1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. ‘Katılımcı’ ve ‘Yurttaş’ Olmak Üzerine…
‘Katılımcı’ ve ‘Yurttaş’ Olmak Üzerine…

‘Katılımcı’ ve ‘Yurttaş’ Olmak Üzerine…

‘Katılımcı’ ve ‘Yurttaş’ Olmak Üzerine…

A+A-


Mertkan Hamit
Email: [email protected]

Bu tartışma ile ‘Katılımcı Yurttaşlık’ üzerine varsayımlara dayanan bir tartışmanın ötesine geçebilmeyi ve mevzubahis olan ‘Katılımcı Yurttaşlık’ kavramını yaşanılmış gerçeklerimize paralel bir biçimde anlatmak hedefliyorum. Temel hedefime ulaşmak için bu kavramı oluşturan ‘katılımcılık’ ve ‘yurttaşlık’ ile ilgili daha derinlemesine bir tartışma gerçekleştirmeyi amaçlıyorum.

Öncelikle ‘katılımcılığı’ ele alalım ve siyasi hayatımıza bir ayna tutarak şu soruları soralım:
1- Kıbrıs Türk toplumunda siyaset hangi araçlarla yapılır?
2- Siyasi tartışmalarda karar verici nasıl olunur?
3- Karar alıcıların meşruluğu neye bağlıdır?

Siyaset yapılan araçlara baktığımızda onları a) siyasi partiler, b) sendikalar ve c) sivil toplum örgütleri olarak tanımlayabiliriz. Bahsi geçen bu araçlara daha yakından bakacak olursak siyasi partilerin Merkez Yönetim Kurulları ve Parti Meclisleri tarafından yönetildiğini; sendikalar ve STÖ’lerin de yönetim kurulları tarafından ya da önde gelen üyelerin kararları tarafından yönetildiğini görürüz.

Tüm bu örgütlerin organizasyon yapısına baktığımızda istisnai birkaç sivil toplum örgütünün dışında siyaset yapılan araçların neredeyse tümünün ortak özelliğinin dikey örgütlenme yapısı olduğu ortaya çıkar. Oysa ki katılımcılık dikey örgütlenme modelinin zayıflıkları ile doğrudan ilişkilidir. Gerçek anlamda katılımcı olmak, karar verici olmakla beraber anlaşılmalıdır. Aksi halde tek başına katılımcılık, erken bilgilendirilen yandaşlar, dostlar, vesaire ile sınırlı kalır. Katılımcılık karar oluşturma sırasında özne olabilmeyi de içerecek biçimde genişletilmelidir.

Devletin, yasaların bahsi geçen hiyerarşiye dayanan dikey örgütlenme yapısına göre oluştuğunu kabul ettiğimizde, aslında var olan kurumsal yapının ruhani bir iktidar algısının yansıması olduğunu görebiliriz. Hiyerarşik örgütlenme modeli ile Tanrı, Kral, elit, cemaat ve ötekiler ilişkisiyle başkan, yönetim kurulu, üyeler ve dışardakiler ilişkisi algısal olarak ciddi bir benzerliğe sahiptir. Bir anlamda da birbirinin devamıdır…

Feodalizmden kurtulmak için modern bir iktidar yapısı kurulurken, feodal anlayış farklı araçlarla yeniden üretilmiştir. Bu üretim gerçekleşirken temsili uygulamalar, gerçekten demokratik ve kapsayıcı çözüm oluşturamamıştır. Bu noktada modern algının ötesinde, daha geniş ve özgür yapılanmalara ihtiyaç duyulduğu aşikardır. Bu noktada ruhani güçlere sahip olanların, kralların, derebeylerinin yönettiği tarzda bir yönetimden daha adilane olanını talep etmek ilerici tüm kesimlerin temel sorumlulukları arasına girmelidir. Başka bir noktadan yaklaşacak olursak; binlerce senelik dini hegemonyanın etkisiyle, Tanrı buyruğunu eleştirmenin, ya da onun temsilcisi olan Peygamber veya Krala karşı tavır almak suç olarak görülmekteydi. Cemaat ve tanrı ilişkisini bugün örgütlerde de görüyoruz. Örgüt liderinin kutsandığı, üyelerinin dışa kapalı bir cemaat haline dönmesinden ötürü bugün herhangi bir örgüte üye olanların örgütün kararları dışına çıkması, tek bir anlamdan ibaret olduğu kabul edilen disipline aykırı bir hareket olarak görülür.

