“Kayıplar” ile 1963 ve 1974’te birbirinin hayatını kurtarmış olan Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar hakkında etkinlik yapılıyor...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR KIBRIS’TA ETKİNLİKLER...
Aşşa Omonya Derneği ve İki Toplumlu Kayıp Yakınları ve Savaş Mağdurları örgütü “Birlikte Başarabiliriz”in ortak organizasyonuyla 26 Kasım 2024 Salı akşamı “kayıplar” ile 1963 ve 1974’te birbirinin hayatını kurtarmış olan Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar hakkında bir etkinlik yapılıyor. Gecenin ana başlığı, “Birlikte bir gelecek kurarken acımız ve umudumuzun önemi” olarak açıklandı... Etkinlikte hem “kayıplar” nedeniyle yaşanan acılar, hem de Kıbrıs’ta gerel 1963’te, gerekse 1974’te çatışmaların ortasında dahi pek çok insaniyet örneği yaşanmış olmasından ötürü geleceğe yönelik umutlar da irdelenecek.
Lefkoşa’nın güneyinde Strovulo Belediyesi binasında, belediye fuayesinde yer alacak olan etkinlik saat 18.45’te yapılacak ve Türkçe ve Rumca’dan simultane çeviri de olacak.
“Birlikte Başarabiliriz” örgütü lideri Hristos Eftimiu, iki toplumlu kayıp yakınları ve savaş mağdurlarının bu ortak örgütünün faaliyetlerini aktaracak... Hristos Eftimiu, “Kayıplarla ve yeniden uzlaşmayla ilgili mücadelemizi birleştirmek: “Birlikte Başarabiliriz” örgütünün deneyimleri” başlıklı sunuşunu yaparken, bunu Kıbrıslıtürk ve Kıbrıslırum kayıp yakınlarının katılımıyla gerçekleştirecek. Biz de “İnsanlık için Kıbrıs’ta umut arayışı: 1963 ve 1974’te insan hayatlarını kurtaran Kıbrıslıtürkler ve Kıbrıslırumlar” başlıklı bir sunuş yapacağız.
Etkinlik Strovulo’nun yeni belediye başkanı Stavros Stavrinidis’in himayelerinde yapılacak ve halka açık olarak gerçekleştirilecek.
“Plaza de Mayo Anneleri’nden Mirta Baravalle hayatını kaybetti...”
Plaza de Mayo Anneleri ve Büyükanneleri’nin kurucularından olan 99 yaşındaki Mirta Baravalle, ömrünü, 1976’da kaçırılan beş aylık hamile kızı ve damadını bulmaya adamıştı...
Arjantin’deki askeri diktatörlük döneminde (1976-1983) zorla kaybedilen yakınlarını arayan Plaza de Mayo Anneleri ve Büyükanneleri’nin kurucularından Mirta Acuña de Baravalle, 99 yaşında vefat etti.
Buenos Aires merkezli Página 12 Gazetesi’nden Luciana Bertoia’nın haberine göre, 2 Kasım’da hayatını kaybeden Baravalle, San Martín Belediyesi’nde bugün düzenlenecek bir törenle uğurlanacak.
Mirta Baravalle, ömrünü, 27 Ağustos 1976’da silahlı kişilerce kaçırılan beş aylık hamile kızı Ana Maria Baravalle ve damadı Julio César Galizzi’yi bulmaya adadı.
Página 12, Mirta Baravalle’in yaklaşık yarım asırlık mücadelesine dair şu detayları paylaştı:
“Ana María Baravalle, kaçırıldığında 28 yaşındaydı, sosyoloji bölümünde okuyordu ve Maliye Bakanlığı'nda çalışıyordu. Hamileliği sağlıklı ilerliyordu ve bir kızı olursa adını Camila, oğlu olursa Ernesto koymak istiyordu.
Mirta ve eşi Romildo, kızı ve damadı kaçırılınca ilk olarak bölgedeki polis merkezine başvurdu. Mirta, diğer kayıp kişiler hakkında daha fazla bilgi edindi ve umut bulduğu her yere başvurdu. Devoto Hapishanesi’ne neredeyse her gün gitti, Campo de Mayo gibi sıkı korunan yerlere bile girmeyi başardı.
“Meydanda toplanan ilk 14 kadından biri”
“1977 başlarında Hükümet Konağı’ndan çıkarken insan hakları savunucusu Azucena Villaflor de De Vincenti ile tanıştı. Azucena, ‘Eğer çok olursak, (darbeci lider Jorge Rafael) Videla bize cevap vermek zorunda kalır’ diyerek, 30 Nisan'da kayıp yakınlarının Plaza de Mayo'da toplanması için çağrı yaptı. Baravalle, o gün meydanda toplanan ilk 14 kadından biriydi.
Ana María’nın cezaevinde bir kız çocuğu dünyaya getirdiğini öğrendiğinde, torununu aramak için mücadeleyi genişletti. Diğer büyükannelerle birlikte kaybolan bebeklerin izini sürmeye başladı ve Plaza de Mayo Büyükanneleri’nin kurucuları arasında yer aldı.”
“Plaza de Mayo’nun simge isimlerinden”
1986'da Plaza de Mayo Anneleri arasında yaşanan iç anlaşmazlıklar sonucunda grup bölündü. Mirta, Plaza de Mayo Anneleri Kurucu Hattı’na katılarak mücadelesine devam etti.
15 Temmuz 1925 doğumlu olan Mirta, Plaza de Mayo’nun simge isimlerinden biri haline geldi ve hayatının neredeyse yarısını kayıplarını arama mücadelesine adadı.
Plaza de Mayo (Mayıs Meydanı) Büyükanneleri hakkında
Arjantin’de 1976-1983 arasında 30 bin kişi zorla kaybedilmiş, zorla kaybedilenlere ait 500’e yakın bebek kaçırılmıştı.
Zorla kaybetmelere karşı 1977’den bu yana uluslararası bir mücadele yürüten Plaza de Mayo Büyükanneleri, kaçırılan çocukların bulunması için bir Gen Bankası kurulmasını sağladı.
Ağustos 2018 itibariyle, Arjantin’de diktatörlük döneminde ailesinden çalınan 128. çocuğun kimliğine ulaşıldı.
Hukukçu Fikret İlkiz, Arjantin’de diktatörlüğün yargılama sürecini bianet’e yazmıştı:
“15 Aralık 1983’te ‘kayıp kişiler’ için komisyon kuruldu. Arjantin Hakikat Komisyonu olarak bilinen ‘Kayıp Kişiler Ulusal Komisyonu’ (CONADEP) dokuz ay sonra 50 bin sayfa tutan raporunu Raul Başkan Alfonsin’e teslim etti.
“Cunta dönemindeki hak ihlalleri, akla gelebilecek en ağır işkenceler, kayıplar ve 8 bin 960 kişinin zorla kaybedildiği ile ilgili tüm bilgilerinin toplandığı; ‘Nunca Mas’ (Bir Daha Asla!) adıyla ünlenen bu rapor 28 Kasım 1984’te kamuoyuna açıklandı.
“Arjantin Cunta liderleri 22 Nisan 1985’te yargılanmaya başladı ve 9 Aralık'ta dava bitti. General Videla ile Amiral Massera ömür boyu, cunta liderleri Agosti, Viola ve Lambruscini ise çeşitli hapis cezalarına mahkum edildi.
“2005'te askeri diktatörlük dönemindeki insan hakları ihlallerinden dolayı 180 subay ve polis cezaevindeydi…”
(BİANET.ORG – 4.11.2024)
*** GİDENLERİN ARDINDAN...
“Tezgahın ucuna oturdum annemi izliyorum...”
Leyla ULUBATLI
ANNEME
Bugün yıldız oluşunun beşinci yılı. Beş yıl önce, hasta yatağında anamı izlerken yüreğimden kalemime düşen cümleler.
Dünyayı Kucaklayacak Kadar Büyük Yürekli ANNEM
Cam gibi buğulanmış gözlerini hastane odasının penceresine dikti, göz kırpmadan bahçedeki biberiye ağaçlarının tepesine bakıyordu. Bir süre onu böyle seyrettikten sonra, avuçlarımın içindeki elini hafifçe sıktım. Yüzünü benden yana çevirdi. Her zamanki gibi, sıkıntısını belli etmemeye çalışarak zoraki gülümsedi.
