Karantina okumaları 2
Karantina okumaları serisinde, Tutku Tuğyan'a ve kütüphanesinden seçtiği kitaplara bağlanıyoruz.
Karantina Okumları serisi Tutku Tuğyan ile devam ediyor.
Tutku Tuğyan, Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde akademisyenlik yapıyor.
Hayatı boyunca hep okumak zorunda olduğunu söylüyor, hem iş hem de keyif için. Mesleği gereği okumak zorunda ama aynı zamanda keyif için de! Çünkü “içinde edebiyat olmayan bir yaşama katlanamazdım” diyor.
Kimi insan kitabı boş zamanlara sığdırmaya çalışırken, Tuğyan için okumak dışında kalan zamanlar boş zaman oluyor. Çünkü okumak kendi başına bir eylem.
Belki de pineklemek ve tembellik etmek en iyisi boş zamanlarda.
Karantina okumaları serisinde, Tutku Tuğyan'a ve kütüphanesinden seçtiği kitaplara bağlanıyoruz.
“İçinde edebiyat olmayan bir yaşama katlanamazdım”
Tutku Tuğyan (Akademisyen, YDÜ Hukuk Fakültesi)
Hayatım boyunca hem iş hem de keyif için okumak zorundaydım. İş, çünkü hala her gün okula gidiyorum (bu aralar okul eve gelmiş olsa da). Dersler, araştırmalar ve yazılar için sürekli okumak zorundasınız. Keyif çünkü, içinde edebiyat olmayan bir yaşama katlanamazdım. Bunlar dışında kalan zamanlar boş zamanlar oluyor. O yüzden, boş zamanlarınızda okumayınız, okumak kendi başına ayrı bir eylemdir. Bu kadar çok anlam ve bu kadar az zaman, çok büyük bir haksızlık. Yakın gelecekte çipler aracılığıyla okuma eyleminin ilkel bir bilgi edinme yolu olarak çağ dışı kalacağına inananlar haklı olabilirler. Öyleyse bütün bu harcadığımız zaman insana kalacak ne güzel, de, ne yapacaklar onca zamanla, kurşun kalemlerini tıraşlayıp küçük bir lambanın altında okumaya dalmak olmadıktan sonra o hayatta!
ALEJO CARPENTIER – Bu Dünyanın Krallığı, (h2o Kitap)
Bir kazığa bağlanmış, yanarak yok olmakta olan bir adam. Sömürge yöneticilerine göre, haddini aşmış suçlu bir köle. Yerlilere göre ise, ruhunu teslim etmeyen, oradan çabucak uzaklaşarak ormanın derinliklerinde izini kaybettiren bir kahraman! Bu gizemli varlık, ormanda gizi zehirli bitkilerden yararlanarak Fransız sömürge yöneticilerinin yaşamını cehenneme çevirmeye başlar. Ne var ki gün gelip de Haiti özgürleştiğinde, yönetimi ele geçiren yerli özgürlük savaşçıları, iktidar baskısının kendi kültürleri içinde nasıl tekrardan yeşereceğine çok iyi bir örnek oluşturacaktır.
Carpentier’in 1949’da yazdığı, büyülü gerçekçiliğin en önemli eserlerinden sayılan bu kısa romanı, aslında bir başka ‘dönüşüm’ (metamorphosis) hikayesi. Fakat Kafka’nınkinden farklı olarak, dönüşüme uğrayan kahraman, çaresiz ve eli kolu bağlı bir hamam böceği değil, vahşi dünyanın yaşandığı her yerde olabilen mistik bir varoluş. Carpentier, sahip-köle ilişkisinin karşılıklı boyutlarını hemen oracıkta, kırılan bir kemiğin sıcağında, ya da zehirli yaprakların üzerindeki çiyde, doğada yaşandığı biçimleriyle açığa çıkarır. Bunun doğurduğu baskı ve şiddet sarmalını, Afrikalı ve Avrupalı kültürel yaklaşımlarını çarpıştırarak ayrımların gerisindeki antropolojik öyküyü anlatır gibidir.
STEFAN ZWEIG – Joseph Fouché, (DoğuBatı)
Zweig’in yazdığı sayısı onu aşan biyografi arasında, benim için ikisinin yeri doldurulamaz. Biri Montaigne, öteki de Joseph Fouché’dir. Yine de ikisi arasında temel bir fark var. Montaigne ve diğer biyografilerinde Zweig tarihe damga vurmuş, çoğu zaman türü kendisiyle başlayıp kendisiyle tükenmiş karakterleri konu alır (Macellan, Erasmus,Nietzsche gibi). Fakat Fouché, bunların hiçbiri değildir. “Karaktersizlik konusunda olağan üstü inatçı biri” olarak tanımladığı Fouché, gerçekten de günümüzde de varlığını sürdüren evrensel bir insan türünü konu alır: Ne olursa olsun iktidarın yanında kalabilmeyi bilmiş, ilkesiz, çıkarcı, aslında korkmakta olan insan türü.
Fransız Devrimi kendi çocuklarını nasıl yemişti? Devrimin gerçekleşmesi ve Napolyon’un iktidara gelmesiyle monarşinin yeniden geçerli kılınması arasında geçen o kısa dönemde, devrimin önderleri yepyeni siyasi deneyimin şaşkınlığıyla kısa sürede birbirlerini giyotine gönderdiler. Bu kelle avcılığı terör dönemiydi. Bütün bu iktidar savaşlarından, devrimci olarak başlayıp, Napolyon’un sağ kolu olmaya kadar yükselen Fouché dışında hiç kimse sağ çıkamayacaktır. Tek bir kişi bile. Çünkü Fouché her zaman en doğru hamleyi yapabilmiş, değişen iktidarların korumasından payını alabilmeyi başarmıştır. Gerçekten de çok tanıdık bir insan türü değil mi?
SALMAN RUSHDIE – Harun ile Öyküler Denizi, (Metis)
Rüşdi, ‘Şeytan Ayetleri’ isimli eseri bir çok Müslüman ülkede yasaklandıktan sonra, kendisinden beklenen cevabı hukuk alanında, bir haklar retoriği benimseyerek vermedi. Eline kalemini aldı. Fikir ve ifade özgürlüğünü, insan hakları veya sosyal değerler için değil sanatın kendisi için savundu. Bu fantastik öykü, edebi çevrelerde sanatın yobazlığa karşı savunusu olarak değerlendirilmiştir. Hayatını insanlara öyküler anlatarak geçiren şeyh, bir gün bu yeteneğini kaybeder. Eskiden öykülerin kendisine nehirler gibi aktığını ama artık musluklar şikayet etmekte, gün geçtikçe daha perişan bir hale düşmektedir. Bunun üzerine babasının yeteneğini geri getirmek isteyen küçük Harun, Öyküler Denizi’nde eşi benzeri görülmemiş maceralara çıkar. Bu kadarı bile yeterli değil mi?
ERICH FROMM – Yeni bir İnsan Yeni bir Toplum/Yanılsama Zincirlerinin Ötesinde, (Say, İlya)
Fromm’un modası geçer mi? Hayır geçmez. Marx ve Freud’un düşüncelerini toplumsal psikolojinin süzgecinden geçirerek bize sunduğu bu kitapta Fromm, birey toplum-ilişikisini hastalık, kişilik, sosyal bilinçaltı gibi kavramlar eşliğinde ele alır. Metin boyunca Fromm usta ve çevik bir Marx yorumcusu olarak karşımıza çıkar. Kitabı benim için özel yapan kısmı ise, ‘bağımlılık’ kavramını toplumsal bağlamda incelemesiydi. Özellikle Kıbrıs Türk toplumunun şekillenmesinde iktisadi/siyasi bağımlılıklarımızın oynadıkları temel role gözlerimizi açabilir. Çok açık saptamalarından bir tanesini paylaşalım:
“Bir toplumun veya sınıfın kendi seziş ve kavrayışlarından faydalanabilmesi için bir olanağı yoksa, yani iyiye doğru bir değişim nesnel olarak mümkün gözükmüyorsa, bu topluma ya da sınıfa mensup olan bireyler kurgulara sığınacaktır, çünkü hakikati fark etmek onları daha da üzmekten başka bir işe yaramayacaktır.”
ZEKİ ALİ – Kuş Dili, (Khora)
‘Biz’ ne yaptık diye sorsanız, ‘şiir yazdık’ derdim. Çok taş koymadık üstüste belki, ama en güzel şiirleri yazmadık mı? Bir kere, buna ‘biz’den başka kim karar verebilir? Çünkü bir tek orada ‘biz’den bahsedebiliriz. Şairlerimizin dilinde. Bir tek orada doğup ölmek dışında başka bir şey var! İrade varsa edimler de var; toplumumuzun özgür iradesini ve bu iradenin kayda değer edimlerini şiirde buluruz. Peki ne buluruz bu şiirlerde, nasıl bir irade? Bu irade sanki bir yokoluş iradesidir: Mekana bağlı kültürü oluşturan ‘Biz’in meğer bir geçiş evresi olarak çözülüp parçalandığı, ortada bir kez daha sadece kozmosun kaldığı mekansız bizle heyecanlı bir buluşma. Biz, bağlanıp çözülen bir düğümdür. Ülke, bunu anladığın yerdir. ‘Biz’im bir ülkemiz vardır, o da şiir ülkesidir.
“...
Bir yanda kazananlara katılan sürüler
Bir yanda simsiyah isyan bayrakları.
Harcanarak ölüyor eski kentler.
Doğa yalnızca insana karşı savunmasız.
İşte bu muhteşem dünyadayız:
Eksilmekle çoğalmak kendi seçimimiz...
Hiçbirşey değişmeyecek inan bana
Kendi tarafımızı seçmekten başka.
Dünya yalnız aşk ve isyanla muhteşem!”
- Muhteşem şiirinden.
Önceki bölüm