Aslında yukarıda bahsi geçen disiplin kavramı, örgütlerin yaratılan normatif bilinci bir tahakküm olarak üyeleri üzerine oluşturma sürecinden başka bir şey değildir. Aleni olarak uygulanacak olan bir şiddet yerine, görünmeyen bir tür şiddet kullanarak iktidar kendini var eden öznelerin üzerine kendini bina etmeyi başarmaktadır.
Siyaset yapılan kurumları özgürleşmeyi mümkün kılacak olan araçlar olarak kabul edilir. Hâlbuki dikey olarak örgütlenmiş yapıların yöneticeleri kendi yorumlarına bağlı olan değerler etrafında kendi iktidar alanını inşa eder. Böylece  ‘siyasi partiler’ beklenenin tam tersine bir tahakküm makinesi haline gelir. Karar oluşturma sürecinde dikey örgütlenme biçimiyle bir araya gelen kişiler, ‘güç odağının’ hizmetlisi haline dönüşür.

Dikey örgütlenme katılımcılığın gerekli olduğu araçlarda dahil toplum ile yatay ilişki kurulmasına mani olur, fikir temsil edecek olanlar, kendi fikirlerini ifade etmekte bile sınırlandırmalarla karşılaşır. Bu nedenle siyasete özgün bir dil ile dahil olmak mümkün olmaz. Kendine has siyaset dilini kaybedenler, gücün diliyle konuşur ve temsil edecekleri öznelerin özgüllüklerini kaybetmeleri sonucuyla karşılaşırlar.

Merkezin etrafında oluşan örgütlenme tek bir doğru üzerinden, tek bir politika uygulama esası ile belirlenir ve katılımcılığın mümkün olacağı koşulların oluşmasının önü kapanır. Halbuki, kendine özgü olma durumu belirleyici yerleşik siyasetin ya da statükonun dönüşmesi ile paralel hareket eder. Statükonun değişmesi siyasetin çokluk üzerinden oluşmasını gerektirir. Bunları göz ardı ederek statükoyla mücadele etmek mümkün değildir...

Özet olarak, var olan biçimiyle katılımcılık, var olan iktidar ilişkisinin dilinden konuşulduğu kadar katılımcıdır. Dikey örgütlenme yapısı ile hareket eden, merkezi güçlü olan tüm kurumlarda katılımcılık ile ilgili problem aynıdır. Bu tarz örgütlerin çoğunda, süreç içinde siyasal olarak katılımcı olmak Ahmetçi veya Mehmetçi olma ile sonuçlanır.

Temsili bir katılımcılık ‘katılımcı bir diyalog’ ve ‘istişare’ yaratmaz, bunun yerine ‘biat kültürü’nü güçlendirir. Bunun sonucu olarak siyaset yaratmaktan çok siyasi yaratılır. Bunun yanında siyasete dair olan duruş ideolijisizleştirilirmiş hale gelerek, içi boşalır. Siyasetin kolektif bir anlayışın değil bireyin üzerinden bina edilmesi gibi sonuçlar ortaya çıkar. Mevcut organizasyon yapısı ve anlayışla ortaya konulacak katılımcılık ideolojisizleştirilirmiştir ve siyasi bir duruştan çok kalabalık karar verme gibi tamamen anlamsız ve temsili bir hal alır.

Benzeri bir biçimde yurttaşlık algısı ile ilgili de ciddi bir problem yaşanmaktadır. İdeolojisizleştirilme sürecinin bir sonucu olarak, yurttaşlık algısı muhafazakar bir haldedir. Yurttaş olmak anayasal anlam ile sınırlandırılmıştır ve sürer durumun sınırladığı alan dışında kurgulanamamaktadır.

