Karantina okumaları -4-
Karantina okumaları serisi yazar Hakkı Yücel'in öneri ve değerlendirmeleri ile devam ediyor. Özellikle ‘gaile’ okuyucuları, Hakkı Yücel’i iyi bir okur, yazın-düşünce-siyaset dünyasına dair mütevazi yazılar yazan birisi olarak bilir.
Karantina okumaları serisi yazar Hakkı Yücel'in öneri ve değerlendirmeleri ile devam ediyor. Özellikle ‘gaile’ okuyucuları, Hakkı Yücel’i iyi bir okur, yazın-düşünce-siyaset dünyasına dair mütevazi yazılar yazan birisi olarak bilir.
Corona günleri bir yandan endişe ve tedirginlik barındırıyor; ama öte yandan 'normal zamanlar' koşuşturmasının yerini de boş zamana bırakıyor. Hakkı Yücel'in cümleleriyle, bu yeni zaman “kendimizle beraber ve bize ait.”
Öyle değil mi ki, yalnızlıktan çok ‘kendi başınalık’ çok daha iyi tanımlıyor bu süreci…
Ve bu boş zaman aralığı kitap ile sürekli haşır neşir olanlar için paha biçilmez bir aralığa dönüşüyor.
Hakkı Yücel de bu zamanı bir fırsat olarak değerlendiriyor: “...kitabın/okumanın bütün zamanlarda vazgeçilmez olduğuna inanan birisi olarak, kendi adıma şimdilerde bütünüyle geri aldığım zamanımın neredeyse tümünü, fırsattır diyerek kitaplar arasında geçiriyorum.”
Boş zamanın ortaya çıkarttığı bir potansiyel ise çoklu okumalar yapabilme potansiyeli olsa gerek. Hakkı Yücel'in elinin altında döne döne okuduğu pek çok kitap var, biyografiler, denemeler, romanlar... Uzun süredir çoklu okumalar yaptığını ifade eden Yücel, bunun düşünce yapısındaki değişime de yansıdığını ifade ediyor: “çoklu okumayı çoklu düşünebilmenin bir zemini olarak kabul ediyor karşılığını aldığıma da inanıyorum.”
İşte Hakkı Yücel'in önerileri ve değerlendirmeler...
“Kitabın ve okumanın bütün zamanlarda vazgeçilmez olduğuna inanıyorum”
Hakkı Yücel - Yazar
Corona kıyametinin belirlediği hayatları yaşamaya devam ediyoruz. Evlere kapandık; sağlık bir yandan, yaşam gailesi ve yarının ne olacağı düşüncesi öte yandan, endişe içinde bekliyoruz. Ancak şu da var ki, Corona belası, en azından bir süre için, modern insana elinden aldığı zamanını geri verdi. Olağanüstü koşullar nedeniyle olsa da şimdilerde günlük yaşam içinde, zamanımızı büyük oranda elimizden alan bütün o koşuşturmalardan muafız; yani zamanımız kendimizle beraber ve bize ait. Hal böyle olunca o zamanın nasıl geçirilmesine dair öneriler de gündeme geliyor; filmdi, konserdi, oyundu, sohbetti derken ‘kitap’ ve ‘okumak’ da söz konusu öneriler arasında yerini aldı. Bu ne kadar gerçekleşti, gerçekleşiyor, onu bilmiyorum, ancak kitabın/okumanın bütün zamanlarda vazgeçilmez olduğuna inanan birisi olarak, kendi adıma şimdilerde bütünüyle geri aldığım zamanımın neredeyse tümünü, fırsattır diyerek kitaplar arasında geçiriyorum.
“Schopenhauer” - David E.Cartwright / “Kierkegaard” - Alastair Hannay / “James Joyce” - Richard Ellmann
Corona günlerinde benim özellikle tercih ettiğim biyografi kitapları oldu. Şu anda elimin altında, her gün birisini okumak suretiyle bir arada götürdüğüm, ikisi filozofa (Schopenhauer ve Kierkegaard) , diğeri ise bir yazara (J.Joyce) ait olmak üzere üç biyografi kitabı var: İş Bankası Yayınları arasında çıkan David E.Cartwright imzalı “Schopenhauer” ; Alastair Hannay imzalı “Kierkegaard” ve Kabalcı Yayınlarından çıkan Richard Ellmann imzalı “James Joyce” (Hayatı ve Eserleri). Oldukça kapsamlı olan (toplamı iki bin sayfayı aşkın) bu biyografilerin en temel özellikleri sadece kronolojik olarak seyreden, belirli olaylar ve kişilerle sınırlı hayat hikâyelerinden ibaret olmamaları; bundan çok daha fazla olarak biyografisi yazılan kişinin eserlerini, yazma sürecini, onların siyasal/toplumsal/kültürel arka planlarını ayrıntılı biçimde ortaya koymaları. Söz konusu filozofların ve yazarın her metninin neredeyse ayrı bir yaşam öyküsü olacak kadar yoğunluk içermeleri, metinlerin çokluğu oranında yaşam öykülerinin çokluğu gibi bir sonuç doğurmakta, bu da söz konusu biyografilere derinlik ve genişlik kazandırmaktadır. Buradan bakınca üç biyografinin her birinin önü arkası, altı üstüyle çok yoğun içeriğe sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Neden özellikle bu biyografileri tercih ettiğim sorulacak olursa, kendi nedenlerimi, Schopenhauer ve Kierkegaard için, yirminci yüzyıla damga vuracak felsefi ekollerden varoluşçuluğun öncül isimleri olmaları; akademi dünyasının içine sığmayarak dışarıya taşan, sistem filozofu olmaktan ziyade sistem bozan filozof olmaları; sonraları özellikle Nietzsche’de karşılığını bulan, geleneksel felsefenin insanın varoluşunu salt Apolloncu (akıl esaslı) esaslarla açıklamasına ilave, onun diyonisosçu (duygu, coşku, imgelem) yanını da öne çıkaran bir perspektifle açıklamaları; dil konusundaki hassasiyetleri ve bu bağlamda sanatla olan yakın ilişkileri ve bireyin varolma serüveninde kendinin esas alınması ve burada özgürlükçü yanın ısrarla vurgulanması olarak ifade edebilirim. Her iki filozofun da (Kierkegaard sadece 42 yıl yaşamış olsa da) kendinden sonra gelen birçok düşünce ve sanat insanını etkilemiş olmaları yanında, bugün o etkilerin hâlâ devam ediyor ve kitaplarının okunuyor olması da, onların düşünce tarihindeki önemlerini açıklıkla ortaya koymaktadır. Özetle her iki çalışmayı da meraklısının içine düşeceği, ilgi duyanların ise pişmanlık duymadan okuyacakları iki dev eser olarak nitelendirmek mümkün.
Joyce’un biyografisi ise yazarının da ifade ettiği gibi bu çalışmasında “gerçek olay ve kurgulamaların devamlı birbirinin içinde olduğu, anlaşılması zor eserlerini yansıtabilmek için onun yaşamına odaklanır.” Joyce’un çok özgün (öncelikle bir dil sihirbazı) ve de zor bir yazar olduğu bilinir. Ona duyulan hayranlık da nefret de buradan doğar. Romanlarında, örneğin Finnegans Wake’te altmış farklı dilden yararlanır, nehir isimlerini fillerle birleştirir. Joyce’un anlamdan çok kelimelerin tınısına önem verdiği, onları bir müzik gibi düşündüğü Joyce yorumcularının ortak kanaatidir. Nitekim Joyce da bu müzikaliteyi öne çıkarmak adına eserlerinin yüksek sesle okunmasını önerir. Dublin’den başlayarak, sırasıyla İtalya, Zürih, Paris ve son olarak Zürih’e dönüş güzergâhında seyreden, başta ünlü romanı Ulysses olmak üzere eserlerinin yazımı ve bu süreçteki koşulların anlatıldığı, mektuplarla desteklenen biyografik çalışma, son kertede Joyce’u kapsamlı olarak anlama ve anlatma serüveni biçiminde tecelli eden ve doğrusu hakkı da fazlasıyla verilmiş bir çalışmadır.
