KAYBETMEMEK ÇOK MÜMKÜN…
Şişen ekonomiler, derinleşen krizler, öfkeli uluslar, yükselen milliyetçilikler… Dünya geçen yüzyılın başında ve ortasında yaşadığı kasılmaları, yeni yüzyılın başında yeniden yaşıyor. Uğursuz bir deja vu bu. İnsan; prodüksiyonu, oyuncuları farklı, senaryosu aynı bir filmi kaç kez ve neden yeniden üretir ki?
Kendi küçük dünyalarımız, akvaryum misali hayatlarımız yerine insanlığın kadim tarihi üzerinden başımıza gelenleri okumaya kalktığımızda her şey olduğundan daha karanlık, daha umut kırıcı. kafamızı azıcık kaldırıp ufuklara baktığımızda da insanın yüreğine su serpecek bir umut ışığı görünmüyor. Aksine kendi yarattığı çevresel felaketlerle yaklaştığı sonunu, küresel açgözlülüğün neden olduğu nefret ve düşmanlıklarla hızlandıran bir türün mensubu olduğumuzu hissetmek daha da ürkütüyor gözlerini ufka çevirenleri…
Kaçacak, sığınacak bir yerimizin olmadığı ve her ne yapacaksak, tam da bulunduğumuz yerde; kaderimizi avuçlarına almak isteyen kötülük karşısında, kaderimizi ellerimize almak için son gücümüze kadar mücadele etmekten gayrı seçeneğimizin olmadığı bir çağdayız.
Teslim olup, ruhunu, yüreğini karanlık tarafa geçirenler ile tüm bu olup bitenlere karşı ısrarla gözünü kulağını kapatmayı, “bilmeme hakkını kullanarak” bu acılı süreçle kişisel planda baş etmeyi tercih edenler kadar kolay değil işi bilmeyi, anlamayı ve direnmeyi seçenlerin…
Karanlık tarafa gönüllü ya da korkuya teslim olarak geçmiş olanlar için yapacak bir şeyimiz yok. “Bilmeme, öğrenmeme ve hiçbir şey yapmaksızın olacakları bekleme” hakkını kullanmayı tercih edenlerden sarsabildiğimiz, koparabildiğimiz kadarıyla devam etmeye çalışacağız yola… Öfkelenmeden, sabırla, akl-ı selimle…
Kelimeleri dikkatle seçerek… Kırıp dökmeden… Yeni cepheler açmadan… Yeni kırılmalar yaratmadan…
Geride bıraktığımız on yıllardan bugüne etrafa saçılmış, kırılıp dökülmüş ne varsa her şeyi yeniden, tek tek toplayıp, birleştirmeye çalışarak…
Tek tek herkesi kendi özgünlüğünde ve kendi özgül ağırlığında bir değer kabul ederek…
Az olduğumuzu, azımızı daha da azaltmamamız gerektiğini, azları bir araya getirmeden çoğalamayacağımızı bilerek…
“Ne için? Ne adına? Ne sebeple?” diye soruyorsanız:
Geleceğini geleceğine bağlamayı vaat eden sevgilinin bakışları adına…
Birlikte huzurla yaşlanabilme adına…
Daha süt kokan, masum gözleriyle olup bitenleri anlamaya çalışan çocuklar adına…
Henüz bir sevgilinin elini bile tutmadan karanlık bir çağa, ölüme sürülecek gençler adına…
Bilgeliğinin gölgesinde daha uzun yıllar huzur arayacağımız ulu çınarlar adına…
Pencereden baktığında kentlerimizi terk etmemek için umutsuzca direnerek çekilen ağaçlar, kuşlar, balıklar adına…
Kirlenmemiş gün ışıkları adına… Kan tutuşturan gün batımları, aşka sarılınan uzun geceler adına…
Unuttuğumuz şarkılar, yazılmamış şiirler adına… Halaylar, horonlar, konuştuğumuz tüm diller adına…
Dudaklardaki hayır duaları, inandığımız tüm dinler adına…
Yitirdikçe yoksullaştığımız tüm değerler adına…
Çokluk adına… Çok seslilik, çok renklilik adına…
Bakmayın karanlığın ağırlığına, koyuluğuna…
Dağılmış, saçılmış olduğumuz, birbirimize çoktandır küstüğümüz, kırıldığımız, birbirimizi çoktandır duymaktan, dinlemekten, anlamaktan, sevmekten, kucaklamaktan vazgeçtiğimiz için olduğumuzdan az görünen çokuz, çokluğuz biz…
O yüzden kaybetmemek çok mümkün… Kazanmak bize bağlı…