Oysa ki, soldan bakanlar olarak, ulus kimliğinin ötesinde bir yurttaşlık algısı yaratılmadan, katılımcılık üzerine konuşamayız. Çünkü hâlihazırda yurttaşlık mevhumunu, ortak bir ulusal ülkü için bir araya gelmiş dil, kültür gibi benzerlikleri bulunan ve bir devlete yasal olarak bağlanmış insanlar topluluğu olarak görmenin ilerisine taşımalıyız. Bugünkü haliyle tektipleştirilmiş yurttaşın anlamı erkek, heteroseksüel, Kıbrıslı, Avrupalı, beyaz bireyin anlayışı üzerine bina edilmiştir.

Yurttaşlığın anlamının bu kadar dar olduğu bir yerde, katılımcılığı içselleştirecek bir anlayışı ortaya koymak mümkün olup olmadığı detaylı bir biçimde tartışılmalıdır. İlerici olduğunu iddia edip, sadece ve sadece homojen bir ulus devletin bina edilmesi temennisi, bugünün anlayışı kapsamında hak ve ayrıcalıklar bakımından ne ilericidir ne de yeterlidir. Bunun yanında yurttaşların tek bir kültür varmış gibi onu kriter olarak ortaya koymak ve sonra da bu insanlardan ‘ulusal bir ülkü’ etrafında birleşmesini beklemek de artık mümkün değildir.

Geleneksel anlamda yurttaş tanımının ötesine geçebilen, gerçekten kozmopolit olan bir yurttaşlık tanımına ihtiyaç vardır. Çünkü: Yöneten, yönetilen ve ötekinin sınırlarını tanıyarak ve bunlar arasındaki geçişkenliği kolaylaştırabileceğimiz ölçüde katılımcı yurttaşlığı mümkün kılabiliriz. Katılımcı olan yurttaşlık için yine çokluğu ve farklılıkların bir arada olan uyumunun mümkün olacağı ve bunun benimseneceği koşullar temel dayanak olmalıdır.

Göçmen, mülteci, kadın, lgbt, genç, dar gelirli, engelli gibi daha birçok sosyal ve etnik kategoriyi de içselleştirip karar alma süreçlerine entegre ederek tekliğin hegemonyasını kırmak mümkündür. Kıbrıs’ta eşitsizlik düzenini sürdüren ve genel anlamda ‘statüko’ dediğimiz yapıyı bertaraf etmenin bir yolu da onu geçersiz kılacak bir anlam dünyasıyla, onun dili dışında ona yaklaşmaktır. Yoksa statükonun dilinden konuşarak statükonun kabuk değiştirdiğini tekrar tekrar yaşadık.

Bu noktada tek tipleştirilmiş öznelerin yurttaşlığı değil, çokluğun ve çoğulculuğun yurttaşlığını, anayasal sınırların ötesinde kavrayabilmemiz temel ilke olmalıdır. Bunun yaratılması için ise ‘hak’ kavramının önemini belirtmekte yarar görüyorum.

Egemen milliyetçi ideolojiye ve hukuka dayanan bir ulusal ülkü yerine, temel haklar üzerinde oluşturulacak ama geleneksel hukuksal çerçevenin ötesine geçebilecek olan, geniş tabanları temsil edecek bir hak anlayışına ihtiyacımız vardır. Şu an taban her ne ise, tabandan gelen bir ‘hak’ anlayışı ile bahsi geçilen koşullar mümkün hale gelebilir.
Sonuç olarak anayasalar ‘hak mücadelesinin’ merkezini değil bir boyutunu oluşturur. Anayasanın dışındaki alan ise siyasi irade ile mümkündür ve bunun için de ‘talep etmek’ gereklidir. Edinilmiş hakları olan özneler olarak köken ve statü ötesinde oluşturulacak bir mücadelenin kapsamında siyasi tercihler ‘katılımcı yurttaşlık’ açısından bir anlam ifade edebilir.

------------------------------------------------------

Bu yazı 4 Eylül 2014 tarihinde Işık Kitabevi tarafından düzenlenen Değişim ana temalı kitap fuarının Katılımcı Yurttaşlığa Doğru Mu (Örgütsellikten Bireyciliğe) başlıklı panelde yapılan sunumun kısaltılmış halidir.
  Burada STÖlerin dâhilinde yurttaş inisiyatiflerinden, kayıt edilmemiş oluşumlara kadar daha geniş birlikleri de hesaba kattığımı belirtmeliyim.

Bu haber toplam 2111 defa okunmuştur
Gaile 283. Sayısı

Gaile 283. Sayısı