Karantina Okumaları -8-
Bugünlerde en çok empatiye ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Pervin Yiğit için kitap, “bizi yalnızlaştırırken çoğalttığı için her zaman sığınılacak bir limandır”
Bazı insanlar vardır, yalnız kalmaya dayanamaz, kendi başınalık ile baş edemez; bundan sakınmak için de çoğu zaman hem kendisine hem de çevresindeki kişilere hayatı zehir edebilecek kadar musallat olur. Bazı insanlar ise tam tersi, kendi başınalık deneyimi içerinde hem yalnızlığıyla hem de yalnızlığındaki kalabalıklarla barışıktır. Ev ise bu kendi başınalığın yaşanabileceği bir dünya mekandır aslında.
“Virüs salgını, herkesin yaşam şeklini bayağı değiştirse de, dürüst olmam gerekirse; sokağa çıkma yasağı yokken de evde olmayı bu kadar sevdiğim için, sosyal hayat özlemimden deli olacak kadar beni etkilemedi” diyor Pervin Yiğit.
Pervin Yiğit, Yakın Doğu Üniversitesi'nde akademisyenlik yapmakta, ayrıca gaile dergisi editörlerinden.
Bu sürecin insanlarını çok da değiştirmeyeceğini düşünen Yiğit, “insanlar alıştıkları hayat tarzını, evde kapalı olarak devam ettiriyor; karantinadan herkes hümanist, komünist, çevreye veya hayvanlara duyarlı olarak çıkmayacak” şeklinde ifade kendisini. Bundan dolayı da “hem bu varsayımları her gün binlerce ağızdan dinlemek istemediğim için, hem de gerçekliğinden şüphe duyulan haberlerle mümkün olduğunca az ilgilenmek için, kitaplarımı bir kalkan olarak kullanıyorum” diyor.
Bugünlerde en çok empatiye ihtiyaç duyulduğunu vurgulayan Pervin için kitap, “bizi yalnızlaştırırken çoğalttığı için her zaman sığınılacak bir limandır”
O halde Pervin'in limanına demir atıyoruz.
“Kitap bizi yalnızlaştırırken çoğalttığı için her zaman sığınılacak bir limandır”
Psikiyatrist Alfred Adler empatiyi başka bir insanın gördüğü gibi görmek, duyduğu gibi duymak, hissettiği gibi hissetmek olarak tanımlamıştır; belki de her zamankinden daha çok empati yapmaya ihtiyacımız olan bugünlerde, fanuslarımızda yaşarken, klavye devrimciliği yapmaktan daha iyi bir tercihtir, kitapların arkasına sığınmak.”
Virüs salgını, herkesin yaşam şeklini bayağı değiştirse de, dürüst olmam gerekirse; sokağa çıkma yasağı yokken de evde olmayı bu kadar sevdiğim için, sosyal hayat özlemimden deli olacak kadar beni etkilemedi. Bu sürecin, insanları yalnızlaştırması, daha da bireyselleştirmesi, yapmaları gereken varoluşsal sorgulamaları yapmalarına imkan vermesi konusundaki olumlu tavra da pek yakın değilim; bir başka deyişle bu salgının bireyleri daha duyarlı, hassas, empatiyle harmanlanan görüşler çerçevesinde bir birlik yapacağı fikrini desteklemiyorum. İnsanlar alıştıkları hayat tarzını, evde kapalı olarak devam ettiriyor; karantinadan herkes hümanist, komünist, çevreye veya hayvanlara duyarlı olarak çıkmayacak. Böyle düşündüğümden, hem bu varsayımları her gün binlerce ağızdan dinlemek istemediğim için, hem de gerçekliğinden şüphe duyulan haberlerle mümkün olduğunca az ilgilenmek için, kitaplarımı bir kalkan olarak kullanıyorum.
Kısacası, kitap okuma alışkanlığımda ya da kitap seçme tarzımda pek bir değişiklik yaratmadı bu salgın. Yine felsefe, tarih, biraz da psikoloji ile harmanlaşmış bir liste oluşturdum. Kitap, bizi yalnızlaştırırken çoğalttığı için her zaman sığınılacak bir limandır. Viktoryen döneminde yaşayan hizmetçiye empati yaparken, ertesi gün kendinizi bir cinayet çözmek için psikanalizin yardımını alırken bulursunuz. İnsan türünün bir çok eksiği olduğunu düşünsem de, her zaman en geliştirilmeye muhtaç yanının empati yeteneği/yoksunluğu olduğunu düşünürüm; belki de bu yüzden film değil de kitaptır karantina günlerimdeki eğleyenim. Psikiyatrist Alfred Adler empatiyi başka bir insanın gördüğü gibi görmek, duyduğu gibi duymak, hissettiği gibi hissetmek olarak tanımlamıştır; belki de her zamankinden daha çok empati yapmaya ihtiyacımız olan bugünlerde, fanuslarımızda yaşarken, klavye devrimciliği yapmaktan daha iyi bir tercihtir, kitapların arkasına sığınmak.
