Karantina okumaları -13-
Karantina Okumalarında akademisyen Hakan Karahasan ile birlikteyiz. Karahasan, okumayı tüm bu kısır gündem içerisinde hem başka dünyaların var olabileceğini hem hatırlatan hem de yaşatan bir eylem olarak değerlendiriyor.
Karantina Okumalarında akademisyen Hakan Karahasan ile birlikteyiz.
YDÜ İletişim Fakültesi'nde akademisyen olan Karahasan, içinden geçtiğimiz günlerde hayatlarımızın korona virüs hakimiyetine girdiğine vurgu yapıyor, özellikle bu günlerde okumanın bir nebze olsun insan denilen varlığın sadece bu sorun ile var olmadığını hatırlatan bir eylem olduğunu söylüyor.
Karahasan, okumayı tüm bu kısır gündem içerisinde hem başka dünyaların var olabileceğini hem hatırlatan hem de yaşatan bir eylem olarak değerlendiriyor.
“Kendi kendimizle tartışmak demek, metni esas alıp farklı konular ve bağlamlara açılabilme fırsatı demek. Bu da, dünyanın aslında sadece tek bir konudan ibaret olmadığını ve içinde yaşadığımız ortamda koronavirüsü çok önemli olsa da, hayatlarımızın hâlâ çok boyutlu olabileceğini hatırlatıyor. Belki de bu yüzden, özellikle bu günlerde okumak daha bir önemli kanımca.”
“Okumak başka dünyaların var olabileceğini hem hatırlatan hem de yaşatan bir eylem”
Hakan Karahasan
YDÜ İletişim Fakültesi, Akademisyen
İçinde yaşadığımız bu zorlu karantina günlerinde neden kitap? Bu soruya cevap vermek sanıldığı kadar kolay değil bence, öncelikle onu baştan ifade edeyim. Çünkü kitap okumak benim için sadece karantina günlerine özgü bir durumdan çok, Alberto Manguel’in Okumanın Tarihi’nde belirttiği gibi, birçok açıdan önemli ve gerekli: Öncelikle kendi iç huzurum için gerekli. Okuma eylemini sadece keyif almak üzerine kurmamak gerek bence. Elbette günün sonunda bir haz var ve bu haz tam da Roland Barthes’ın Metnin Hazzı dediği şey olsa da, bilindiği üzere günün sonunda bazen bilgilenmek, öğrenmek için okuduğumuz gibi, ‘sorunlardan kaçmak,’ eğlenmek gibi çok daha farklı maksatlar için de okuyabiliyoruz.
‘Karantina günleri’nde okumak çünkü yaşadığımız kriz durumu ve eski tabiri kullanacak olursam ‘enformasyon bombardımanı’ altında son derece savunmasız bir durumdayız. Bireyin medya karşısında tamamen pasif olduğu anlamında söylemiyorum bunu. Aksine, bireyin görece özerkliği var olsa da, gelen sınırsız enformasyon (enformasyon sözcüğünü bilinçli bir şekilde kullandım çünkü enformasyonun kendisi nötrdür. Bilgiden bahsettiğimizde ise durum biraz farklı, ona vurgu yapmak istedim) bireyleri ister istemez bir girdap içine alıyor. Gecemiz gündüzümüz, tüm hayatımız sadece koronavirüsü hâkimiyeti altına girdi. Okumak, bu anlamda, bir nebze de olsa, insan denilen varlığın sadece bu sorun ile var olmadığını hatırlatan bir eylem bana göre –tabii bu var olan durumun ciddiyetini hafife almak veya yadsıma anlamına da gelmiyor, onu da ifade etmek isterim.
Okuma eylemi bütün bu kısır gündem içerisinde başka dünyaların var olabileceğini hem hatırlatan hem de yaşatan bir eylem. Bir kitabı okurken o kitabın bizimle konuşması gerçekleşmiyor sadece. Bilge Karasu’nun dediği gibi ‘yazının yazarıyla değil, kendi kendimize tartışmaktayız okurken.’ Başka bir şekilde ifade edecek olursam, kendi kendimizle tartışmak demek, metni esas alıp farklı konular ve bağlamlara açılabilme fırsatı demek. Bu da, dünyanın aslında sadece tek bir konudan ibaret olmadığını ve içinde yaşadığımız ortamda koronavirüsü çok önemli olsa da, hayatlarımızın hâlâ çok boyutlu olabileceğini hatırlatıyor. Belki de bu yüzden, özellikle bu günlerde okumak daha bir önemli kanımca. Elbette okumak sadece bundan ibaret olarak görülmemeli. Diğer bir deyişle, sadece bir ‘kaçış stratejisi’ olarak adlandırılmamalı…
Denktaş Güneyde - Grigoris Ioannu
‘Karantina günleri’nde okuduğum iki kitaplardan başlayarak yazmak istiyorum önerilerimi.
İlki Grigoris Ioannu’nun Denktaş Güneyde kitabı. Koronavirüsünün adaya gelmesinden hemen öncesinde çevrilip yayımlanan kitabın, adanın güneyindeki baskın paradigmayı anlamak için son derece önemli bir çalışma olduğunu düşünmekteyim. Ioannu’nun kitabının başlığı, tahmin edileceği üzere, son derece provokatif. Kitabın başlığındaki Denktaş sözcüğü adanın bölünmesinin kalıcılaşmasının metaforu aslında. Kitap boyunca gerek siyasal, gerekse ekonomik tarihi kendi hayatından da örnekler vererek son derece dengeli bir şekilde aktaran Ioannu’ya göre, günümüze baktığımız zaman Kıbrıslı Rum siyasal elitleri ve iş dünyası arasında tam da Antonio Gramsci’nin kullandığı tabirle bir hegemonya ilişkisi bulunmakta. Geçmişten günümüze Kıbrıslı Rum toplumundaki siyasal ve ekonomik değişim, dönüşümler ile adadaki bölünmenin neden hâlâ devam ettiğini Kıbrıslı Rum toplumundaki karmaşık dinamikleri göz önünde bulundurarak gözler önüne sermeye çalışan Ioannu, bugüne baktığımızda durumun her kadar pek iç açıcı olmadığını söylese de, diğer yandan Karl Marx’ın “"İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar. Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker” sözünde söylediği gibi, mücadelenin, diğer bir deyişle tarih yazımının devam ettiğini ve bizlerin bu tarihi yazan özneler olduğumuzu şu sözüyle ifade ediyor: “Kıbrıs bundan daha iyisini hak ediyor” (s. 183).
Günlük Yaşamdan Sanata - Umberto Eco
İkinci kitabım Umberto Eco’nun 1970 ve 80’li yıllarda kaleme almış olduğu denemelerden oluşan Günlük Yaşamdan Sanata adlı çalışması. Bilindiği gibi, göstergebilim (semiyotik) ve ortaçağ profesörü unvanları yanında, roman yazarı olarak da bilinen Eco, tüm bunlarla birlikte İtalya’nın önde gelen haftalık haber ve düşünce dergisi olan L’espresso’da gündelik yaşam kültür üzerine yazılar da yazmıştır.
Günlük Yaşamdan Sanata adlı kitapta da 1970 ve 80’li yıllarda bireylerin durumu, sanatın ne gibi işlevleri olduğu tartışmaları üzerine ‘ciddi ciddi düşünürken,’ Eco bizleri ‘birden’ kot pantolon ve davranış felsefesi üzerine düşündürebiliyor. Ayrıca, ta 1981 yılında, kitaplık, kütüphanecilik ve okuma üzerine son derece ‘ciddi’ ama bir o kadar de esprili bir şekilde okuma ve kitaplıkların işlev(ler)i üzerine bir yazı bulabiliyorsunuz. Tüm bunlar Eco’nun çok yönlü bir düşünür olduğunu gösteren örneklerden sadece birkaçı. Günümüz sanatı ve yaşam tarzını incelemekten çekinmeyen, bu incelemeleri yaparken de felsefe tarihinin derinliklerinde rahatça gezinen okunması son derece rahat denemelerden oluşuyor Günlük Yaşamdan Sanata. Özellikle güneşli bir odada, kahve ile birebir…
Amerika Dersleri: Gelecek Bin Yıl için Altı Öneri - Italo Calvino
Üçüncü kitabım, ara ara okumaktan usanmadığım ve muhtemelen usanmayacağım bir Italo Calvino kitabı, Amerika Dersleri: Gelecek Bin Yıl için Altı Öneri.
Italo Calvino en sevdiğim yazarlardan birisidir diyebilirim. Kendisi ile doktora tez yazım sürecinde, hocam Levent Kavas sayesinde tanıştım. O zamandan beridir, Calvino benim için en önemli yazarlardan birisi olmuştur. Bilindiği üzere, Amerika Dersleri Calvino’nn yarım kalmış, kurmaca dışı bir yapıtı. Ne yazık ki Calvino yapıtı tamamlayamadan geçirdiği beyin kanaması sonucu hayata gözlerini yummuştur. 1985 yılında kaleme aldığı bu çalışmada Calvino sırasıyla ‘hafiflik, hızlılık, kesinlik, görünürlük, çokluk ve tutarlılık’ başlıkları üzerine konuşmalarını hazırlamayı planlamaktaydı lakin beklenmeyen ölümü yüzünden son başlık olan ‘tutarlılık’ yazılamadı. Bu eserde beni en çok etkileyen şey Calvino’nun ele aldığı konuları inanılmaz bir dinginlik içerisinde ele alması. Ele aldığı her konuyu o kadar güzel bir şekilde irdeliyor ki, okuyucu kendisini bu kavramlar üzerine derin bir şekilde düşünürken buluyor birden. Bir de, Calvino’nun ele aldığı bütün konularda edebiyatı merkeze koyarak ele alması, edebiyatın insan denilen varlık açısından ne denli önemli olduğunu hatırlatıyor. Belirtmem gereken bir başka önemli husus, çevirinin güzelliği. Okuyan kişi Calvino bu eseri sanki Türkçe dilinde yazmış gibi hissediyor. Buradan, İtalyanca dilinden Türkçeye birçok eseri (Eco ve Calvino gibi önemli isimleri) Türkçe diline kazandıran Kemal Atakay’a da bir okur olarak teşekkür etmek istiyorum.
Kara Kitap – Orhan Pamuk
Dördüncü kitabım ise bir roman. En sevdiğim yazarlardan birisi olan Orhan Pamuk’un, okumuş olduğum kitapları içinde beni en çok zorlayan ama bitirmeyi başardıktan sonra halen unutamadığım Kara Kitap adlı romanı.
Okumuş olduğum Orhan Pamuk romanları arasında beni en çok zorlayan kitap bu ama buna rağmen Kara Kitap diyorum çünkü bir taraftan son derece karamsar bir tablo içerse de, diğer yandan betimlemeleri ve olay örgüsü ve içinde barındırdığı ‘şifreler’ ile okuru zorlayan bir kitap. Eşinin kendisine bir not bırakıp ‘ortadan kaybolası’ ile başlayan romanda, romanın ana karakteri Galip eşi Rüya’nın izini sürerken, bu iz sürme sırasında ona hayranlık duyduğu yeğeni Celâl’in yazıları eşlik etmektedir. Özellikle “Boğazın Sularının Çekildiği Zaman” adlı bölüm, bence kitabın en can alıcı bölümlerinden birisidir.
Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü - Antonio Tabucchi
Beşinci kitabım ise bir diğer sevdiğim yazar Antonio Tabucchi’den. Onun kısa hikâyesi olan Fernando Pessoa'nın Son Üç Günü. Belli zamanlarda yıllardır okuduğum bu öykü benim açımdan zamanın geçip gidişi ve hayat ile sakin bir şekilde vedalaşabilme erdeminin ne kadar önemli olduğunu son derece yalın bir şekilde anlatıyor. Kitabın konusunu daha önce Tabucchi üzerine Gaile dergisinde yazmış olduğum yayımlanan bir yazıdan alıntılayacak olursam: “28 Kasım 1935 günü başlayan öykü once Pessoa’nın kendisini iyi hissetmemesi ve bunun üzerine hastaneye gitmesi ile başlar. Hastaneye gider gitmez yapılan muayenede doktorun ‘hepatit krizi’ olduğu için hastanede kalması gerektiğini söylemesiyle odasına yerleştirilen Pessoa, burada yatakta dinlenmeye çalışırken ilk olarak gece yarısına doğru Alvaro de Campos tarafından ziyaret edilir. “Tütüncü Dükkanı” şiirini kaleme alan de Campos ile geçmiş, sevmek ve aşk üzerine kısa bir sohbet gerçekleştirir Pessoa.
de Campos’tan sonra Pessoa’yı ziyarete gelen Alberto Caeiro da, bir nevi de Campos gibi, uykusuz geceler boyunca yazı yazması ilhamını yaşattığı Pessoa’dan son yolculuğuna çıkmadan af dileyerek ruhunu hafifletmek isteyen karakterler arasındadır.
29 Kasım 1935 günü Pessoa’yı ziyaret eden Ricardo Reis ile uzun zamandır kayıp oluşu, ne yaptığı, nedenleri ile ilgili kısaca konuşurken, böylece Pessoa’nın stoacı yaşam hakkında düşüncelerine de atıfta bulunuyor Tabucchi.
Sonrasında sırasıyla Semerkant düşkünü Bernardo Soares ile Cascais’in doğası ve diğer konular ile sohbet ettikten sonra, 30 Kasım 1935 günü Pessoa’nın daha once Cascais Psikiyatri Kliniği’nde tanıştığı, “deli,” pagan yanlısı düşünür Antonio Mora ile Lucretius’un Evrenin Yapısı’nda bahsettiği gibi yaşam döngüsü üzerine konuşurken artık vedalaşmaya hazırdır. Yalın dili, Colusso’nun söylediği gibi ifade edersek hiç uzatmadan gelmekte olan ölüm sesslizliğini sakin bir şekilde kabul edip, bekleyen bir Pessoa resmediyor bizlere Tabucchi. Pessoa’yı okuyup seven okurlar kadar, Pessoa’yı hiçbir şekilde okumayanlar tarafından da okunabilecek, gitmekte olan bir kişinin giderken kendisiyle, ‘çoğul ruh’larıyla son bir kez vedalaşması, kendisiyle hesaplaşması olarak okunabilecek önemli bir çalışma Fernando Pessoa’nın Son Üç Günü. Hayatı boyunca farklı kişilikler üzerinden beslenen, bunları yazıya döküp üretebilen Pessoa’ya saygı dolu bir veda Tabucchi’nin öyküsü.”
Hayatlarımız kelime anlamıyla altüst olmuş durumda. Ve bu durumda yapabileceklerimiz kadar, elimizden gel(e)meyen birçok şey var. Tabucchi’nin öyküsü, tam da bu sebeplerden ötürü önemli. Bir de, hepimizin içinde bulunan ‘çoğul ruh’ları biraz daha anlayabilmek adına.
Cornelius’a Mektuplar - Orhan Peker
Bir de, bonus olarak bir diğer ‘kişisel’ kitap Orhan Peker’in Cornelius’a Mektuplar’ı. Herkesin bildiği üzere Orhan Peker Türkiye’nin önemli ressamlarından birisi. Bu kitabı üniversitedeki ilk yıllarımda, kütüphane raflarında aylak aylak bakınırken bulup almıştım. Hiç unutmam, eve dönenen kadar otobüste okumaya başlayıp, ertesi gün bir solukta bitirmiştim. Neydi beni bu kadar etkileyen? Mektup türü, oldum olası ilgimi çekmiştir. Orhan Peker’in bu kitabı aslında sadece ressam Orhan Peker’den bahsetmiyor. Belki de mahrem olan, kendisini sanatıyla tanıyan birçok kişinin dahi bilmediği, kırgınlıkları, sevinçleri, hüzünleri, coşkuları, yaptığı çalışmaları ile bütün bir Orhan Peker sunuyor. Ve hepsinden önemlisi, Avusturya Lisesi’nde başlayan bir dostluk ve o dostluğun hayat boyu sürmesi. Kütüphanemde sıklıkla ziyaret ettiklerimden…