1. YAZARLAR

  2. Cenk Mutluyakalı

  3. Katlanmış ve bağlanmış umutlarımız
Cenk Mutluyakalı

Cenk Mutluyakalı

Katlanmış ve bağlanmış umutlarımız

A+A-

Bir uçurumun kıyısında uğuldayan sesler, anlamsız bir kalabalık içinde birbirine yabancı suretler, bir mazgal deliğinden umarsızca bölünmüşlüğe bakan gözler; bir mültecinin örselenen umutları, bir toplumun abluka altındaki çıkmazları, bir kadının pazarlanan bedeni, bir çocuğun istismar edilen saçları, deli gömleği içinde bir radikalin çırpınışları ve daha onlarca imge katlanmış, bağlanmış, katlanmış bağlanmış, katlanmış…

Kumaşlar, giysiler, örtüler, ceketler, deriler, yorganlar, kefenler… Bu dokular arasında herkes kendi hikayesini buluyor. Ya da pek çok farklı hikaye, insanlığın kendisi oluyor.

Bu göç, varoluş kaygısı, direniş hiç bitmeyecek… Hiç dinmeyecek bu sızı, bu kimlik inşası, bu kayboluş, bu telaş, bu doğum, bu ölüm… Bu sürgün hali hep sürecek… İnsanın insana zulmü… Unutmak istediklerimiz, unutamadıklarımız ve unutturulmayanlar… Hiç bitmeyecek…

***

Sanat insanı sarstığı, düşündürdüğü, sorgulattığı ve yüzleştirdiği zaman anlamlanıyor.
Özgürleşiyorsunuz o zaman…

Olağanüstü bir sergi “IN CASE.”
Son yıllarda gördüğüm en etkileyici işlerden birisi… Uluslararası standartlarda bir sanat pratiği… Farklı sanat disiplinlerinin deneysel bütünlüğü…

Anber Onar son derece estetik, yaratıcı ve toplumsal bir üretimle duyularımızı dürtüyor. Nesneler vücut buluyor Anber Onar’ın ellerinde, evrensel sanat forumlarına dönüşüyor, özgün bir üretimle yeniden biçimleniyor… Kumaşlardan tablolar yaratıyor; ışıkla, sesle, kokuyla yeni bir dil kuruyor.

***
Sanatsal bir provokasyon bu!

Yerleşik değerlere ve toplumsal normlara meydan okuyor; hepimizi katlıyor, bağlıyor, dürüyor, dürtüyor, dağıtıyor, derliyor, topluyor, sanatçı… Statükoyu sanatsal bir duyarlılıkla sarsmakla kalmıyor, yeniden sınırlarla yüzleştiriyor seyirciyi… Coğrafi sınırlarla, ahlaki sınırlarla, kendi bedenimizin ve belleğimizin sınırlarıyla… Ne kadar sınır varsa, tümüyle… Bir hücrede, bir kulede, bir gettoda, bir barikatta, bir kampta, bir sığınakta… Anber Onar’ın özenle, tutkuyla, ustalıkla ve sabırla yarattığı metaforlar hem hiçliği, hem çokluğu bağırıyor.

***
İçine kapatıldığımız bohçalar arasında kayboluyoruz. Bağlanmışız, sıkışıp kalmışız, kuşatılmışız…  Unuttuğumuz ya da kanıksadığımız ne varsa sizi içine çekiyor… Politik göndermeler de içeren sergi, içinde insan figürü olmadan insanı odağına alıyor ve insanın yıktıklarının gailesini çekiyor.

Serginin iyi bir takım çalışması olduğu ortada…. Art Rooms Galery özel bir deneyim için sizi çağırıyor, gitmemişseniz halen… Oya Silbery küratörlüğündeki sergi 16 Mayıs’a kadar sürüyor.

Katlanmış ve bağlanmış umutlarımız, çözülmeyi bekliyor.

anber-onar.jpeg

Anber Onar: İnsanın sanat ile kendini bir yolculuğa taşıması mümkündür


“Kıbrıslı bir sanatçı olmak ve Kıbrıs’tan esinlenmek, yerel sanat yapmak anlamına gelmiyor. Çünkü sanat lokal bir duygu veya lokali yansıtan bir eylem değil; çok daha evrensel ve insanı keşfetmek üzerine kuruluyor” diyor Anber Onar…

Anber Onar’ın eserlerinde çıkış noktası Kıbrıs olsa da adanın sınırlarını aşan, pek çok farklı coğrafya ve insan halleriyle paslaşan bir duyarlılık gösteriyor.

Sanatçıyla sergisini konuşuyoruz.

“Adadaki onca kaygıyı, acıyı, umudu, yokluğu bohçalara toplamış ve saklamış gibisin… Nasıl başladı bu yolculuk?” diyorum.

Anber Onar yanıtlıyor…
“Tek bir başlangıç noktası yok... Hiçbir şey nasıl başlarsa öyle de gitmiyor; evrile devrile, değişerek, farklılaşarak, devinerek kendini var ediyor. Kendimizi en izole hissettiğimiz anlar, hayatla ne kadar bağlantılı olabileceğimizin potansiyelini içeren anlardır belki de… Bu bağlamda verebileceğim birçok örnekten ikisinden bahsetmek isterim:

Birincisi, Sidestreets’in kültür programlarını yönetirken If Kare Film Festivali ile ilk kez online olarak 15 farklı şehir ile birleştiğimiz ve aynı anda aynı filmlerin gösterim ve tartışmalarını yaptığımız zamanlardı. Bu bağlantı bana hem uzun zamandır ne kadar izole olduğumuzu düşündürdü hem de dünyayla ortak noktalarımızı hissettirdi.

İkincisi pandemi döneminde, neredeyse tüm dünya ile ilk kez aynı kaderi paylaşıyorduk. Herkesin ortak bir kaygısı vardı ve en önemli duygu hayatta kalmak olmuştu. Bu dönemde çok daha içgüdüsel ve doğal bir biçimde bugüne kadar olan değer yargılarımızı sorgulayarak, nelerin en önemli olduğunu çok düşünmüştüm.

Bu dönemdeki hayatım, en basit, en doğal ve en üretkendi. Bu bana çok şey öğretmişti. En izole olduğum zamanda, dünyevi hiçbir sorumluluğum yoktu… Oraya git buraya gel, şunu yap bunu al gibi.

Burada ilk kez vakit sadece kendimindi ve zamanımı ‘Mimar Abdullah Onar: Bir Modern Geçmiş’ kitabını yazarak ve üreterek geçirdim.

Dünyadaki olaylar beni çok etkiliyordu. Pandeminin bilinmez bir geleceğe doğru artarak devam etmesi, karşıt birçok tezin bir anda gerçek olarak sunulması, bilimin bile buna yetersiz kalması, bu felaket ile, birçok insanın mağduriyeti, çaresizliği... Ancak bu süreçte hepimizin yaşadığı bir gerçek daha vardı, o da giyim kuşamımızı en minimumda tuttuğumuz, dolaplar dolusu bir sürü eşyanın kullanılmadan öylece durması gibi. Bu beni çok düşündürmüştü çünkü bu basit hayatın dışındaki her şey ne kadar boştu. Bu dolaplar dolusu eşya anlamsız, boşuna ve aslında hiçbir zaman kullanılmayacaktı. Bu birikmiş birçok şey benim çocukluğumdan, hatta benim daha doğmadığım zamanlardan bile birçok giysiyi ihtiva ediyordu. Ben bunları ya duygusal nedenlerden dolayı, ya da kullanılabilirliği değil de bir başka bağlılıktan dolayı senelerce saklamışım… Çoğunu bir başkasına vermek bile mümkün değildi…

Bir savaş, bir deprem, bir katastrofi oluyor ve binlerce insan hayatını kaybediyor… Bunun acısını tariflemek ne mümkün… Hayatta kalanların en acil ihtiyaçları ise gıda, barınma, örtünme, giyinme… Ancak elinizde o kadar çok malzeme olduğu halde artık bunları bir kutuya koyup oralara da gönderemiyorsunuz bile. Çoğu zaman kullanılmış, eskimiş şeyler bu tüketicilik üzerine kurulmuş dünyamızda artık çok da kabul görmüyor. Yani bir yerde fark ediyorsunuz ki bunların birçoğu sadece sizin için bir mana ifade ediyor ve artık tamamen kullanım dışıdırlar.

İşte bu tür düşünceler içinde elimdeki bunca kişisel eşyayı karşıma alarak, tam da bu noktadan onları dönüştürmenin yollarını aradım. Dönüştürürken hem onların barındırdığı tarihi, özelliği ve kimliği nötr hale getirecektim, hem de onları çok daha geniş bir anlam platformunda koruyabilecektim. Bunların hem kendilerinin realiteleri hem de sanat malzemesi olasılıkları beni heyecanlandırmıştı. Her bir elemanı alıp onları çok basit bir form olan dörtgen bir biçimde kendi içlerine katlayıp bağladım, işte o zaman onlarla oluşan formal estetik kaygıları, işaret ettikleri anlam yüklerini de kendi birikimimle buluşturup şekillendirdim. O yüzden bunlar birer bohça hiç olmadılar. En azından içlerinde sakladıkları fiziksel başka bir şey yok, kendilerinden başka, ama aynı zamanda, her biri aynı anda birçok anlamı içinde barındırır. İşte ben bunlara bağlı-katlamalar adını verdim.”

“Sanat bizi kurtarır mı?”


Bu kez şunu soruyorum:
İçine hapsolduğumuz yalnızlık, sıradanlık - hatta şimdilerde bağnazlık- ortamından bizi sanat kurtarabilir mi? Yoksa sanatçı bu vasatlık bataklığından aslında kendini mi kurtarıyor?

 Söz Anber Onar’ın:

“Bana göre sanat, reçetelenmiş bir ilaç asla değildir.  İnsanın sanat ile kendini bir yolculuğa taşıması mümkündür. Bazen sanatın sizi o yolculuğa çıkartabilmesi için çok ciddi bir bilgi birikimine, derin bir entelektüel yapıya sahip olmanız gerekebilir. Çünkü sanat entelektüel bir varoluştur. Ama aynı zamanda sanat sizi içgüdüsel olarak da sizin duyarlılıklarınıza dokunarak da çok farklı bir yolculuğa çıkarabilir. Sanırım bunu duyumsayabilmek için çok açık ve önyargısız bir yerden, çıplak olmanız gerekebilir. Bence sanat ya da sanatçı bir şeyleri kurtarmaz, ama hep yeni bir bakış açısı önerir.”

img-2049.jpeg
Mıntıkalar | Karışık Teknik Kolaj

img-2062.jpegimg-2057.jpeg

Yerdeğişimler | Dijital manipülasyon | Fotokolaj

 

Bu yazı toplam 1572 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar