1. HABERLER

  2. ARŞİV

  3. KARI GİBİ GÜLMEK Mİ…
KARI GİBİ GÜLMEK Mİ…

KARI GİBİ GÜLMEK Mİ…

Taa, bizim çocukluğumuza dek uzanan çizgide, ‘gülmek’ neredeyse yasaktı… Biz, asker, otoriter bir ulustan gelmeydik ya…

A+A-

 

“Niye, en zor anlarında bile hafif de olsa gülümsüyorsun… yani, hep gülüyorsun. Zor gelmiyor mu bu…” diye bir eleştiri alalı yakın bir arkadaşımdan, sürekli düşünüyorum, ‘Gülmek’ konusunda… Okuduğum kitapları, yaşadığım durumları vb.

Bunlar kabarık bir yer tutunca, ‘sizinle de paylaşayım’ dedim, sevgili dostlar…

Taa, bizim çocukluğumuza dek uzanan çizgide, ‘gülmek’ neredeyse yasaktı… Biz, asker, otoriter bir ulustan gelmeydik ya… Daha dünyaya ilk adımlarımızı atarkenden, pek çok yasak içinde, - otorite tarafından – her anlamda, sorumluluk özürlüsü olarak gözüken ve sadece kadın ve çocuklara yakıştırılan ‘gülmek’, külliyen yasaktı… Ana evinden – okula uzanan çok etkili ve tepkili yasaklar var bu konuda. Okulda, ‘gülmeyin’ diye dayatan öğretmenleri ve toplumsal yaşamda ‘garı gibi sırıtmayın’ vb. uyarılarla, düş gücümüzü… toptan hayatımızı zehir yaşama kuralları ile sıfırlayan geniş bir çevre vardı…

EN ETKİLİ SİLAH…

Öğretmenliğimde zamanla öğrendim ki, insanın en etkili silahıydı gülme ve eğitimin de en büyük yardımcısı… Hele de mizah… Kişinin gelişmesi, uygar dünyada sorumlu bir birey olarak yerini alması, neşesi, coşkusu, hatta sevmesi ve sevilmesinde etkileyicidir; ki gülme insanı hayvandan ayıran en önemli özelliğidir de!

Oysa, bize öğretilen, büyüğüne boyun eğmek, disiplinli bir köle olabilmek… Hep hazırolda durup, bomboş bir torba gibi, anlamından boşaltılmış bir ifadeyle karşındakinin ötesinde belirsiz bir yere bakıp, durmak.

Oysa, bebeklere bir bakın, Aristoteles’in, “animal riders (gülen hayvan)” olarak nitelediği insan ve yavrusu, daha doğarkenden gülmeye talim eder. (Antik kaynaklara göre doğumu izleyen dördüncü ya da kırkıncı günde gelen bir mucize… Bebeğin yaşamının, sonsuza dek ruhla dolduğuna inanılan bir ilk gülüş anı… Ama, 

Ama, gülmenin hazla beslenen, otoriteyi sorgulayan bozguncu niteliği… Ciddiyetin ‘tevazu’ ile eşleştirildiği semavi dinlerin, ilk yasaklarından biri olmuştur, denetlenemeyen kahkahalar… Oysa, İ.Ö.Üçüncü yüzyılda yazılmış bir Mısır Papirüsünde, ilk Mısır Tanrısı’nın, dünyayı, ‘Otoriteryan Sözcükler’le değil, kahkahayla yarattığını yazıyor. Tanrı, Kaosla yüzleşiyor ve onu kahkahasıyla uzaklaştırıyor. Işığın içine, sevinç ve coşku dolu bir dünya salıyor…

***

Bu konuda, yaptığım ufak bir araştırmada, kahkahanın ustası, Mark Twain, “Dünyadan Mektuplar” adlı eserinde şöyle diyor: “Çünkü soyumuz, bütün o yoksulluğuna rağmen, tartışmasız olarak, gerçekten, etkili bir silaha sahiptir: GÜLME… Güç, para, inandırma, destek toplama, baskı yapma – tüm bunlar yüzyılların çabasıyla devasa bir dalavereyi kaldırabilir, biraz yerinden oynatabilir, biraz zayıflatabilir; ama, onu bir darbede paramparça edecek olan şey, gülmedir…”

OTORİTE DURAKLARI…

Hayatımız boyunca hangimiz otoritenin o çatık kaşlarıyla karşılaşmadık ki! Çocukluktan beri, her yanımızı kuşattı durdu… Ve yine birçoğumuz, bize engin hayat dersleri veren… neredeyse bizi boğan… o gülünç otoriter takıntılar karşısında susabilmek için mide krampları geçirmedi… özellikle de çocukluk ve ilk gençlik yıllarımızda ‘gülme’ en zor uyduğumuz yasak değil miydi!!!

Daha çocukken bize gülmeyi yasaklayan, zekanın ve yaşama sevincinin en önemli çıkışını tıkayarak beslenmemizi kısıtlayan ‘otorite’, insan olmanın hazzına düşman… Düşünün, hala, en çok da düşenlere, yuvarlananlara, salak salak gülen zeka özürlüsü taklitlere gülüyoruz toplum olarak… Kemal Sunal filmlerinden hala bıkıp usanmadık! Sözde gülüyoruz ama gülüşün, uzmanların sözünü ettiği “özgürlükle” hiçbir ilgisi yok maalesef:

“Gülmenin, olağanüstü bir gücü vardır. Nesneyi yakına getirin, onu, parmağın bildik bir hareketle her yanına dokunabileceği somut temas bölgesine çeker, baş aşağı döndürür, içini dışına çıkarır, ona, yukarıdan ve aşağıdan bakar… Dış kabuğunu kırar, merkezine bakar… ondan kuşkulanır, onu böler, parçalarına ayırır, soyup sergiler, özgürce inceler ve onunla deneyler yapar…

Gülme, bir nesne karşısındaki, bir dünya karşısındaki korkuyu ve acıma duygusunu ortadan kaldırır, onu tanınan bir nesneye dönüştürür; böylece, özgürce araştırması için zemin hazırlamış olur.

Gülme, ‘korkusuzluk gibi’ bir önkoşulun gerçekleştirilmesinde yaşamsal bir etmendir; bu önkoşul olmaksızın, dünyaya, ‘gerçekçi’ olarak yaklaşmak imkansızdır…

Gülme bir nesneyi kendine çekip, bildik kılarak, onu, gerek bilimsel gerek sanatsal sorgulayıcı deneyin ve özgür, deneysel düşgücünün korkusuz ellerine teslim eder…”

***

Bizde ise eğitim, gülme dürtüsünü denetleyebilmeyi öğrenmek üstüne kuruludur… Hala…

Ne garip bir tecelli…

 

 

 


KÜLTÜR EMPERYALİZMİ

Ferid Edgü’nün hazırladığı “KÜLTÜR EMPERYALİZMİ” isimli kitabını okuyorum. Kitap hayli eski. (1967’de çıkmış) Ama bu tür kitaplar bana eskimiş şaraplar gibi müthiş bir tat veriyor.

Kitapta altını çizdiğim Pertev Naili Boratav’ın şu sözlerini bir de siz okuyun lütfen.

“Emperyalist bir kültürün varlığından söz edilebilir; çünkü, politik bir emperyalizm – yeni kılıklara bürünmüş olarak – bugün de ayakta duruyor. Onun buyruğu altında tuttuğu ülkelerde – ya da çevrelerde – örgütleri var; bu örgütler, emperyalist düzeni yürütmek için her alanı olduğu gibi KÜLTÜR ALANINI da denetlemek isteyecektir…”

Otuz küsur yıl önce bilim adamlarınca saptanan bu gerçeklik, bugün tüm üçüncü dünya devletleri üzerinde ‘Demoklesin Kılıcı’ gibi sallanıyor…

EMPERYALİZM KÜLTÜRÜ

Geniş örneklemelerle işliyor konuyu Edgü: basındaki tekelleşme – ve onun getirdiği tehlikeler – yerli tekellerin arkasındaki uluslararası emperyal güçler, Türkiye’nin Osmanlı döneminden başlayarak yaşadığı olumsuz değişimi gözler önüne sererek sonuçta gelinen ‘gizli sömürge’ olma durumunu irdeliyor.

Saptamalarını sürdürerek Türkiye Cumhuriyeti’nin erken dönemlerinde ULUSALLIK kavramına geniş bir önem ve önlem atfedildiğini, bunun özünde de EMPERYALİZM KÜLTÜRÜNE KARŞI OLMAK ruhunun yattığını önemle belirtir.

İlginç saptamaları vardır Edgü’nün. Ör. “OSMANLI DÖNEMİNDE yerden mantar gibi biten YABANCI OKULLAR, İstanbul’da çıkan Türkçe gazetelerin üç-dört katı tiraja sahip yabancı dil gazeteler hangi kültürü temsil ediyordu? Beyoğlu durup dururken mi uluslararası açık pazar görünümünü almıştı?” diye sorar…

Ne ki artık Emperyalizmin I. Dünya Savaşı Öncesi yöntemlerini bıraktığı da bir gerçek. Günümüzde başı sıkışmadıkça cepheden saldırmıyor.

Ama ne yazık ki Kültür Emperyalizmi sürüyor, hem de sınır tanımadan. TEKNİĞİ güdümüne aldığı için, etki alanı alabildiğine geniş… PARA PİYASASIYLA – KÜLTÜR PİYASASI aynı denetim odaklarının tekelinde. Belirgin amacı ise, DÜŞÜNCENİN YARATICILIĞINI ÖNLEYEREK köleleştirmek insanı…

TEMEL ÖĞE DİL…

Bunun panzehiri ise Ulusallık… Ve Ulusallığın temel öğesi de DİL… ki bu gerçeğin altını toplum olarak bizim de çizmemiz ve her yönden YABANCI SÖZCÜK saldırısına uğrayan dilimizi bu tehlikelerden bilinçli bir şekilde korumamız gerekiyor.

Bu bağlamda hepimize – özellikle de görsel medyaya – çok iş düşmektedir; Çünkü bu olumsuz gelişmeler karşısında maalesef SİYASİ İKTİDARLAR karşı durmak şöyle dursun, ULUSAL OLMANIN (milliyetçilik ve şövenizmle karşılaştırılmamalı) birincil gereklerini (yani dil’i) unutmuş durumdalar.

Dilde yabancılaşmanın önemsenmediği bir ülkede ise başarılı bir eğitimden nasıl söz edilebilir?

Ferid Edgü, Abidin Dino’nun bir saptamasını ise şöyle dile getiriyor:

“Elbette ki bugün en güçlü emperyalist memleketi meydana getiren ABD, kültür emperyalizminin tek kaynağı değilse bile hiç kuşkusuz BAŞ KAYNAĞI durumundadır…”

EN ETKİLİ SİLAH SİNEMA

Kültür emperyalizminin en etkili silahlarından biri ise sinema.

II. Dünya Savaşı sonrası ABD, kültür emperyalizminin kazanımlarının başında – yanmış yıkılmış ülkelere EKONOMİK YARDIM bahanesiyle – 2000’i aşkın Holivud döküntüsünün Avrupa ve Türkiye sinemalarını işgal altına almış olması geliyordu kuşkusuz. (ki bu durum Türkiye Ulusal Sinemasının önünü kapatmıştır.)

Bu konuda rejisör Engin Ayça’nın çok önemli yaklaşımlarını okumuş ve not almıştım.
“Özal zamanında İngiltere’yle imzalanan bir ikili ticaret anlaşmasından Holivud tekelleri yararlanmaktadır. Bu anlaşma kapsamına girebilmek için ABD sinema tekelleri İngiltere’de dağıtım şirketleri kurarak, İngiliz şirketi gibi ABD filmlerini Türkiye’ye  ihraç etme olanağı buldular.

Gene bu ikili anlaşma gereği, filmlerin Türkiye’deki hasılatının YÜZDE SEKSENİNİ döviz olarak alıp götürmekteler. Oysa, ör. Fransa’da bir filme giriş biletinden kesilen belli bir yüzdelik bir fonda toplanıyor ve Fransız filmlerinin finansmanında kullanılıyor…

Özetlersek: Fransız seyirciler, Fransız sinemasının gelişmesine ve yaşamasına katkıda bulunurken, Türk film seyircileri her seyrettikleri ABD filmine ödedikleri bilet parasının yüzde sekseniyle Holivud’u finanse etmektedirler…”

ÇÖZÜM YOLLARI

Yani, bir düşünün ve gözlemlersek hemen ayırdına varacağız: Ortaeğitim programlarından – Üniversitelerine, Sinemadan – medyaya, reklam saldırılarından – kitaba kadar kuşatılmş durumdayız…

ABİDİN DİNO bakınız nasıl çözüm yolları önermiş bu duruma:

“ULUSAL KİMLİLĞİMİZİ ezmeye çalıştığı ölçüde her kültür emperyalisttir (!) Bu alanda saldırı dışardan gelebileceği gibi (Ör. ABD uzmanlarının etkisi) içerden da gelebilir. (ABD yardakçıları). Daha geniş bir kavramla, bu iç yardakçılara, ki bunlar devlet görevlisi, sanatçı ya da kısaca aydındır; kültür kompradorları” diyebiliriz.

Emperyalist tutuma karşı en iyi savunma, YÖNTEME – YÖNTEMLE, KİTABA – KİTAPLA, OLUMSUZ SANAT ESERİNE karşı - olumlu SANAT ESERİYLE karşı çıkmamızdır…”

Dino’ya göre umutsuzluğa düşmemek gerek… Ağır kuşatma altında olsak bile güvenecek iki dalımız var:

·        Ulusal Kültürümüz

·        İnsanımızın kimliğini koruma bilinci…

 

***

Sanırım, tüm bunları bizim de derinden düşünmemiz gereken bir dönemi yaşıyoruz…


 

PARANTEZ

Örgütler, her şeyden önce kendisine ve hitap ettiği topluma cesaret vermelidir.

Cesaretlendirilmiş bir halk kolay kolay yenilmez. Cesaretlendirmiş insanlar artık kimseyi beklemezler. Ne ünlü bir sol ya da sağ örgütün yeniden kurulmasını ne büyüklerini ne de küçüklerini…

Cesaretlendirilmiş insanların her biri bir kelime olur ve onların şiirine hiçbir yürek dayanmaz.

***

Unutmayalım…

Örgütler, toplumların, kendilerini iyileştirebilmek için keşfettikleri klasiklerdir…

 

 

 

 

 

 

Bu haber toplam 1073 defa okunmuştur