hayattan haz almaya ve çevrelerine haz vermeye başlarlar. Sözlerine korkunun değil, umudun satırlarını dahil ederler. Kalpleri yeniden çarpmaya başlar. Yeniden, ama dünden daha başka biçimde yollarına devam ederler…
Bu dünyada insanın acısını yine insan dindirir.
Yitip gidenin acısı ve kaybını yaşamasına izin vermek kalanların ve kazananların sorumluluğudur. Belki de hekimliğin en büyük meziyeti, kayıp sürecine tanıklık etmek ve onu geride kalanlar için kolaylaştırmaktır.
Ancak bu sorumluluk, yas ve matem adına gerçeğin tahrifine göz yummak değildir. Aksine böylesi bir tutum, sağlıklı yasın yaşanmasını engellediği için eninde sonunda yaşanacak travmayı erteler ve ertelediği oranda da yıkıcı etkisini büyütür. Daha önemlisi bu erteleme, kişi ve toplumların olgunlaşmasını engeller. Oysa kişi ve toplumlar, kayıplarını yaşayabildikleri, o kayba katlanabildikleri ve onsuz bir hayatı kurgulayabildikleri oranda olgunlaşırlar.
Gerçeklerden kaçmak, dünün kahramanlık hikâyelerine sığınmak ya da yitip gidenin sergilediği davranışları o halen varmışcasına aynen taklit etmek, ilkel ve derde derman olmayan yararsız savunma mekanizmalarıdır.
Unutmayalım, kişi ve toplumların sağlıklı biçimde yola devam etmelerinin ilk koşulu, böylesi ilkel mekanizmalar geliştirme ihtiyacını hissetmeyecekleri, kimsenin kimseye diz çöktürmediği ve baş eğmek zorunda kalmadığı demokratik bir düzeni var etmektir.
Hiç kuşkusuz böylesi bir ortamı var edecek olanlar, kaybın acısını ve kazanmanın sevincini layıkıyla yaşayabilenlerdir.
Ancak eğer yitirilenin ardından kısa bir zaman içerisinde benliklerde sevgi yeşertilemiyorsa, yaşanan kaybı kabullenmek yerine inkâr devam ediyorsa, öfkenin etkisiyle uzun süre yakışıksız ve abartılı tepkiler sergileniyorsa, öteki suçlanıyorsa, meşru olmayan sonuçlar var ediliyorsa ya da kaybın yarattığı yıkımın ağırlığı altında içe kapanılıp tepkisiz ve donuksuz biçimde yaşarken ölü haline geliniyorsa kaybedenler, sadece yitip gidenin ardından ağıt yakanlar olmayacaktır.
Ne acı ki, kaybettiklerinin ardından sağlıklı biçimde yas yaşayamayan toplumlarda geçmişin gölgesi daima toplumların üzerine düşer. Onları hiç rahat bırakmaz.
Geçmişin hayalet gölgesinden kurtulamayanlar hiçbir sorunlarını çözemezler.
Tıpkı yüzyıldır Türkiye toplumunda yaşandığı gibi...
(T24’ten Osman ELBEK’in yazısını özetle aktardık – 7.4.2019)