Kayıplar Komitesi’nde yeni görevlendirmeler...
Kayıplar Komitesi’nde yeni görevlendirmelere gidildiği öğrenildi. Kayıplar Komitesi’nde Araştırmalardan Sorumlu Kıbrıslıtürk Üye Asistanı olan Antropolog Okan Oktay’ın emekliye ayrılması nedeniyle boşalan yere, deneyimli arkeolog ve uzun süreden beridir Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Ofisi Kazılar Koordinatörü olan Gülseren Baranhan getirildi.
Gülseren Baranhan’dan boşalan yere de, uzun süredir Baranhan’ın asistanlığını yürütmekte olan deneyimli arkeolog Erge Yurtdaş, Kayıplar Komitesi Kıbrıslıtürk Ofisi Kazılar Koordinatörü olarak getirildi.
Her iki arkeoloğumuza da yeni görevlerinde başarılar diliyoruz...
ÜÇÜNCÜ ÜYE HENÜZ ATANMADI...
Öte yandan Kayıplar Komitesi’nin Üçüncü Üyesi Paul Henri Arni’nin de emekliye ayrılmasının üzerinden uzunca bir süre geçmesine karşın henüz bu göreve herhangi bir atama yapılmadı. Kayıplar Komitesi “üç taraflı” bir komite: Kıbrıslıtürk Üye, Kıbrıslırum Üye ve Uluslararası Kızılhaç Örgütü’nden seçilerek Birleşmiş Milletler tarafından atanan Üçüncü Üye’den oluşuyor.
Üçüncü Üyelik için Paul Henri Arni’nin emekliye ayrılmasıyla birlikte münhal açılmış, bu münhale çeşitli başvurular yapılmıştı. Elde ettiğimiz bilgilere göre bu münhale, Azerbaycan’da görev yapmakta olan bir Uluslararası Kızılhaç görevlisi başvurmuş, başvurusu kabul edilmiş ancak ardından bu göreve gelmek istememişti. Ondan sonraki süreçte bir başka şahsın daha bu göreve atanmak istendiği ancak sürecin henüz devam etmekte olduğu ve yakında sonuçlanabileceği öğrenildi.
Üçüncü Üye atanıncaya kadar, Üçüncü Üye’ye Daimi Sekreter Bruce Koepke vekalet ediyor.
KAYIPLAR KOMİTESİ TARİHÇESİ...
Kayıplar Komitesi’nin kendi internet sitesinde, komitenin kuruluşuyla ilgili olarak şöyle deniliyor:
“1974-1977 tarihlerinden itibaren, kayıp şahıslar sorunu üzerine toplumlararası bir dizi toplantılar düzenlenmesine rağmen hiçbir önemli ilerleme elde edilmemiştir. 1977 ve 1981 yılları arasında, Kayıp Şahıslar Komitesi’nin (KŞK) kurulması için Lefkoşa, Cenevre ve New York’ta müzakereler gerçekleştirildi. 1975 ve 1978 yılları arasında BM Genel Kurulu (GA) bu insani sorunu çözmek için bir soruşturma heyeti kurulması için çağrıda bulunarak Kıbrıs’taki kayıp şahıslar ile ilgili üç farklı karar almıştır. Daha sonra, GA, 1981 ve 1982 yıllarında KŞK’nin kuruluşunun samimiyetle karşılanması ve KŞK’nin görevini gecikmeden yürütmeye devam etmesi için sırasıyla iki ek karar almıştır.
KŞK, Birleşmiş Milletler’in himayesinde Kıbrıs Rum ve Kıbrıs Türk toplumları arasındaki anlaşmaya göre Nisan 1981 yılında kurulmuştur. Sonraki 20 yıllık sürede, her iki taraftaki işler kayıp kişilerin kaderini belirlemek ve tüm kaybolanların ortak bir resmi listesini müzareke etmek için soruşturmalar yürütmeye odaklanmıştır.
Kayıp yakınlardan alınan kan örnekleri ilerideki safha olan kimlik tespitlerine yardımcı olmak için toplanmıştır. 1997 yılına gelindiğinde ise, iki toplum liderleri Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk kayıp kişilerin gömü yerleri ile ilgili bilgileri eş zamanlı olarak birbirlerine vermeyi kabul etmiştir.
2006 yılındaki ortam KŞK’nin adanın her iki tarafında kazılara ve gömü yerinden çıkarma işlemlerine başlaması için uygun hale gelmiştir. Gerekli uzmanlığı sağlamak amacıyla, Arjantin Adli Tıp Antropoloji Ekibi’nden (EAAF) arkeologlar ve antropologlar, gömü yerinden çıkarma ve antropolojik analiz yapan iki toplumlu Kıbrıslı bilim insanlarını koordine etmek ve onlara eğitim vernek için Kıbrıs’a gelmişti. EAAF ekibinin gelişinin akabinde Lefkoşa’da Birleşmiş Milletler Koruma Bölgesi’nde Antropolojik laboratuvar kurulmuştur. 2008 yılından bu yana, KŞK’nin iki toplumlu adli ekibi bağımsızca kayıplara ait kalıntıları bulmak için arkeolojik kazı işlemlerini yürütmektedir. (Kuzeyde 8 takım ve güneyde 2 takım olarak çalışılmalar sürmektedir). Bunun yanısıra EAAF adli tıp uzmanları iş verimliliğini ve iş kalitesini denetlemek amacı ile projede yer almaya devam etmektedir.”
GÖREV TANIMI VE YETKİLERİ...
Kayıplar Komitesi’nin kendi internet sayfasında, görev tanımı ve yetkileri hakkında şöyle denliyor:
“KŞK’nin görevi, 1981 yılında anlaşılmış “Görev Tanımı’nda” ve daha sonra iki toplumun liderleri tarafından yapılmış anlaşmalarda belirtilmiştir:
Kıbrıs’taki Kayıp Şahıslar Komitesi’nin Kurulması Kıbrıs’taki kayıp şahıslar komitesi üç üyeden oluşarak hemen kurulacaktır.
*** Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk tarafları komiteye birer insani kişiyi atayacaklardır. Üçüncü üye her iki tarafın anlaşması ile bu amaç için Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC) tarafından seçilmiş ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri tarafından atanan bir resmi kişi olacaktır.
*** Komitenin kararları mümkün olduğu kadarıyla oy birliği ile alınacaktır. İki tarafın temsilcileri arasında anlaşmazlık olması durumunda, üçüncü üye iki tarafın fikirlerini birleştirmek ve bir uzlaşma sağlamak görüşüyle iki tarafa da danışacaktır.
*** Komite üyelerinin her biri gerekirse iki personel yardımcısı tarafından destek alabilir. Hiçbir diğer kişi görüşmelere veya komitenin soruşturma çalışmalarına katılmayacak. Kayıp şahıslar sorunu ile doğrudan ilgili hiç kimse personel yardımcı olarak atanamaz. Komite dışarıdan uzman yardımı talep etmeyecektir.
*** Komitenin başkanı olmayacak, ancak toplantılar bir aylık süreler ile dönüşümlü olarak üyeler tarafından yönlendirilecek –ilk yönetici ICRC’nin resmi kişisi olacak ve bu süreç Kıbrıslı Türk üye veya Kıbrıslı Rum üye tarafından takip edilecektir. Devam edecek olan kişi ilk toplantıda kura ile belirlenecektir.
*** Komitenin üç üyesi hemen görüşmeye başlayacak ve gerektiği kadar süre düzenli olarak planlanmış oturumlarla görüşmeye devam edecektir.
*** İlgili tüm taraflar komitenin soruşturma çalışmaları kapsamında ada genelinde erişim sağlamaları için komite ile işbirliği yapacaktır.
*** Komite sadece toplumlararası çatışmalarda ve bunun yanı sıra Temmuz 1974 ve sonrasında yaşanan olaylarda kayıp olarak bildirilen kişilerin vakalarını araştırmak durumundadır.
*** Vakaların soruşturma sırasına komite tarafından karar verilecektir, ancak ilk soruşturma vakası komitenin Kıbrıslı Türk üyesi tarafından ortaya konulacağı anlaşılmıştır. Bu, Kıbrıslı Rum üyenin öne süreceği bir dava ile takip edilecektir. Soruşturmalar, tüm davalar incelenene kadar mümkün ölçüde dönüşümlü olacaktır.
*** Komitenin tüm işlemleri ve bulguları kesinlikle gizli olacaktır. Bu kuralın ihlali komitenin çalışmalarını tehlikeye atacaktır.
*** Komite, 9. paragrafa halel getirmeden basın açıklaması veya raporu yayımlayıp yayımlamayacağını belirleyecektir.
*** Komite ölüm nedeni olarak bulguları kullanmaz veya herhangi kayıp kişilerin ölümü için sorumluluk atfedilmesi için girişimde bulunmaz.
*** Hiçbir gömü yerinden çıkarma bu komitenin himayesi altında olmayacaktır. Komite gömü yerinden çıkarma işlemi için ICRC’ye geleneksel prosedürlerinin ilerlemesi maksadıyla taleplerini iletebilir.
*** Komite iki toplumunda kayıp kişilerinin kapsamlı bir listesini hazırlamak için elinden gelen çabayı gösterecektir. Hayatta olup olmadıklarını uygun şekilde belirterek ve daha sonraki durumlarda ölümlerin yaklaşık zamanlarını belirlemek.”
*** BASINDAN GÜNCEL...
Mark anlatıyor: “O kadar şaşırtıcı bir U dönüşüne şahit oldum ki inanamıyorum!”
Mark, 30’lu yaşlarında bir müzisyen. 12 yıl önce İzmir’den İsrail’e taşındığından beri hayatına İsrail’de devam ediyor. Yüzyüze ve çevrimiçi olarak müzik dersleri verirken aynı zamanda üniversitede performans sanatları alanında eğitim almaya devam ediyor. Mark ile 7 Ekim sonrası İsrail’deki hayatını ve Türkiye’deki çevresiyle olan ilişkisinde değişiklik olup olmadığı üzerine konuştuk.
Ceki: 7 Ekim günü senin için nasıl başladı?
Mark: Gece çok geç yatmıştım. Sukot tatili sebebiyle önceki gece geç saatlere kadar dışarılardaydım. Sabah 6.38 olduğunu hatırlıyorum. Sirenler çalmaya başladı. Uyandım kendi kendime söylenerek yorgunluktan tekrar uyudum. Roketlere o kadar alışkınız ki… Geçmişte Aşkelon’da yaşamıştım. Orada standarttı. Korona zamanında Tel Aviv’e de atmaya başlamışlardı. Alışmamamız gereken bir şeye alıştık.
Sabah 11’de uyandığımda internetteki haberlere göz attım. Daha öncekilerden çok farklı bir durum olduğu netti. Haberlerde Netanyahu “Bu bir terör saldırısı değil, bu bir savaş. Ben savaşı başlatıyorum.” gibi bir şeyler diyordu. O zamanlarda yarı zamanlı bir işim vardı. Saat 12 gibi patronum aradı: “İşe gelmek zorunda değilsin. Senin evinde yaşlı bir insan var. Bakalım ne oluyor. Teröristlerin Tel Aviv’e kadar geldiği konuşuluyor. Sen evinde kal, işe gelme, annene bak.” diye konuştu. 4-5 gün kadar çalışmadım. Hepimiz kapılarımızı kilitledik. Acaba sızmış terörist var mıdır? Ortalık çok karışıktı. Sokağa çıktığımda her üç insandan biri ağlıyordu. Sadece süpermarket eczane tarzı yerler açıktı. Dükkanlar 2-3 hafta sonra açmaya başladılar. Bir hafta kadar dışarıya çıkmaya çekindik. İlk günlerde asılsız haberler çıkmaya başladı. Sderot’u teröristler ele geçirdi. Kimin kaçırıldığı, kimin hayatta olduğu belli değil…
C: Savaş ilanından sonra seferberlik esnasında askere çağrıldın mı?
M: Evet yedek olarak çağrıldım. Çağrılmama gibi bir seçenek yok. İsrail’de doğmuş büyümüş olsam ya da pozisyonum kritik olsa gitmek durumunda kalırdım. Ama ben zaten yedeğin yedeğiydim. Çok istisnai durumda zorla alırlardı askere. Hem pozisyonum kritik olmadığı, hem de bakıma muhtaç olan annemle aynı evde yaşadığım için gitmemeyi tercih ettiğimde herhangi bir itiraz gelmedi.
C: 7 Ekim’de senin tanıdıklarından kaçırılan, yaralanan ya da hayatını kaybedenler oldu mu?
M: Her gün okulda gördüğüm biri, Nova Festivali’nde DJ’lik yapıyordu. O da öldürülenler arasındaydı. Onun anısına daha sonra bir konser düzenlendi. Gazze’ye kaçırılanlar arasında olup daha sonra İsrail ordusu tarafından yanlışlıkla öldürülen biri de vardı. Kızıl saçlı, 28 yaşında bir davulcu. Müzik camiasında büyük bir üzüntü yaşandı. Her yıl onun anısına bir metal konseri düzenlenecek. Annesi televizyonda sürekli “Biz kimseye karşı kızgın değiliz,” diyor. Kardeşi de davulcu ve o baya öfkeli. Ülkede bu süreçten etkilenmeyen kimse yok. Küçük bir ülkedeyiz…
C: 7 Ekim’in ertesinde Türkiye’deki tanıdıklarından seninle iletişime geçenler oldu mu? Neler konuştunuz?
M: Türkiye’den gelen mesajlar da etkileyiciydi. İlkokul öğretmenlerimden üniversitedeki tanıdıklara kadar herkes bir şekilde duygularını ifade etmişti. Bir hafta sonra ise, kendimi bir şekilde insanlarla tartışırken buldum. Bu durum, muhtemelen yapılan propagandanın etkisiyle gerçekleşti. 7 Ekim öncesinde Instagram’da paylaştığım gönderilerde İsrail’deki aşırı sağcı hükümeti eleştiriyordum. Bu hükümet içinde yer alan bir bakanın Mescid-i Aksa’ya gitmesi ve orayı da kendi toprağı olarak ilan etmesi özellikle rahatsız ediciydi. İsrail’deki Türk tanıdıklarım arasında bazıları aşırı Netanyahu yanlısıydı. Onlara eleştiri getirdiğimde ise “Arap sevicisi” diye nitelendirildim. Ancak bu, sadece sınırlara ve topraklara saygı gösterilmesini savunmaktan ibaretti. Ülkede bu tür tartışmalarla protestolar çok artmıştı. Bir tarafta, liyakatsız insanlar hükümette kilit roller üstlenirken, diğer tarafta Netanyahu’yu net bir şekilde reddeden insanlar, hükümetin düşmesini isteyerek kendi önemli görevlerini yerine getirmiyor olabilirlerdi. İsrail’de inanılmaz bir çıkmaz vardı neredeyse 7 Ekim’e kadar. Hatta 7 Ekim’in gerçekleşebilme nedenlerinden birinin, istihbaratın başındakilerin Netanyahu’ya aşırı muhalif olduğu ve bu yüzden zamanında gerekli adımları atmadığı şeklinde bir iddia olduğunu duydum. Bunun doğruluğu kesin olmayabilir, ancak Netanyahu’ya karşı olan kişisel tutumunun etkisiyle zamanında önemli kararlar alınmamış, tehditlerin doğrudan iletilmemiş olabileceği öne sürülüyor. Devlet içindeki bu derin ayrışma, benim hayatımda görmediğim bir şeydi.
C: 7 Ekim’in ertesinde Türkiye’den sana mesaj atanlara geri dönecek olursak… İnsanlarla nasıl bir tartışmaya girdin?
M: Çok yakın bir arkadaşım aniden bana mesaj attı: “Hepiniz katilsiniz, bin kişi öldü diye nasıl yirmi bin çocuk öldürürsünüz? İsrail seni sadece Arapları öldürmek için askere almış,” gibi bir sürü şey söylemeye başladı. Dedim ki, “Abi öyle bir şey yok, ne yapıyorsun?” Sonra, “Hepiniz katilsiniz, sen iyi bir insansın biliyorum, ailen gitmek zorunda kaldı ama çok kötü yaptın,” diye devam etti. “Abi,” dedim, “Öyle değil…” İşte “Hepiniz katliam yapıyorsunuz!” falan filan, bir sürü şey söyledi ve birçok Filistin postu paylaşmaya başladı.
Bir başka arkadaşım, ilk gün beni arayan kız, daha sonraki günlerde sürekli olarak, “Soykırım yapıyorsunuz, soykırım yapıyorsunuz,” diye soykırım lafını tekrarlayıp durdu. Yani, bu kadar acayip bir duruma, o kadar şaşırtıcı bir U dönüşüne şahit oldum ki, inanamıyorum. Sanki olan bitenlerin sorumlusu benmişim gibi…
Bir de doğum günümdü birkaç gün önce fark ettim ki Türkiye’dekilerden kimse yazmadı. Hadi kuzenim filan atlamıştır onlar ama çok yakın arkadaşlarım dahi yazmadı. Hadi tesadüf olan vardır birkaç tane ama hiç kimsenin yazmaması çok tuhafıma gitti.
C: İsrail’dekiler 7 Ekim sonrasında sana Türkiye ile ilgili sorular yönelttiler mi?
M: İsrail’dekiler arasında Türkiye’deki ailemi, akrabalarımı merak edenler oldu. Onlara, akrabalarımın Türkiye’de yaşadığını ve İsrailli olmadıklarını söylüyordum. Onların İsrail vatandaşlığı olmadığı için, Türkiye’de yaşayan bir Yahudi olarak İsrail devletinin eylemlerinden sorumlu tutulmalarının hiçbir açıklaması yok.
Bir gün, müzik dersi için gittiğim evlerden birinde 8 yaşında bir çocuk yanıma geldi ve “Sen nerelisin?” diye sordu, aksanımı duyunca. “Yurtdışından geldim, Türkiye’den” dedim. “Türkiye bizim düşmanımız değil mi?” diye sordu çocuk. “Hayır,” dedim, Sonra bana “ama Türkiye’dekiler genellikle bizi sevmiyor. Sen de bizi sevmiyor musun?” diye sordu.
C: Son olarak eklemek istediklerin var mı?
M: Bölgedeki durumların bir noktada düzeleceğine dair inancım var. Ben kendimi artık Türk-İsrailli olarak görüyorum. İleride hayalim iyi bir enstrüman markasıyla sponsorluk anlaşması yapmak. Bunu yapanlar genelde ülke bayraklarını da koyuyorlar. Benimkinde iki bayrak olur: Türkiye ve İsrail.
Röportajın tümü için link:
(AVLAREMOZ – Ceki HAZAN – 15.5.2024)