“Kaybedilmiş bir savaş üzerine…” 5
(Nobel Edebiyat Ödülü’nün bu yılki sahibi Belarus yazar Svetlana Aleksiyeviç, 7 Aralık’ta ödül kabul konuşmasını yaptı. Azerbaycanlı yazar Nermin Kemal‘in harika çevirisinden ilham alarak ben de konuşmayı Rusça’dan Türkçe’ye çevirdim. Nigâr Hacızade.)
Belarus yazar Svetlana Aksiyeviç’in Nobel Edebiyat Ödülü kabul konuşmasının devamı şöyle:
“Söylentiler dolaşıyordu; kaza, sosyalist kampı yıkmak isteyen Batılı özel güçlerin planlı işiymiş. Askeri mühimmat Çernobil’e doğru yoldaydı, askerler geliyordu. Sistem her zaman olduğu gibi işliyordu; askeri şekilde. Ama elinde yeni tüfeğiyle askerin, bu yeni dünyada felaketten başka alacağı yoktu. Elinden gelen tek şey, yüksek dozda radyasyona maruz kalıp, evine dönüp ölmekti.
Gözlerimin önünde, Çernobil öncesinin insanları, Çernobil insanlarına dönüştüler.
Radyasyonu göremiyordun, ona dokunamıyordun, kokusunu duyamıyordun. Bizi artık bu bildik ve bilinmedik dünya çevreliyordu. Nükleer bölgeye gittiğimde hemen anlattılar: Çiçek koparmak yasak, çimene oturmak yasak, kuyudan su içmek yasak… Ölüm her yanda gizleniyordu, ama bu başka türlü bir ölümdü. Yeni bir maske takmış, yabancı bir kıyafet giymiş. Savaşı görmüş yaşlılar, bir kez daha evlerinden ‘tahliye’ edilirken gök yüzüne bakıyordu: ‘Güneş parlıyor, ne duman var, ne gaz, ateş eden yok. Bu savaş mı ki, yine göçmen edildik?’ Sabah ilk iş gazetelere koşuyor, sonra hayalkırıklığıyla bir kenara atıyorlardı onları; casusları daha bulamamışlar. Halk düşmanları hakkında bir şey yazmıyor.
Casusların, halk düşmanlarının olmadığı bir dünya da yabancıydı.
Yeni bir şeyin başlangıcıydı bu. Çernobil ve Afganistan, bizi özgürleştirdi.
Benim için dünya yerinden kıpırdadı. Nükleer bölgede kendimi ne Belaruslu, ne Rus, ne Ukraynalı hissettim; yok edilebilecek biyolojik bir türdüm.
İki felaket üst üste geldi. Sosyal felaket -sosyalist Atlantis sulara gömülüyordu- ve kozmik felaket -Çernobil. İmparatorluğun düşüşü herkesi endişelendiriyordu. İnsanlar günü dert ediyor, var olma mücadelesi veriyordu; yaşamak için gerekenleri hangi parayla, nereden almalı? Nasıl yaşamalı? Neye inanmalı? Hangi flamaların altında durmalı bu sefer? Ya da Büyük Fikirler olmadan yaşamayı mı öğrenmeli? Bu sonuncusunun nasıl yapılacağını kimse bilmiyordu, o güne kadar hiç böyle yaşamamışlardı. Kızıl İnsan’ın önünde yüzlerce soru vardı. Hepsine yalnız başına göğüs gerdi. Hiçbir zaman, özgürlüğünün ilk günlerindeki kadar yalnız olmamıştı. Etrafımda, hayatları sarsılan insanlar vardı ve ben onlara kulak verdim.
Günlüğümü kapatıyorum…
İmparatorluk yıkıldığında bize ne oldu? Dünya daha evvel cellatlar ve kurbanlar diye ayrılırdı; Gulag’daki gibi. Erkek ve kız kardeşler; Savaş’taki gibi. Seçmenler; teknoloji, çağdaş dünya. Dünya daha evvel bir de hapse atanlar ve atılanlar diye ayrılırdı. Bugün Batıcılar ve Slavcılar, satılmışlar ve vatanseverler diye ayrılıyor. Bir de alabilenler ve alamayanlar diye… Bu sonuncusu, bana göre sosyalizm sonrasının en acı tecrübesi, zira daha bu yakınlarda hepimiz birdik. Kızıl İnsan, mutfakta oturup hayalini kurduğumuz o Özgürlük Krallığı’na bir türlü ulaşamadı. Rusya’yı o olmadan böldüler, o ise elinde bir hiçle kalakaldı. Aşağılanmış ve soyulmuş. Saldırgan ve tehlikeli.
Yeniden Rusya’yı dolaşmaya başladım. Şunları duydum:
-Bu ülkede modernleşme, ancak toplama kampları ve kurşuna dizmelerle mümkün.
-Rus insanı sanki zengin olmak istemiyor bile, hatta bundan korkuyor. Tek istediği, başkalarının zengin olmaması. Kimsenin ondan daha zengin olmaması.
-Burada dürüst insan bulamazsın, ama bolca dindar vardır.
-Boşuna güdülmeyi reddeden yeni bir nesil bekleme. Rus insanı özgürlükten anlamaz, anca Kazaklardan ve onların kamçılarından anlar.
-İki temel Rusça kelime: savaş ve hapis. Çaldın, gezdin, yakalandın. Çıktın, yine yakalandın, yine içeri girdin.
-Rusların hayatı çekilmez olmalı, bedbaht olmalı; ruh ancak o zaman yükselir, bu dünyaya ait olmadığını o zaman idrak eder. Her şey ne kadar pislik ve kan içindeyse, ruh kendine o kadar çok yer bulur.
-Yeni bir devrime yetecek ne güç, ne delilik yok kimsede. Ruh da yok. Ruslara, tüylerini diken diken edecek büyük fikirler lazım.
-Hayatlarımız işte böyle geçer bizim, pislikle savaş arasında gider gelir.
Komünizm ölmedi, cesedi yaşıyor.
Cesaretimi toplayıp söyleyeceğim: 90’lı yıllarda elimize geçen şansı kaçırdık. Ülkemiz nasıl olmalı, güçlü mü, yoksa insanlarına layık mı sorusu önümüze geldiğinde, birinci şıkkı seçtik: Güçlü olmalı. Şimdi yine güç zamanı. Ruslar Ukraynalılarla, kardeşleriyle savaşıyor – benim babam Belaruslu, annem Ukraynalı, bir sürü başka insanın da böyle… Rus uçakları Suriye’yi bombalıyor…
Umut devri yerini, korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz.
Kızıl İnsan’ın tarihini yazıp bitirdim mi şimdi, emin değilim.
Benim üç evim var. Belarus, toprağım, babamın vatanı, bütün ömrümü geçirdiğim yer. Ukrayna, annemin vatanı, doğduğum yer. Ve büyük Rus medeniyeti, kendimi onsuz hayal edemediğim… Benim için hepsi değerli. Sevgiden söz etmek ise, bizim çağımızda zor.”
(http://www.5harfliler.com/kaybedilmis-bir-savas-uzerine-svetlana-aleksiyevicin-nobel-edebiyat-odulu-konusmasi/
Konuşmanın İngilizce metni:
http://www.nobelprize.org/nobel_prizes/literature/laureates/2015/alexievich-lecture_en.html)
-----------------------------------------------------------------
Yıllık iznimin son bölümü kullanacağımdan yazı dizimize kısa bir ara veriyoruz… 2 Ocak 2016’da buluşmak dileği ile…