“Ne düşünün?” dedim. Omuz silkti. Elini tekrar sıktım, benimle konuşması için ısrarcıydım. “Çocukluğumu, gençliğimi düşünürüm, artık ihtiyarladım.” dedi. Yorgun bedeni, sonunda onu ihtiyarladığına ikna etmişti. Halbuki O hep ihtiyardı. Çünkü ihtiyarlık bilgelikti. Ama annem ihtiyarlığı takatsiz kalmak sanırdı.
Doksan sekiz yıllık yolculuğun ihtiyarlık süreci ona göre şimdi başlıyordu. Bu defa ben gülümsedim. Alışıktım annemin yaşlanmak bilmeyen ruhuna, pozitif enerjisine ve yaşama sevincine. Bir de bitmek tükenmek bilmeyen doğa ve üretim aşkına.
Uzandım yanaklarını öptüm. Sonra, üç ay öncesine kadar yemeninin uçlarına ipek işlemeler bağlayan ellerine dokundurdum dudaklarımı. Kokladım. Nefesimi çekebildiğim kadar içime çekerek kokladım. Çocukken duyduğum yaz sıcağının kavruk ten kokusu yoktu ellerinde. Derisi olabildiğince incelmiş, damarları yaprağı dökülmüş badem ağacının dalları kadar açıkta ve belirgindi.
O ellerde her tohum bir fidan, her fidan bir ağaç olurdu. Evine gelen misafirine gururla ve büyük bir istekle sunduğu en önemli hediyesi, ya bir meyve fidanı ya da sebze veya çiçek fideleriydi. Onları nasıl ekeceklerini, nasıl sulayacaklarını en ince detayına kadar anlatır, kurutmamaları için de sıkı sıkı tembihlerdi.
“Toprağı zeflersen o da seni zefler. Toprağı seversen o da seni sever hiç aç bırakmaz. Bir gün düşersen toprağa sarıl o seni ayağa kaldırır” cümleleri dedemin nakaratıydı ve annem bu nakaratı kendine ilke edinmişti. Bu yüzden küçücük bir saksıda bile mucizeler yaratırdı.
Annem, o hastahane odasında bir ömrün muhasebesini yapar gibi dalıp gitmişken ben onunla ilgili ilk anılarımdan günümüze hızlıca bir yolculuğa çıkmıştım.
Ateşimi almak için anlıma koyduğu patates dilimleri, boğazım ağrıdığı zaman yemeniye sardığı ılık külü atkı gibi boynuma dolaması ve daha bunun gibi her rahatsızlığa iyi gelecek bir sürü tedavi yöntemi vardı.
Sabahları yaz kış demeden önce, yeşil sabunla saçımı yıkar, sıkı sıkıya örer öyle okula gönderirdi. Bütün anılar gözümün önünde resmi geçitteydi şimdi.
İlk oyuncak bebeğimin iskeletini ortadan yardığı kamışları haç gibi tutturup yapmıştı. Başı ise ince ince kestiği patlamış bisiklet lastiğindendi.
İlk örgüyü, horoz kanadına attığı ilmeklerle öğretmeye çalıştığında 5 yaşındaydım. Daha sonra velesbit tekerleklerinden kestiği tellerden yaptı örgü şişlerimi.
Ben bu düşüncelere dalıp gitmişken;
“Komşunun çam ağacındaki kumrular durur?” diye sordu. Bilmediğim halde evet anlamında başımı salladım. Sevindi. “Su goy, hava sıcaktır susuz galmasınlar” dedi.
“Tamam” dedim.
“Yamur (Yağmur) yağsa keşke” diye devam etti. Neden böyle söylediğini anlamıştım. “Zeytinler bu sene iyi olsun bir periskan (Kavanoz) dolusu çakistez yapacam. Periskanım hazır tavlanın altında durur” diyerek bitirdi cümlesini.
Gözleri yine daldı, uyudu. Çok halsizdi.
Eli avuçlarımda annemi izliyorum.
Yıllarca tezgahının tefesini ileri geri iten ellerini,
Mekiği büyük bir ustalık ve zarafetle ipliklerin arasından bir sağa bir sola atan uzun ve düzgün parmaklarını.
Siyah beyaz bir filmi izler gibi bakıyorum ona.
Ne çok işi bir arada yapardı benim güzel annem. Hem de sevgiyle. Hem de, bunca işi arasında offf demeden bize masallar anlatmaya vakit ayıracak kadar büyük bir sevgiyle…
Pamuğu yay şeklindeki hallaçla savuruşunu ve saten kumaştan diktiği kocaman yorgan torbasına dolduruşunu sonra da bir matematikçi gibi yorganı geometrik şekillerle nakışlamasını izliyorum..
Avlunun köşesine oturdum, annemi izliyorum.
Bahçeye ektiği süpürge bitkisini kesip sopanın etrafına katkat sarışını, sıkıca bağlayışını ve sonunda süpürgeyi tamamlayışını izliyorum.
Çocukluğumdan kalma bir gündeymişim gibi avludaki taş yükseltiye oturdum annemi izliyorum.
Sabırla sepet örüşünü,
Sevgiyle bana gülüşünü izliyorum.
Zemini toprak sıvalı, damı mertekli, duvarları badanalı evimizin hem mutfak hem yatak odası olan salonunda, sırtımı evin ortasındaki direğe dayamışım annemi izliyorum.
Ekmek teknesindeki hamuru kıvamına gelene kadar yoğurmasını, yuvarlayıp ekmek tahtasına koyarken bıçakla üzerlerine bir çentik atmasını, şinyalarla fırını yakmasını, ekmeyi fırına salmasını…
Avlunun ucunda durdum annemi izliyorum. Yedi metrelik uçurum sonu bahçe.
Seslensem kulakları sağır duyuramam sesimi…
Uzun uzun toprakla sevişmesini izliyorum.
Bahçedeki her sebze onun eseri.
Domatesi, biberi patlıcanı
Yer fıstığı, kabağı.
Kavunun kokusu burnumda.
Karpuzun yaldızlı kırmızı rengi…
Ağzımın suyunu silerek izliyorum onu.
Susam tarlasında annemi izliyorum.
Gün ağarmadan kestiği yapışkan tütün fidelerinin yaprağında,
Zeytin ağacının burnunda.
Harnıp dallarının arasında.
Orakla biçtiği buğdayın başağında.
Yoncanın ortasında.
Emekle var ettiği her adımda.
Ahırın kapısında durdum annemi izliyorum.
Hayvanları tek tek yemleyişini. Yalaklarına sularını ekleyişini ve dönüp ahırı da temizleyişini izliyorum.
Annemi izliyorum!
Yemek vaktidir!
Anacığım ocağın yanına koyduğu panere (Sele) yemek tabaklarını sıralamış
“Önce siz yeyin, ben sonra yerim” cümlesi yıllara çarpa çarpa yankılanıyor kulaklarımda.
Ve bizden artakalanlarla idare ediyor kendisi.
Annemin sevgiyle Dünya’yı sırtlamasını izliyorum.
Anlattığı masallar ülkesinde izliyorum onu.
Sağımda masal kahramanı Dirimo,
Solumda, güzeller güzeli bir prensese dönüşen kedi.
Bir de kediye aşık olan kralın küçük oğlu.
O anlattıkça ben rüyalara dalıyorum.
Annemin parmakları şefkatle dolaşıyor saçlarımın arasında.
Çıkıyorum masallar ülkesini keşfe, kah kedi oluyorum kah prenses. Uçuk hayallerin sonsuzluğunda…
Yatağın ucuna oturmuş annemi izliyorum!
Dişsiz ağzı
Kırışık bir maskı andıran yüzü
Kısılmış gözleri
Seyrelmiş bembeyaz saçları
Bir mankeni andıran boyu
Öylece uzanmış uyuyordu.
(10.9.2019)
(KIBRIS’IN SESİ – Leyla ULUBATLI – 6.11.2024)