Satranç - Stefan Zweig
Walter Benjamin’in “Kitaplar sadece okumak için değil, aynı zamanda birlikte yaşamak içindir” sözü bu dönem varlığını en çok hatırladığım cümlelerin başında geliyor. Corona sponsorluğundaki kitap okuma şenliklerini ilk olarak Stefan Zweig’in “Satranç” kitabı ile açtım. 1-2 saatte bitse de, etkisi günlerce süren bu klasiğin benim için önemi, yazarının Nazi faşizminin yarattığı yeni dünya düzeni karşısında savaşın sonunu bekleyecek kadar güçlü veya sabırlı olmaması sebebiyle 1942’de intihar etmesidir. Kitapları savaş başlamadan yakılmaya başlanan Zweig, Brezilya’ya göç etse de, savaşın buhranından uzaklaşamamış ve sonucu beklemeden eşiyle beraber ölmeyi tercih etmiştir. Tüm kitaplarının aynı akıcılıkta olduğunu düşünüyorum, yine de hayat hikayesinden sonra okunursa size daha anlamlı geleceğini düşünüyorum.
“Fransız Teğmenin Kadını “- John Fowles
İkinci olarak, John Fowles’un “Fransız Teğmenin Kadını”nı okudum. 500 sayfalık bir roman olsa da, tarihi romanlara meraklıysanız bir çırpıda bitiyor. Zaten yazarın detaycılığı ve anlatım tarzı, edebiyat dünyasında dillere destan. Kitap, bir aşk romanı olarak anılabilse de, aslında ana temanın İngiltere’nin Viktorya Dönemi ve bireyler üzerindeki etkisi olduğunu düşünüyorum. Dönemi, enfes bir şekilde sosyolojik olarak analiz ederken, zaman zaman alaycılığı fazla gelse de, okuduğum en iyi romanlar listemde ilk ona girdi. Yazarın, “Koleksiyoncu” isimli kitabı da aynı sürükleyiciliğe ve psikolojik analizlere sahiptir, arka arkaya okunmadığı sürece de ruhunuzda aynı etkiyi yapacaktır. Özellikle Orhan Pamuk’ın dilini sevenlerin, John Fowles okuması gerektiğini düşünüyorum.
“Camus ve Sartre: Bir dostluk ve onu bitiren çekişmenin hikayesi” - Ronald Aronson
Şenliğe, Ronald Aronson’un “camus ve sartre: bir dostluk ve onu bitiren çekişmenin hikayesi” ile devam ettim. Benim için entelektüel tarih içerisinde, 18. Yüzyıl’da David Hume ve Jean-Jacques Rousseau ilişkisi ve sonrasındaki kavgaları ne kadar önemliyse, bir sonraki yüzyılda da Albert Camus ve Jean Paul Sartre anlaşmazlığı aynı derecede, kişisel rekabetin ötesinde sosyal ve politik olayların yansımasını taşıyan ve o çerçevede okunması gereken bir ilişkidir. Bir yandan, Rousseau ve Hume ilişkisi ile ilgili bir değerlendirme yazarken, diğer yandan da bu biyografik kitabı okumak, bu etkileyici düşünürlerin psikolojik değerlendirmelerinin yanında, ait oldukları kültür ve sahip oldukları ideolojilerle ne kadar tutarlı olduklarını görmek açısından bana çok faydalı oldu. Varoluşçu felsefe ve II. Dünya Savaşı sonrası oluşan entelektüel ortamla ilgilenen herkesin okumaktan zevk alacağı kitap, fazla detaylı olsa da, Fransa’nın Almanya tarafından işgal edildiği dönemden, Camus’nun araba kazasında hayatını kaybedişine kadar geçen 17 yılda, arka plandaki tarih ve sosyolojik olaylarla bize objektif bir analiz sunuyor. Tabii ki günün sonunda, kimin tarafında olacağınız, ve bu varoluşsal deneyime Camus’nun “Yabancı” kitabı ile mi, yoksa Sartre’ın “Bulantı” kitabı ile mi devam edeceğiniz size kalmış.
“Bir Cinayetin Psikanalizi” - Jed Rubenfeld
Gerçeklik ağır bastığından, dördüncü kitabın yine bir roman olmasını istedim. Jed Rubenfeld, “Bir Cinayetin Psikanalizi”nde Sigmund Freud ve Carl Jung’un o ünlü Amerika seyahatini ve sonrasındaki olayları iyi ve akıcı bir şekilde kurgulamış ve düşünürleri bir cinayete dahil etmiş. Psikanaliz ile ilgilendiğim, Freud’u da çok sevdiğim için, böylesi bir maceradan sanırım biraz fazla akademik bilgi bekledim, bu yüzden de kitap beni tatmin etmedi, yine de psikanaliz severlerin beğeneceğini düşünüyorum; zaten tüm okuduğumuz kitaplara da bayılma şansımız pek yok.
“Machiavelli” - Josep Markulin
Bundan sonra, en ünlü kötümser filozof Arthur Schopenhauer ile ilgilenmeyi düşünüyorum; okuması kısa, özümsemesi uzun süren kitaplarına odaklanacağım. Sonrasında ise onun sunduğu karanlık dünyadan çıkmak için, iyi bir roman tüketmek arzusunda olacağım için listemde Josep Markulin’in “Machiavelli” romanı var. Altı yıldır kütüphanede bekleyen bu rönesans romanını yine bir düşünürün ekseninde dönemin sosyal ve siyasi olaylarını anlattığını düşündüğüm için seçtim. Tarihi romanlar çok uzun olduğunda, sürükleyiciliği azalıyor diye düşünsem de, bunun bir şansı hakettiğinden eminim. Toplumsal ve bireysel travmalarla ilgili de iki tane kitabım var; Beden Kayıt Tutar (Bessel A. Van Der Kolk) ve Seninle Başlamadı (Mark Wolynn). İkisi için de hem çok iyi hem çok kötü yorumlar var, okuduktan sonra başka bir değerlendirme yazarım, zaten karantina sürecinde daha çok zamanımız olacak.
Önceki bölümler