“Roman Sanatı” - Milan Kundera
Bugünlerde biyografi kitapları okuduğumdan söz ettim ama, kitap ve okuma üzerine konuşurken romanları göz ardı etmek ciddi bir eksiklik olacaktır diye düşünüyorum. Kundera bir klasik olacak değere sahip olduğuna inandığım ve hazır yeri gelmişken mutlaka okunması gerektiğini önermek istediğim “Roman Sanatı” kitabında ( Kundera romanları ve de Zekiye Antakyalıoğlu’nun “Bir Düşün Sonu: Milan Kundera Üzerine Bir İnceleme kitabı” da bu öneriye dâhildir) özellikle günümüz dünyasında bilimlerin gelişmesinin insanları uzmanlık alanlarına yönelttiği tespitini yaptıktan sonra “bilgilenmesi arttıkça insanın, hem bütünlüğü içinde dünyayı, hem de kendisini gözden kaçırdığını ve böylece yok olduğunun” altını çiziyor ve bu yok oluşu Heidegger’den mülhem “varlığın unutulması” olarak tanımlıyordu. Ve yine Kundera bu tespiti ve tanımlamayı yaptıktan sonra romanın varoluş nedenini, ‘yaşamın dünyası’nı sürekli bir ışık altında tutmak ve bizi ‘varlığın unutulması’na karşı korumak” olarak açıklıyordu. Katılmamak mümkün mü? Bu bağlamda, gerek düşünce tarihinde yer alan birçok önemli düşünürün düşüncelerini ortaya koyarken romanla kurdukları vazgeçilmez ilişki -hatta bir kısmının aynı zamanda roman yazmaları; ilk akla gelen iki örnek Sartre ve Camus, her ikisi de önce romanlarını yazıyor, sonra üzerine felsefelerini inşa ediyorlardı-, gerekse insanın görünmeyen dünyasının gizli sırlarını çözmeye çalışan ruh bilimcilerin aynı şekilde romanlardan beslenmeleri, -burada insanın ruh dünyasını açığa çıkarmada ve çözümlemede bir romancı olarak Dostoyevski’nin kendinden önce davrandığını ve bu konuda çok da ufuk açıcı olduğunu itiraf eden Freud’u hatırlayalım- bir tesadüf olabilir mi? Doğrudan olay/olaylar örgüsü üzerine otursun ya da dolayımlayarak ilişki kurup öyküleme yoluna gitsin, roman, insanın görünmeyen dünyasına düşürdüğü çoklu ışık huzmeleriyle onu varoluşsal anlamda aydınlatmakta, dili ve üslubu ile bu serüveni duygu, düşünce yoğunluğu içeren bir okuma şölenine dönüştürmektedir. Mutlak doğruların, totaliter eğilimlerin yaşandığı dünyada Kundera gibi söyleyecek olursak “belirsizliğin bilgeliğini tek kesinlik” olarak kabul eden roman, yargılamaktan ve hüküm vermekten çok anlamaya yöneliktir. Böylesi niteliği içkin muhtevasıyla insana yaşamın ve dünyanın ağırlığına dayanma ve direnebilme gücü verirken aynı zamanda onu dönüştürme cesareti artıran düşünce yoğunluğu, özgün bilgilenme, dil ve anlatı zenginliği sağlamaktadır.
“Kurbağalara İnanıyorum” - Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin
Buradan hareketle corona günlerinin, roman keyfini doyasıya yaşamak için iyi bir vesile olduğunu düşünüyor, son dönemlerde romanlarını okuduğum, Türkçe roman dünyasının dikkat çeken üç isminin, Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin’in romanlarını ve yine bu üçlünün ortak çalışması olan ve “edebiyat üzerine yazışmaları”nı içeren “Kurbağalara İnanıyorum” (İletişim Yayınları) kitabını da ayrıca öneriyorum.
Kitap okumak ya da tür olarak hangi kitabın okunacağı veya hangi kitaba öncelik verileceği, bu konuda destekleyici değerlendirmeler ve önermeler olsa da, sonuçta kişisel bir karar ve seçim. Bu arada okumayı tek bir kitapla sınırlayarak bitirdikten sonra mı yenisine başlamalı; yoksa çoklu okumalar şeklinde mi yapmalı kararı ve seçimi de kişiseldir. Kendi adıma uzun süredir çoklu okuma yapıyorum ve doğrusu bir sıkıntı da yaşamıyorum. Yanılıyor muyum bilmiyorum ama çoklu okumayı çoklu düşünebilmenin bir zemini olarak kabul ediyor karşılığını aldığıma da inanıyorum..
Önceki bölümler