1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Kasaba Baf ve anılar...” (3)
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Kasaba Baf ve anılar...” (3)

A+A-

Baf’ı çok seven, koronavirüs henüz barikatlara neredeyse kilit vurmadan önce, Baf’ı her zaman büyük bir sevgiyle ziyaret eden ve zaman zaman fotoğraflar ve hatıralarını sosyal medya sayfasından paylaşan Baflı arkadaşımız Halil Onbaşı’dan sayfamız için bu hatıralarının bir bölümünü kaleme almasını istedik...

Halil Onbaşı’nın “Kasaba Baf ve anılar” başlıklı yazısını üç bölüm halinde yayımlıyoruz... Halil Onbaşı hatıralarının son bölümünde şöyle yazıyor:

 

ÇOCUKLARIN ÇATIŞMALARI VE ATEŞKES...

1960 sonrası  yıllar toplumsal çatışma kültürünün yükseldiği günlerdi haliyle biz çocukların oyunları bunlardan etkilenmişti… O günlerde mahalle çocukları arasında rekabet başlamıştı, her çocuk kendi mahallesini diğerlerinden üstün ve güçlü olma duygusuyla mahalle kavgaları başlamıştı... Özellikle en büyük kavgalar Ülkü Yurdu mahallesi ile Mutallo mahallesi arasında başlamıştı... Daha sonra göçmenevlerinde yaşayan çocuklar da Mutallolular ile birlik olup Ülkü Yurdu mahallesi çocuklarına karşı birleştiler... Bizim mahalle çocukları, Mutallo grubu içindeydik... Ülkü Yurdu ve Mutallo,  Baf’ın iki yüksek yerde kurulmuş mahallelerdi... İki mahalle arasında büyük, düz ovalar vardı... Bu ovada karşı karşıya gelir, savaş gibi kavgalar yapardık...

Çok iyi hatırlarım bu kavgalarda tahtadan kılıçlar, ucuna gazoz kapağı eğerek yapılmış oklar, mızraklar yapardık, ayrıca kuş lastikleri ile birbirimize pirilli atardık...

Bu kavgalar süreç içerisinde o kadar büyüdü ki artık birbirimize zarar verir hale gelmişti...  Aileler de  bu kavgalara karışmaya başlamıştı..

Bu nedenle o zaman polis ve sancaktarlık bunları yasaklamıştı..

Sizlere ilginç gelecek, bir nevi “ateşkes” ilan edip sonradan tüm gençler dost olmuştuk…

 

BİR FUTBOL MAÇI VE CEZA...

1964-1968 yılları Baf’tan dışarıya çıkmanın yasak olduğu, sınırın kapalı olduğu bir dönemdi.

1969 yılından sonra yasaklar kalkmış, şehirlerarası yollar açılmıştı... Günlük hayat yeniden başlamıştı.

İnsanlar tekrardan Rum kesimine alışverişe veya gezmeye gidiyorlardı ancak talebeler ve mücahitlerin izin almadan Rum tarafına gitmesi yasaktı...

İşte bu günlerde biz gençler gizlice deniz tarafından Kral Mezarları diye bilinen bölgeden Aşağı Baf’a, limana gider, orada balık avlar veya turist görür, tekrar gizlice geri gelirdik... Bir gün bir arkadaşımla limana Aşağı Baf’a gitmiştim, liman bölgesinde şimdi otopark olarak kullanılan bölgenin hemen yanında küçük toprak bir saha vardı, Rum gençler orada bir mahalle maçı yaparlardı... Ben de Baf Ülkü Yurdu’nda ikinci takımda futbol oynamaya başlamıştım, futbola meraklı olduğum için bunları seyretmeye gittim... O sırada bir Rum genç  yanıma geldi, bana takımda  bir eksikleri olduğunu, kabul edersem kendileri ile oynayabileceğimi söyledi. Ben de kabul ettim ve oynadım... Oynadığım takım kazanmış, ben ise iki gol atmıştım. Maç sonu beni takıma çağıran Rum arkadaş, bana takım kurmamı ve kendileri ile maç yapmayı teklif etti, ben de kabul ettim... İlk Pazar günü öğleden sonra aynı yerde maç yapmak üzere anlaştık… Ben Mutallo’ya dönünce arkadaşlar ile bir takım kurduk ve Pazar günü antlaştığımız yere geldik... Sahanın etrafında gerek Rum, gerekse turist çok kalabalık vardı... Çok şaşırmıştık, gençler arasında bir mahalle maçına bu kadar insanın gelmesi ilginç gelmişti...  Ayrıca gelen Rum takım, formaları ile tam bir takım hüvviyetindeydi, biz ise ayağımızda Sebo marka top ayakkabısı, üstte ise beyaz atlet giymiştik... Maç yapılmış, mağlup olmuştuk…

Ertesi gün Pazartesi okula gittik. Öğlene doğru okula Salih Suluba ve Zeki Rotso isimli iki inzibat geldi... Ve bizi sınıftan alarak polise götürdüler... Orada bizi sorguya çektiler ve suçlamaya başladılar. Çok korkmuştuk... Bize “Rum tarafına izinsiz gittiğimizi, yasakları çiğnediğimizi, Rumlar’la maç yaptığımız için suç işlediğimizi” söylediler... Talebe olduğumuz için okul disiplin kuruluna verildik... Okul disiplin kurulunda Yusuf Öztürk, Hüseyin Irkad hocalarımız  ve Mustafa Adaoğlu müdür olarak bulunmuştu…

O gün hocalarımızdan büyük azar işitmiş, birer de tokat yemiştik... Bu nedenle bir müddet Rum bölgesine gitmemiz özel olarak bize yasaklanmıştı… Sonradan öğrendiğimiz kadar bu maç,  Rum basınında “Baf Ülkü Yurdu ile Baf’ın Rum takımı ABOB  arasında dostluk maçı yapıldı” diye verilmişti…

Bu hikayenin ilginç bir sonu vardır, bunu da anlatayım...

 

HOCAMIZIN OĞLU DA BİZİMLE MAÇTAYDI...

Yıl 1996, sınırların kapalı olduğu günlerdi... Birleşmiş Milletler’in 50. kuruluş yıldönümü münasebetiyle Lefkoşa ara bölge Ledra Palas Oteli avlusunda ilk kez iki toplumlu bir etkinlik yapılmıştı. Bizler Baflı arkadaşlar bir otobüs tutarak bu etkinliğe katılmıştık... Otobüste geçmişte Rumlar’la top oynadığımız için bizi yargılayan öğretmenimiz Yusuf Öztürk hocamız da vardı. Sağlık açısından zor günler geçirmekteydi... Aslında bahse konu maç ile o güne kadar arkadaşlarımız arasında bilinen ancak hiç terennüm edilmeyen Yusuf hocamızdan sakladığımız bir sırrımız vardı... Hocamız Yusuf Öztürk’ün oğlu Behiç Öztürk de (son başsavcımız) Rum gençlerle yaptığımız maçta vardı ancak babası hocamız sert mizaçlı, disiplini seven, kalbi güzel bir hocamızdı. O dönem öğretmenlik haricinde mahkeme yargıçlığı da yapardı, bu nedenle arkadaşımızı koruma adına oğlunun da bizimle birlikte olduğunu hiç söylemedik… O gün otobüste giderken arkadaşlarla bu sırrımızı hocamıza söylemeye karar verdik... Mikrofonu elime aldım ve hocamıza “Bugün ilk kez duyacağın bir gerçeği sana anlatmak isteriz” dedim ve  açıkladım... Hocamızın gözleri doldu ve böyle bir dostluğa ve arkadaşlığa artık rastlanmadığını, bizimle çok gurur duyduğunu söyledi ve gözlerinden yaşlar aktı…. Ve “Ne yapalım çocuklar, o dönem şartlar başkaydı ve gerekliydi… Keşke hiçbiri yaşanmasaydı” dedi.. Hocamız kısa bir müddet sonra vefat etti…

 

MEHMET BEYLER GRUBU...

1970 yıllara gelmiştik, biz de artık Baf’ın yeni genç jenerasyonuyduk... Özellikle okul çevresinde kalan gençler olarak MEHMET BEYLER  diye anılan bir gençlik grubu kurmuştuk... Beraber gezer, beraber eğlenirdik. Bizi sembolize eden kırmızı siyah atkı ve bereler takardık... Bu grubun içerisinde Lefkoşa’nın eski belediye başkanı ve CTP milletvekili Kadri Fellahoğlu, Dr.Hasan Adataş, Ömer Çıralı, eski Başsavcı Behiç Öztürk, sanatçı Alper Susuzlu, emekli okul müdürü Nuri Tabakcı, rahmetlik eski milli futbolcumuz Fikri Orakcıoğlu, mimar Mustafa Cihangir ve Atamer Sılay  gibi toplumun tanıdığı önemli kişiler vardı... Bu grubun ismini rahmetli Mehmet astronot olarak çağırdığımız ve çok sevdiğimiz  bir arkadaşımızdan almıştık... Grubumuzun önemli bir üyesiydi, hatta grubumuzun başkanı idi... Süper gitar çalan, müziğe düşkün bir arkadaşımızdı... Kuzeye geldikten bir müddet sonra onu kaybetmiştik... Bu grubumuzun bir de futbol takımı vardı... Özellikle yaz aylarında resmi maçların oynanmadığı dönemde, mahalle maçları yapardık... Çocukluk günlerinde kavga eden ve sonra barışan Baflı gençler bu eski rekabeti maçlara taşımıştı... Bu mahalle maçları içerisinde en önemlisi benim kaptanlığını yaptığım Mehmet Beyler takımı ile Güler Adamı dediğimiz bir arkadaşın kurduğu Yeşilyurt takımı arasında geçmekteydi... Rekabet büyüktü: Bu maçlar iki sinemada olmak üzere film aralarında anons edilir ve halk maça davet edilirdi... Bu maçların en önemli özelliği yenilen takım kaptanı sinemada halkın huzurunda yenen takım kaptanının elini öperdi... Bu iki takım arasında büyük bir rekabet getirmişti bu nedenle bu maçlar çok gergin ve sert geçerdi…

 

KIRIK BİR AYAK VE BİR KIBRISLIRUM’LA PAYLAŞILAN ODA...

İşte bu maçlardan birisinde oynadığımız bir maçta ben ayağımı kırmıştım... Türk bölgesinde bu konuda uzman doktor yoktu, beni acilen Rum Genel Hastanesi’ne yolladılar ve orada tedavimi yaptılar... 10 gün Rum Hastanesi’nde kaldım.

İki kişilik bir odada kalıyordum, yanımdaki kişi 60 yaşlarında bir Rum vatandaştı. Bu, ilk kez başıma gelmişti - o dönem yaşananların yarattığı güvensizlik nedeni ile ilk günler bende  endişe ve biraz da korku vardı. Neticede bize “Düşman” dedikleri insanların hastanesinde ve bir Rum’la yalnız başıma kalıyordum...

Yanımdaki Rum vatandaş bunu fark etmişti ve bana “Meffuase re file imaste olli kiprios’’ (merak etme be arkadaş biz Kıbrıslıyız) demişti ve benimle sürekli konuşmaya başladı. Amacı beni rahatlatmak ve dostluk kurmaktı... Yanında bir küçük el radyosu vardı, istersem bu radyoyu kullanabileceğimi söyledi, amacı benimle dostluk kurmaktı. O gün Pazar’dı, rahmetli Hüseyin Kanatlı’nın plak yarışı programı vardı, bu programı her Pazar dinlerdik.  Ben de kabul ettim ve radyodan plak yarışını dinledim. Bu beni rahatlatmıştı... Bu durumu rahmetli babama anlattım, o da anneme ekmek kadayıfı yaptırıp bu Rum oda arkadaşıma getirmişti. Aramızda güzel bir ortam olmuştu... Ayağım fena kırılmıştı, bir daha top oynayamayacağımı düşünür, üzülürdüm...

Bir gün oda arkadaşım Rum bana “Merak etme Onbaşi, gençsin, 6 ay sonra tekrar oynarsın, üzülme” dedi... Sonradan ben hastaneden çıktım... Aradan zaman geçti, Rum tarafında  “Bata” denilen meşhur bir ayakkabı dükkanı vardı, oraya gitmiştim, dükkanda hastanede birlikte kaldığım Rum vatandaşla karşılaştım... Beni görünce sevindi ve bana top oynayıp oynamadığımı sordu... Ben de ona “Tamamdır Ülkü Yurdu’nda oynarım” dedim. Bana döndü ve “Görün re file? Ben sana demedim?” dedi ve oradan ayrıldı…

 

HER PAZAR PATATES KEBABI YAPILIRDI...

Baf’ta Pazar günleri insanlar genellikle patates kebabı yapar, tepsilerle fırınlara yollarlardı. Baf’ta birçok ekmek ve çörek fırını vardı. Genellikle biz Abdullah Dayı dediğimiz  kişinin fırınına yollardık... Her tepsi üzerine bir numara yazılırdı ve aynı numara bir kağıt veya kartona yazılarak getirene verilirdi... Öğlen olunca herkes fırına gider, numarayı verip tepsiyi alırdı... Taş fırınlarda pişen kebabların tadı unutulmazdır...

 

KIBRIS TRAJEDİSİNİN SON HALKASI: 1974...

Yıl 1974, Kıbrıs trajedisinin son halkası... 1974 savaşında Baf’ta yaşadığım son anımı anlatmak isterim. O yıl ben İstanbul Hukuk Fakültesi’nde yüksek öğrenindeydim... Haziran ayında tatil için memleketim Baf’a gelmiştim... 1974’te başlayan savaşta Baf’ta idim…

Her savaşta olduğu gibi, bu savaşta da bir çok kötü anı vardır. O günlerde yaşadığım bir ilginç anıyı anlatayım...

20 Temmuz sabahı sn Rauf Raif Denktaş’ın radyodan “Türkiye adanın her tarafından çıkarma yapmaya başlamıştır milletimize  müjdeler olsun” anonsu ile uyandık... Savaş başlamıştı, herkes dört gözle gelecek Türk askerlerini bekliyordu... Büyük bir heyecan ve sevinç vardı... Çok iyi hatırlarım: Kimisi elindeki  silahla, kimisi beline bağladığı şarjör, el bombası ile, kimisi ise otomatik A 4 dediğimiz silahlarla Baf’ın merkezinde Cengiz Topel Sineması önünde  toplanmışlar, hatıra resimleri çekmeye başlamışlardı... Ancak bir müddet sonra Türk askerinin Baf’a gelmeyeceğini, çıkarmanın Girne’den yapıldığı öğrenildi... Bu büyük bir endişe ve telaş yarattı... Artık kendi başımıza kalmıştık... Ya teslim olacaktık, ya da savaşacaktık… Öğlen sıralarında Baf’ta büyük bir çatışma başladı... Rum askeri komutanlığı, bir an önce Baf’ı düşürüp kuvvetlerini kuzeye taşımaları için acele ediyor, sürekli Baf’ın Türk bölgesini havan topları ve ağır silahlarla vuruyordu... Sınır bölgeler ateş altında olduğu için sivil aileler Mutallo’nun merkezine kaçmak zorunda kalmıştı... Herkes merkezdeki tanıdıklarının evlerine gelmişlerdi...

Bizim ev merkezde idi, bu nedenle Ülkü Yurdu bölgesinde kalan Fehim usta ve ailesi ve yan komuşumuz Yusuf Öztürk hocamız ve ailesi bizim evde toplanmıştı... Bir müddet 20-25 kişi bizim evde kalmıştı... Annemin bir bakkal dükkanı vardı, bu dükkanda bulunan gıda maddeleri ile günlük ihtiyaçlarımızı karşılıyorduk... Çatışmalar yoğun bir şekilde devam ediyordu, bu esnada dışarıdan bir ses geldi, annem havluya çıktı, atılan bir havan topu mermisi bizim havlunun ortasına düşmüştü ancak patlamadı... Bunu avluya çıkan annem gördü, acele ile olacak merminin pimi çekilmediği için  patlamamıştı... Annem evde telaş yaratılması diye bombanın üstünü bakkaliyemizde bulunan bir karton kutu ile kapatmıştı ve bunu kimseye söylemedi... Ertesi gün merkezden haber gelmişti: “Sizlere yardım edemeyeceğiz, başınızın çaresine bakın, Allah yardımcınız olsun!”

