1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Kayıp” İbrahim Latif, Pazartesi günü defnedilecek…
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Kayıp” İbrahim Latif, Pazartesi günü defnedilecek…

A+A-

Dokuz yıl süreyle olası gömü yerini bulabilmek için okurlarımızın ve ailesinin çok değerli yardımlarıyla “kayıp” edilmesi hakkında araştırma yürütmüş olduğumuz ve ailesinin yazılı talebi, Cumhurbaşkanlığı’nın girişimi ve Bakanlar Kurulu kararıyla üzerinde adı yazılı mezarda kazı yürütülen ve kalıntıları bulunan “kayıp” İbrahim Latif, Pazartesi günü defnedilecek.

al-003.jpg

Ailesinin isteği üzerine askeri ve dini tören yapılmaksızın, sade bir törenle ailesi tarafından defnedilecek olan “kayıp” İbrahim Latif, Lefkoşa Ortaköy Mezarlığı’ndaki Lefkoşa Şehitliği’nde üzerinde adı yazılı mezara yeniden defnedilecek. Defin töreni saat 10.00’da yapılacak…

Cumhurbaşkanlığı tarafından üstlenilen girişim sonucunda Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi’nin desteğinde, arkeologlarımızın gönüllü olarak çalışmaları sonucu yürütülen kazılarda, “kayıp” İbrahim Latif’in adının yazılı olduğu mezar da kazılmış ve ailesi tarafından kimliği doğrulandıktan sonra, bulunan kalıntılar üzerinde adli inceleme sonuçları aileye aktarılmıştı. Kimliği doğru biçimde saptanan İbrahim Latif’in hangi mezarda yattığı, artık ailesi ve herkes tarafından kesin olarak bilinecek.

İbrahim Latif, parmağında içinde eşi Göksen’in adının yazılı olduğu nişan yüzüğüyle defnedilmişti 1974’te… Mezarı açılınca, bu yüzüğün parmağında olduğu görüldü.

Bu arada 5 Mart 2020 tarihinde bu sayfalarda “kayıp” İbrahim Latif’le ilgili son dokuz yıldır yaşanan süreci anlattığımız yazımızda, hatalı bir ifademizi de düzeltmek istiyoruz. Hüseyin Ruso, İbrahim Latif’in eşi Göksen hanımın kardeşi değil, dayısı idi… Bunu da düzeltir, bu hata nedeniyle okurlarımızdan özür dileriz…

“Kayıp” İbrahim Latif’in ailesinin acısını paylaşıyoruz… Işıklarda olsun sevgili İbrahim Latif… Artık evlatları ve torunları ve tüm sevdikleri onu gönül rahatlığıyla, nerede yattığından emin olarak ziyaret edebilecekler…


 

  KAZILARDA SON DURUM… KAZILARDA SON DURUM…

 

Dikomo ve Strovulos’ta yeni kazılar…

Kayıplar Komitesi’nin adamızın kuzeyinde ve güneyinde yürütmekte olduğu ve gerek 1963, gerekse 1974 yılları arasında “kayıp” edilen Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırumlar’ın gömü yerlerini aradığı kazılar devam ederken, Dikomo ve Strovulos’ta yeni kazılara başlandı.

Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Üye Ofisi Kazılar Koordinatörü Arkeolog Demet Karşılı’dan aldığımız bilgilere göre, geçtiğimiz günlerde Dikomo’da yeni bir kazıya başlandı. Burada bazı “kayıp” Kıbrıslırumlar’ın gömülü olduğu bir yer aranacak. Strovulos’ta ise sıra kuyularda yeni kazılara başlandı ve iki kuyu kazısı tamamlanarak üçüncü kuyuya geçildi. Burada da bazı “kayıp” Kıbrıslıtürkler’in gömü yeri aranıyor.

Domuzcular Burnu’nda (Trahonas) askeri bölge içindeki park yerinin altında bulunan hendeğin içinde kazılara devam ediliyor. Burada da bir “kayıp” şahıstan geride kalanlara ulaşılmıştı.

Mevlevi’de (Kyra) 1974 “kaybı” bir Kıbrıslırum’la ilgili kazı herhangi bir sonuca ulaşılamadan tamamlandı. Mevlevi’de 1974’te bir Kıbrıslırum kadının “kayıp” edildiği biliniyor ancak gömü yeri hakkında çeşitli söylentiler var. Bu konuda bir okurumuz da bize ve Kayıplar Komitesi yetkililerine, parmaklarına oje sürülü bir kadın elini Mevlevi’den geçerken gördüğünü, kadının elinin, bedeninin gömülmüş olduğu yerin dışında kaldığını, bu görüntüden çok ürkerek oradan ayrıldığını aktarmıştı yıllar önce…

Mağusa’da bir “kayıp” şahıstan geride kalanların bulunduğu kazıya devam edilirken, Eksomedoş’ta (Düzova) da bazı “kayıplar”ın arandığı kazı sürdürülüyor.

Sihari’de (Kaynakköy) bazı Kıbrıslırum “kayıplar”ın gömüldüğü sanılan bir alanda kazıya başlandı ve gömü yeri olduğu düşünülen alan içerisinden alınan taşıma topraklar kontrol ediliyor.

Demirhan’da (Trahoni-Tirfon) bir evin bahçesinde yürütülen bir kazı herhangi bir bulguya rastlanmayarak sona erdirildi.

Kazı ekibinde bulunan tüm arkeologlarımıza, şirocularımıza ve diğer çalışanlara “Çok kolay gelsin” diyoruz.


 


  BASINDAN GÜNCEL…

 

“Irkçı devlet, ırkçı toplum…”

Pakrat ESTUKYAN

Türkiye’den bakınca ırkçılık denen insanlık ayıbı sadece Hollywood yapımı filmlerde Afrika kökenlilere yönelik ayrımcılık olarak algılandı yıllar boyunca. Tuhaf bir aymazlıkla iliklerimize kadar işlemiş ırkçılığı görmezden geldik.

‘Tembel ve uğursuz’ oldukları için kalıp vatanlarını savunmak yerine ülkemize gelip, cennet vatanımızın nimetlerinden yararlandıklarını düşündüğümüz Suriyeli savaş mağdurları en ufak bir umut belirince, kendilerine bahşedilen ayrıcalıkları tepip Yunanistan’a açılan Pazarkule sınırına koşuyorlar. Kaçarcasına çıkılan sınır yolculuğunda bir kez daha istismara uğruyorlar üstelik. Resmi bir kurum olan Göç İdaresinin temin ettiği otobüslerin sürücüleri veya sahipleri, araçların üzerindeki ‘Göç İdaresi’ yazılarını kaldırıp kişi başı 100 lira talep ediyorlar.

İktidar cenahı, geldiklerinden bu yana sürekli olarak Suriyeli mültecilerin yol açtığı maddi kaybı hesaplıyor. Buna karşılık ahırını ev parasına kiraya verenin, asgari ücretin 2300 TL olduğu yerde haftada 100 lira ile adam çalıştırmanın, ailenin delisine, sakatına taze gelin almanın kazancını ise hiç kimse sorgulamıyor.

Savaş bittiğinde milletçe borçlu çıkacağız Suriye halkının karşısına. Geleneksel bir arsızlıkla borcu günün iktidarına, onun temsilcilerine ciro edeceğiz. Ellerimizi yıkayıp bu işten sıyırdığımıza inandıracağız kendimizi. Ama Suriyelinin nefreti iktidar partisi ile sınırlı kalmayacak. O, muhatap olduğu her birinin bu savaş batağında kendi sırtından neler çaldığının, hem sömürüp hem de nefret öğesi haline getirişinin acısını AKP iktidarından değil, Türkiye’den, Türkiye insanından bilecek.

Türkiye’de nefret söylemi ve ırkçılık eğitim yoluyla edinilmiş bir karakter özelliği haline getirildi. Cumhuriyet tarihi boyunca üretilen bu kazanım, 20 yıl öncesine kadar alttan alta işlenirken, AKP iktidarı ‘dindar ve kindar’ nesil inşası şiarıyla bu gayrı insani karaktere meşruluk kazandırdı sadece. Artık gizlisi-saklısı yok. ‘Bizden olmayan bize karşıdır’ ilkesi sadece bir siyasi kutuplaşma, seçim söylemi filan değil, bizatihi dünya görüşüdür.

Yakın geçmişinde yaşadığı Balkan bozgunu, Kafkasya kaç kaçı, Çerkez göçü, Ege mübadelesi, Bulgar ve Makedonya muhacirliği gibi travmaların izlerini taşıması beklenen bir toplumun bu denli duygudaşlık yoksunu olması açıklanmaya muhtaç bir durum. Mesele belki de aynı öznenin işlenen bir suçun hem mağduru hem de faili olmasında aranmalıdır. Örneğin Çerkezler, vatanlarından kovulup Türkiye’ye gelirken mağdur, geldikleri ülkenin devletine hizmet gayretiyle Ermeni soykırımına katılırken de fail olmuşlardır. Aynı şekilde Kürtler de İttihatçıların tertibiyle ve din adına Ermeni ve Süryani ve dahi Ezdi katlederken fail, ana dilleri yasaklanır, kimlikleri inkar edilirken de mağdur hale gelmişlerdir. Almanya’da neo nazilerin saldırısına uğrayan Türk veya Kürt orada mağdur iken, kendi ülkesinde ırkçı saldırıların faili olabiliyor.

Hem mağdur hem fail, hem mazlum hem zalim olabilme halinin oluşturduğu toplumsal karakter ise ikiyüzlülük ve riya ile şekilleniyor. Ege’de Yunan işgalinden kurtuluş günü kutlayan pek çok ilçe, geçmişte o işgalci Yunan ordusunun subaylarını çiçeklerle karşılamıştı oysa. Benzer bir şekilde Ermeni soykırımından ihtida ederek, din değiştirerek kurtulanlar ülkenin doğu vilayetlerinde MHP’nin hem yönetim kadrolarını, hem de tabanını oluşturuyorlar.

Suriyeli mülteciler Türkiye’nin sürdürdüğü savaş oyununun piyonları olarak bir oraya, bir buraya savrulmaktalar. Şehit cenazesine katılan kitleler, o ölümün müsebbibi gibi görüp Antep’te, Urfa’da, Maraş’ta Suriyeli sivilleri, korunmasız mültecileri linç etmeye girişiyorlar. Kitle psikolojisi tepkisini rasyonel bir yolla dışa vuruyor. ‘Askerimizin Suriye’de ne işi var?’ diye soracak olsa, öfkesini iktidara yöneltse suç işlemiş olacak. Oysa Suriyeliyi linç etme girişiminin cezası yok. Nitekim Antep Valisi Davut Gül 1 Mart tarihinde şehrinde yaşananları “Dün, 13, 15, 17 yaşlarındaki bir grup Türk çocuk, 2 Suriyeliyi bıçakladı, dükkânlarına taş atıldı” sözleriyle açıkladı.

Yunanistan sınırındaki mülteciler başka hiçbir şeyden değil, ırkçı saldırganlığımızdan kaçmaya çalışıyorlar.

(YENİ YAŞAM – Pakrat ESTUKYAN – 2.3.2020)


 

“Müslüm Gürses de bir Ermeni’ydi…”

 

Emin İLERİ

“O da Ermeniydi, Ben Öldükten sonra yazın Ermeni olduğumu diyenlerden

'Coğrafya kaderdir' sözü ne kadar basit ne ve kadar gerçek. İbn-i Haldun’un yüzyıllar önce söylediği bu söz, dünya var olduğu sürece de geçerliliğini koruyacak. Kimi insan coğrafyasının kaderini yaşamasa da genel olarak insanlar coğrafyasının kaderini yaşıyor. Bunun en bariz örneği 3 Mart 2013'te aramızda ayrılan arabesk müziğin dev ismi Müslüm Akbaş. Bilinen adıyla Müslüm Gürses.

Adı Müslüm olan bir Ermeni’nin kaderi elbette ki coğrafyasıyla ilgilidir. Evet. Müslüm Gürses Kürdistanlı bir Ermeni’ydi. 1915’te yaşanan “büyük felaket”te sağ kalan, sağ kalınca da kimliğini-inancını inkar etmek zorunda kalan ancak o şekilde hayatta kalmayı başarmış Urfa Halfetili bir Ermeni ailenin çocuğuydu. Tabi ailesi Ermenilikten ‘dönmek’ zorunda bırakılmış.

Ben, merhumu geç hatta çok geç keşfedenlerdenim. Vefat ettiği gün sosyal medyada takip ettiğim çoğu insan üzüntüsünü belirtip şarkılarını paylaşıyordu. Paylaşılan linklerden birini tıklayınca “hangimiz sevmedik” şarkısı vardı. Şarkı tam da Ortadoğuluların sevgi anlayışını anlatıyordu. “Deli gibi sevmek ruhumuzda var” diyor. Evet, biz Ortadoğulular deli gibi sever ve deli gibi körü körüne nefret ederiz aynı zamanda.

"Bu benim meselem, derin mesele…” demesinin altında elbette ki derin bir yara var. Kimliğini yitirmeleri yetmezmiş gibi bir de yoksulluk sıkıntısı vardı ailesinin. Bu sebepten Adana’ya göç ediyorlar. Daha iyi bir yaşam için. Ancak hayat o kadar da güzel bir yaşam sunamıyor. Annesi, babasının “namus” cinayetine kurban gidiyor ve ondan sonra babasıyla bir daha görüşmüyor. 1978’de trafik kazası geçirecek, Kulağı az işitecek, yavaş konuşacak, koku alamayacak hatta en güzel kokuyu bile ispirtodan ayırt edemeyecekti. 12 Eylül darbe döneminde ise kardeşi sokakta askerlerce öldürülüyor. Kardeşi öldürüldüğü yıllarda müziği “Türk değerlerine aykırı” bulunarak TRT’de yasaklanıyor. Seküler beyaz kesimin müziğini ve onun dinleyicilerini aşağılaması ise cabası. Gerçekten derin bir mesele.

“Zamanın eli değdi bize. Çoktan değişti her şey” diyor ‘Müslüm baba’. Evet, 1915’te bir el değiyor coğrafyamıza ve her şey değişiyor. O gün bugündür bu topraklarda rahat yüzü yok. Osmanlı devletinin İT Partisi[İttihat ve Terakki Partisi] hükümeti döneminde bu coğrafyada büyük bir kıyım yaşanıyor. Milyonlarca insan ölüyor/öldürülüyor bir o kadarı da yerinden yurdundan oluyor. Kalanlar ise, yukarıda anlatıldığı gibi kimliğinden ve inancından vazgeçerek yeni bir kimliğe bürünüyor. Hayatta kalmak için…”

(YÜZLEŞME ATÖLYESİ – Emin İLERİ – 2.3.2020)

 

 

Bu yazı toplam 2917 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar