“Kayıp” Oyunu ve Kamu Vicdanına Çağrı
“Kayıp” Oyunu ve Kamu Vicdanına Çağrı
Cansu N. Nazlı
[email protected]
“Böylesi çok iyi, değiştirmeyelim hiçbir şeyi!"
Bunu mu diyelim güle oynaya?
Bardağı görelim de ölmeyi mi seçelim susuzluktan?
Boşunu mu alalım dururken dolu bardak?
Soğukta oturup kalmışlar vardır hani,
hani, bir şey istemeyen kişiler,
onlar gibi mi yapalım,
onlar gibi, "Biz dışarda kalsak?..." mı diyelim
hoş olsun diye şu bayların gönlü,
bize günlük nafakamızı veren hani şu...
Bizce en iyisi, kalkmak, yeter artık, demektir,
vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın,
karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara,
yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara.”
Bertolt BRECHT
Pazar günü, arkadaşımla güneşte oturmuş boş boş gevezelik ediyoruz. Saçlarımdaki beyazların erken çoğaldığını söylüyor bana, kendinde neredeyse hiç beyaz saç yok. Aileden geldiğini, annemin de öyle olduğunu filan söylüyorum. ‘Benim annemin anneanneminki gibi geç çıkmış beyazları ama dayımın öyle değil’ diyor. ‘O da dedene çekmiştir herhalde’ diyorum. ‘Onu bilmiyoruz’ diyor buruk bir sesle, gözleri aşağıya devriliyor. Dedesini genç yaşta savaşta kaybettiklerini unutmuşum, derin bir sessizlik çöküyor. Saçları ağarmayan bir dede, düşününce sarsılıyorum. Önceki akşam gittiğim oyundaki o çarpıcı replik çalınıyor sonra kulağıma aniden: “Oğlum neredeyse 30, babası 25 yaşında…”
Sözler ilk başta duyulunca, “Ben 44 yaşındayım, oğlum 53”, çok satan bir romanın adı gibi gerçeküstü çağrışımlarda bulunuyor. Lâkin gerisinde yatan metafizik bir olay değil; aksine, yaşadığımız topraklarda gömülü kalan sarsıcı bir gerçeklik. Savaşta ‘Kayıp’ olan kocasının yıllar sonra kemikleri bulunması üzerine düzenlenen cenaze töreninde, babasının mezarına toprak atan oğluna bakarken sarf ediyor kadın o sözleri. Kürek toprağa değil de sanki kafamıza gelmiş gibi sersemliyoruz. Oyun boyu toprak eşelendikçe belleklerimizde açılan gediğe ulaşıyoruz. Zihinlerimiz karmakarış, oyundan çıkıyoruz. Sözler aklımdan çıkmıyor bir türlü, içimden tekrar ederek arabaya yürüyorum: “Oğlum 30, babası 25 yaşında…” ‘Ya kadın?’ diye mırıldanıyorum kendime. Sahi, bu sözleri söyleyen kadın kaç yaşında? Kocası, oğlundan küçük yaşta kaybolmuş. Aralarında en çok kadının yaşı ilerliyor. Geçmiş, kaybın acısıyla savaştan sağ kurtulan genç kadının yakasını bırakmasa da, durup yas tutmak onun için hep lüks olmuş. Zira savaş, sevdiğini ondan alırken acıyla beraber ailenin tüm sorumluluğunu da omuzlarına bırakmış. Tıpkı birçoğumuzun annesine ya da ninelerine olduğu gibi…
Her bulunan kayıp bizi geçmişle yeniden yüzleştiriyor. Peki ya, toprağın üzerindeki kayıplar? Oyun, savaş sonrası yetişen kuşağı ayrıca sorguluyor. Vehbi Zeki Serter kitapları okuyan, öğrenciyken savaş yıldönümlerinde askerlerle resmi geçitlerde yürütülen, okul çağı bitince zorunlu olarak askere çağrılan genç nesil… Yani biz, gerçekten de kayıp mıyız?
‘Karşı’ tarafın acısını paylaşan “20 Temmuz” mesajları yayınlıyor artık gençler kendi aralarında. Karşı karşıya gelmek yerine yan yana durmayı yeğliyor. Öğrenciyken kortejinde mecburi olarak yürüdüğümüz 15 Kasım töreninde, iki genç kadın “Yurt Ödevimiz Barış, Vicdani Ret Hakkımız” diye pankart açıyor sonra. Silah tutmayı reddettiği için cezalandırılan vicdani retçi arkadaşımız bir haftadır hapis yatıyor.
Her iki tarafın da ‘Kayıp’ ettiği bir savaşın ardından adaya yığılan askerlerle birlikte yaşıyoruz halâ. Adanın bir tarafından üs’tümüzde savaş uçakları komşu ülkelere kalkarken, öbür tarafına ülkesindeki zulümden kaçan mülteciler sığınamıyor. Hâl böyle iken, dünyanın son bölünmüş başkentinde bizi geçmişle hesaplaşmaya davet eden oyuna icabet etmek gerekiyor.
Batma noktasına gelen belediyenin sanattan vazgeçmeyerek direnen tiyatrocularına, şu an cezaevinde bulunan vicdani retçi dostumuz Haluk’a ve bu düzenin değişmesi için mücadele sürdüren tüm dostlara dayanışma duygularımla…