Bu mesajdan sonra Baf teslim olmuştu... Teslim şartları gereği tüm silahlar BM görevlilerine verilecekti...

Artık sokaklarda Rum askerleri dolaşmaya başlamıştı... Bu arada annem bizim mahallede dolaşan Rum askerlerine çağırdı ve “Gelin burada bir şey var, bunu alın” dedi... Hiç unutmam, asker kutuyu kaldırıp altında havan mermisini görünce yüzü bembeyaz oldu ve “Banayiyamu!” diye bağırarak geri çekildi ve gitti, biraz sonra BM  yetkilisi ve bir grup Rum asker oraya geldi, arlarında bomba uzmanı birisi vardı. Kıyafetlerini giydi, herkesi oradan uzaklaştırdı... Bu arada annem askere “Korkma, pimi üstünde, patlamaz!”  diye seslendi... Askerler ve bizler hepimiz şaşkın haldeydik çünkü 20-25 kişi bu patlamamış mermi yanında habersiz gün geçirdik... Gelen uzmanla birlikte askerler bu mermiyi ordan alıp ayrıldılar... Bu merminin patlaması halinde orada bulunan ailelerimizin halini düşünmek bile istemiyorum…

 

1974 SONRASI ANILAR...

Sınır kapıları açılmıştı, bir çok insan yerlerini yurtlarını görmek için güneye geçmeye başlamıştı. Bizler bir kısım Baflı arkadaşlar kurmuş olduğumuz  “Biz Baflıyız İnsiyatifi” olarak  Baf gezileri düzenlemeye başlamıştık... Bu gezilerimizde  yeniden eski yaşadığımız yerleri ziyaret etmiştik.. Bu gezilerimizden birisinde yıllarca okuduğum, babamın sekreter olarak çalıştığı okulumuza gitmiştim... Okul bahcesinde hatıra resimleri çekmiştik... Eve geldiğim zaman resimlerden bir tanesinin yıllar önce babamın okulda aynı yerde çektiği bir resmi olduğunu fark ettim… Çok ilginç ve güzel bir rastlantı olmuştu…

Benim için 1974 sonrası en önemli ve beni inanılmaz derecede etkileyen bir olayı anlatayım...

Sınırlar açılmıştı, herkes güneye gitmeye başlamıştı... Bu günlerde annem beni aradı “Oğlum eve gitmeden benden geç, seni isterim” dedi...

Annemle evlerimiz yakındı... Akşam üzeri işten çıkınca anneme gittim… Annem beni görünce “Oğlum beni evime, Baf’a götür, ölmeden bir kere daha göreyim” dedi...

Annem yaşlı ve biraz rahatsızdı, ilk zamanlar gitmek istedi ancak ben hasta olduğu için götürmek istemedim... Ancak annem bu kez çok istekliydi, bana babamı, evimizi, mahallemizi rüyasında gördüğünü, mutlaka gitmek istediğini ısrarla söyledi. Ben de “Tamam” dedim ve “ertesi gün sabah hazır ol, gideceğiz” dedim... Çocuk gibi sevinmişti… Ertesi sabah kızımla birlikte anneme gittik, baston elinde  kapıda hazır beklerdi... Ve  o gün hep bereber Baf’a gittik… Baf’a geldiğimiz zaman annem canlanmıştı, bir bir evleri,  mahalleleri, hangi evde kimler kalırdı bana saymaya başladı... İnanılmaz mutluydu ve Baf’taki evimize geldik...

Daha önce ben Baf’a geldiğim için evimizde kalanları tanırdım, geleceğimizi haber etmiştim... Geleceğimizi bildikleri için mahallede kalan Rum aileler de oraya gelmişlerdi. Bizi çok iyi karşıladılar... Annem evin önünde geldiği zaman bir müddet arabada kaldı, etrafı izlemeye başladı, bizler ona sesleniyorduk ancak annem bizi hiç duymaz gibiydi... Büyük bir dikkatle evimizi, mahalleyi ve etrafı izliyordu. Arabadan indi ve evimizin avlusuna geçti, bize orada geçen anılarını anlatmaya başladı. Sonra inanılmaz bir şey oldu, evin duvarlarını okşamaya başladı, “Bu evi babanız yaptı” diye ağlamaya başladı... Mahallede kalan Rum aileler de annemle ağlamaya başladılar, mahalleyi büyük bir hüzün kaplamıştı… O anda annem evde kalan Rum aileye kapı girişini göstererek “Burada ‘’Ful çiçeği vardı, Cahit (babam) ekmişti, nerede?” diye sormuştu... Annemin ilk sorduğu babamın ektiği ful olmuştu... Ordakiler bir anda gülmeye başladık, bir anda o kasvetli hava gitmişti... Bizi eve aldılar, misafir ettiler... Annem iyi derece Rumca konuşurdu.. Orada bulunan aileler genellikle  kuzey göçmeniydiler, onlar da kuzeydeki yerlerini sordular, kısaca güzel bir sohbet olmuştu... O gün tüm Baf’ı gezmiştik, çok mutlu olmuştu... Dönüş saati gelmişti, arabaya bindik ve hareket ettik. Annem bana döndü ve “Mersi oğlum, beni çok mutlu ettin, bir daha buraları görür müyüm bilmem, artık ölsem de gam yemem” dedi...

Annem birkaç yıl sonra vefat etmişti... Annemin o günkü duygularını ancak bunu yaşayanlar bilebilir... Bu insanlar tüm hayatlarını orada geçirdiler, elde ettikleri her şeyde alın terleri ve emekleri vardı... Acısı ile sevinci ile tüm yaşanmışlıkları vardı...

 

YAŞANANLARDAN DERS ALMALIYIZ...

Bütün bu yaşananlardan sonra hepimiz ders almalıyız.

Bizim yaşadıklarımızı çocuklarımızın yaşamaması için çatışma kültürü yerine dostluk barış ve  işbirliği kültürünü geliştirmeli, tüm savaşlara karşı çıkmalıyız... Dünyanın hiçbir yerinde savaşların kazananı olmaz, birkaç küçük zümre haricinde herkes kaybeder, zarar görür...

Bizler Kıbrıslı Türkler, Kıbrıslı Rumlar bunu yaşayarak öğrendik... Birlikte yaşama yerine kavgayı seçtik. Bu nedenle birçok insanımızı, eşimizi, dostumuzu, kardeşimizi, anamızı, babamızı kaybettik. Ayrıca yıllarca yaşadığımız yerlerimizi terk etmek zorunda kaldık.

Bu yazıda anlatılan anılar, aslında sadece benim değil burada yaşayan insanların ortak anılarıdır... Kıbrıs’ta yaşayan herkesin başka pencereden baksa da benzer anıları, hikayeleri vardır... Bunlar zaman zaman güzel, zaman zaman acı veren anılardır... Bizim neslimizin yaşamı  maalesef  hep çatışmalar, belirsizlikler içerisinde geçti... Ne çocukluğumuzu, ne de doğru dürüst huzurlu bir gençlik yaşayabildik... Yıllarca yaşadığımız, bizi biz yapan evimizi, toprağımızı ve tüm anılarımızı bırakarak ayrıldık... Birileri bize “Unutun” diyor, bu mümkün mü? İnsanın doğduğu büyüdüğü, anılarla yüklü toprağını unutması mümkün değildir, elbette yaşadığımız müddetçe kalbimizde hep yaşayacaktır...

Şair ne güzel söylemiş… “Yurdunu sevmeliymiş insan öyle diyor hep babam... Benim yurdum ikiye bölünmüş ortasından, hangi yarısını sevmeli insan?...”

(HALİL ONBAŞI – Ocak 2021)

DEVAM EDECEK

Bu yazı toplam 1912 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar