1. YAZARLAR

  2. Sevgül Uludağ

  3. “Kayıplar konusu, acının istismarına örnek…”
Sevgül Uludağ

Sevgül Uludağ

0090 542853 8436/00357 99 966518

“Kayıplar konusu, acının istismarına örnek…”

A+A-

Vicdani retçi, akademisyen, barış aktivisti Grigoris Yuannu, “Denktaş Güney’de” başlıklı kitabında, “kayıplar” konusunu da ele alıyor…

s1-197.jpg

***  “Tabii ki de Kıbrıslırumlar’ın Kıbrıslıtürkler’e yönelik suçları küçük bir azınlık tarafından ilenmişti. Kıbrısrum topluluğunun kolektif sorumluluğundan söz edilemez. Fakat bu suçları işleyenler meçhul kişiler değillerdi. Tüm bu suçları başından sonuna örtbas eden sadece devlet değildir. Aynı zamanda Kıbrısrum topluluğudur. Kıbrısrum topluluğunun bütünü olmasa da ezici bir çoğunluğu hem gözlerini kapamış, hem de bilhassa bu konulardan asla söz etmemiştir. Eskilerden bazı kişilerin bu yapılanları onayladıkları veya mücadelenin bir parçası olarak gördükleri ortadadır. Bazıları ise üzülmüşler ancak kendi kendilerini “sükutun altın alduğuna” ikna etmişlerdir. Bir diğerleri bu yapılanları fısıldayarak kınamışlardır. Ama en sonunda bu kişilerin tümü bu olayları hafızalarından silmeye çalışmışlardır. Ne var ki bu kolay bir şey değildir. Aynı şeyler, bilhassa 1974 yılında kör şiddet çerçevesinde Türk ordusu ve Kıbrıstürk milis güçleri mensupları tarafından Kıbrıslırumlar’a yönelik olarak işlenen cinayetler bağlamında, Kıbrıslıtürkler için de geçerlidir…”

Vicdani retçi, akademisyen, barış aktivisti Grigoris Yuannu, “Denktaş Güney’de – Kıbrısrum tarafında bölünmenin normalleşmesi” başlıklı Şubat 2020’de Baranga yayınları tarafından Türkçe olarak yayımlanan kitabında, “kayıplar” konusunu da ele alıyor. Kitap Yunanca ve İngilizce olarak da yayımlanmış bulunuyor.

Grigoris Yuannu, “Kayıplar konusu, acının istismarına örnektir” diyerek bu konudaki gözlemlerini paylaşıyor.

Kitabın ilgili bölümünü okurlarımız için yayınlıyoruz.

Grigoris Yuannu, şöyle yazıyor:

“Anılar, temsiller ve anlatılar…

1974’ten sonra doğmuş ve mutlak ayrışma koşullarında büyümüş kuşağa aitim. Ailemde anne tarafımın mülteci kökleri var, baba tarafımın ise yoktur. Pek çok ve envai çeşit anlatıların dile getirildiği, tarih ve Kıbrıs sorununa ilişkin birçok farklı bakış açısının olduğu bir çevrede büyüdüm. Kıbrıslıtürkler’in varlığını ergenlik yıllarımın başında öğrendim. Kanımca ilkokulda “Kıbrıslıtürk” kelimesi, akıl almaz bir kelimeydi. Bir kişi Kıbrıslı (yani Rum) ve aynı anda Türk nasıl olabilirdi ki? Muhtemelen eğitimciler kendi zihinlerindeki öfkeyi kontrol edemediklerinden, olur da Kıbrıslırum çocukların saf çocuk duygularında karışıklığa yol açarlar diye Kıbrıslıtürkler’in var olduğu konusunu ellemekten kaçındılar.

Şüphesiz Kıbrıs’ta eğitimin oynadığı belirleyici rol, sadece ihtilaf tohumlarını ekmekle sınırlı kalmamış, eşzamanlı olarak bölünmenin pekişmesinde de rol almıştır. Müfredat ve bilhassa gizli müfredat vasıtasıyla milli kutlamakar, resmi geçitler, tarih, Yunanca ve din dersleriyle çocukların beyinlerine bir zihinsel duvar örülmüştür. Etnik merkezcilik; çocukların yeil hattın hangi tarafında doğduğuna göre “Helenizm-Türkçülük” ilişkisi ile ilgili maniheist anlayış; etnik köken ve etnik kimlikle özdeşleşmiş biçimde mutlak bir mağdur-fail ve haklı-haksız anlayışı aşılanması, Kıbrıs’taki eğitimde baskın unsurlar olmuşlardır. Bugün de halen bu durum büyük ölçüde sürmektedir.

Darbe ve istilanın gerçekleştiği 1974 olayları sonucunda ENOSİS fikrini temelli olarak gömdüğü ve bu fikrin köşeye itildiği sürekli söylenegelmiştir. Oysa bu durum net olarak yalnızca politik düzeyde geçerlidir. Hatta o düzeyde dahi 1974’te gömülenin bizahiti “ENOSİS” değil, “ENOSİS’İN CESEDİ” olduğunun söylenmesi gerekir. Zira politika olarak 1957 yılından beridir zaten nabzı atmıyordu. Hatta daha önce öldüğü bile söylenebilir. Tüm bunlara rağmen Kıbrısrum okul krumunun 1974 sonrasında da – hatta günümüze değin aynı şey geçerlidir – genel siyasi-ideolojik yönelim olarak Enosisçi kaldığını belirtmek önemlidir.

1974 sonrası dönemse, öncesine göre muhakkak bazı farklılaşmalar olagelmiştir. Gelgelelim, eğitim düzeyinde siyasi sistemde mevcut olanla kıyaslandığında, hiçbir şekilde istikrarsızlıktan veya ideolojik kırılmadan bahsedemeyiz.

… Bu bölümde kişisel deyenimlerime dayanan birkaç açıklaıcı örneğe değineceğim. İlkokuldaki meşhur “Yunanistan haritası” hatırımdadır. Bu haritada Kıbrıs bir kutucukta Rodos’un altında ve Girit’in yanında “park edilmiş” biçimde durur. 1991 yılındaysa tarih dersinde Helen topraklarının aşamalı olarka nasıl kurtulduklarını en en son kurtarılan toprakların Oniki Adalar olduğunu okuduğumuzu hatırlıyorum. Haritada Yunan devletine entegre olan yeni bölgeleri tek tek gösteren renklere coşkuyla bakardık. Bir sınıf arkadaşımın solcu öğretmenimize söylediği cümleyi asla unutmayacağım: “2000 yılında da Kıbrıs entegre olacak öğretmenim…” Tüm sınıf bu dileği paylaştığını göstererek teyit için bakışlarını öğretmene çevirir. Öğretmen ise ulusal sembollerle donatılmış bir sınıfta, önlerinde açık 30 tane ulusal tarih kitabı ile 30 çift çocuk gözü karşısında sadece başını eğdi ve şu cümleyi söylemekle yetindi: “Keşke çocuğum, ama sanırım zor…” Bunu söyledikten sonra da konuyu değiştirdi.

Yine o yıllardan hatırladığım bir anım daha vardır. 11-12 yaşlarındaydım. Yakın Kıbrıs tarihi ile ilgili birtakım şeyler öğrenmiştir. Bir yandan Kıbrıslıtürkler’in mevcudiyetlerinden doğan olumsuz sonuçları kavramaya çalışırken, öte yandan nüfus ve toprak oranıyla Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin adil bölünme modelleri kurgulamaya çalışıyordum. Mesela Türk rodusu toprağın %37’sinden gitsin, Kıbrıslıtürkler’e topraktan bir %10-15 “verelim”, o toprakta ne isterseler yapsınlar. Fakat diğer taraftan onlara vatanımın toprağını “vermek” istemiyordum. Kıbrıslıtürkler olmasa olmaz mıydı? Sonrasında ne zaman küçükken düşündüğüm bu şeyleri hatırlasam, kendi kendimden korkarım, titrerim. Sol ve Kıbrıs merkezci bir çevrede yetişen ben bile bu şekilde düşünüyordum. Bir de Helen merkezli bir çevrede büyüyen çocukların Kıbrıslıtürkler’in varlığını keşfetmeye başladıklarında nasıl düşünebileceklerini, varın siz hayal edin.

Yirmi yıl kadar sonra özel bir üniversitede çağdaş Kıbrıs tarihi dersi veriyordum. Bir öğrencim, yaptığı yoruma yanıt vermek zorunda kalıp açıklamalar yaptığımda şok olmuştu. Öğrencim, “Onlar da ordularıyla birlikte buradan gitsinler” demiş, bense “Kıbrıslıtürkler Kıbrıs’a 1974’ten sonra gelmediler, asırlardır adadadırlar” yanıtını vermiştim.

Bu olay 2011 yılında yaşanmıştı ve pek de şaşırmamıştım. Zira bahse konu öğrenci lise mezunuydu ve askerliğini henüz tamamlayıp üniversiteye başlamıştı. Ama 2012 yılında bir başka öğrencimle yaşadığım olay, beni gerçekten şaşırtmıştı: İlk derste, sınıfa ders konularını ve kaynakçayı dağıttıktan sonra bir öğrenci ayağa kalkıp, bana “Kaynakçadaki bu Niyazı Kızılyürek de neyin nesi? Ben Türk okumam!”. İki üç öğrenci, “doğru, adam haklı” gibisinden birşeyler geveledi ve koca salonda büyük bir öğrenci topluluğu içerisinde bu sözlere karşı tepki koyan tek kişi çıkmadı. Salon adeta donmuş şekilde benim vereceğim tepkiyi bekliyordu. Hatırlıyorum da yaşadığım şaşkınlıktan sonra yaklaşık bir dakikada ancak toparlanabildim. Toparlandıktan sonra kendisine yanıtını verdim; dersin kaynakçasının bu olduğunu ve ne okuyup ne okumayacağının kendisini ilgilendiren bir konu olduğunu, mamafih bir kişinin okumadığı bir kitap için görüş beyan etmesinin akla uygun olmadığını ve bir kişinin yazdıklarını o kişinin etnik kökenini kriter alarak değerlendirmenin en hafif tabirle ırkçı bir tavır olduğunu ifade ettim. Bu yanıttan sonra da salonda sadece üç-dört kişi öğrenci arkadaşları ile aynı fikirde olmadıklarını gösterdi. Çoğunluksa düşünceli veya kayıtsız kalmış, gerginlik sönümlenip bitmişti.

İki topluluk 1975 yılından 2003 yılına kadar tamamen farklı süreçler yaşamış ve ezici bir çoğunluk diğer topluluktaki memleketlisini hiçbir zaman görmemişti. Bırakın herhangi bir teması, haddizatında diğer tarafta olan bitenle ilgili temel bilgilendirme dahi yoktu. Özellikle Kıbrısrum tarafinda ülkenin işgal altında olan kısmında, kuzeyde ne olup bittiğine dair eldeki ulaşılabilir enformasyon oldukça azdı. Zaten çeviri ile filtrelenen ve çarpıtılan enformasyon, devlet propagandasının amaçları doğrultusunda araçlaştırılıp bu propagandaya dahil edilerek sunulurdu. Tek taraflı etnik anlatılar geliştiriliyor, güçlendiriliyor ve okullar, medya ve her iki taraftaki resmi törenlerle birleştiriliyordu. Bu durum, sessiz kalarak geçiştirme, sansür, devamlı yenilenen slogancılık, seçici hafıza ve seçici referanslar vasıtasıyla sağlanıyordu.

Kayıp şahıslar konusu, topluluklar arası şiddetten doğan acının istismar edilmesi adına gösterilecek isabetli bir örnektir.

Kıbrıslıtürk tarafında kayıp şahıslar ölü olarak ilan edilmişti. Nitekim oradaki anlatı geçmişin bittiği ve topluluğun mevcut zaman dilimindeki bölünmeyi gelecek olarak görmesi gerektiği yönündeydi. Diğer yandan Kıbrısrum topluluğunda kayıp şahısların bazılarının canlı olabileceği anlatısı muhafaza edildi. Bu anlatıya göre, bazı kayıp şahıslar Türkiye’nin esiri olarak yaşıyorlardı. Kıbrısrum topluluğu, bu anlatı ile topluluğun mevcut zamanındaki geçmişi muhafaza etmiş oldu. Kıbrıslırum kayıplar devlet propagandasının bir aracı olmuşlardı. Türk vahşetinin sembolü olmuşlar, Türk barbarlığının şimdiki zamanda gösterilebilecek kanıtı haline getirilmişlerdi. Bu noktada cinsiyetçi boyut da önemli bir etkendi. Kadınları; Kıbrıslırum kayıpların annelerini, eşlerini kullanmışlardı. Bu kadınlar, yıllar boyunca yapılan etkinliklerde, yıldönümlerinde ve bazen günlerce, süresiz olarak siyahlar içerisinde ve yakınlarının fotoğrafları ellerinde Ledra Palace barikatında yan yana dizilmiş dururlardı. 1990’lı yıllarda Kıbrısrum ve Kıbrıstürk liderliklerinin uzlaşısı ile Kayıp Şahıslar Komitesi (KŞK) kuruldu. Bu komiteye tüm kayıp şahısların isimleri resmi olarak verilmiş ve kaydedilmiştir (sonuçta her iki taraf da propaganda yaptıkları sayıdan çok daha düşük sayılar açıklamışlardır). 2003 yılında ise Kıbrısrum tarafı bahse konu listeyi yayınlamak suretiyle Kıbrıslıtürk kayıpların varlığını kabul etmiştir. Tüm bunlara karşın Kıbrıslrum kamusal alanında ve Kıbrısrum okullarında kayıplar konusunda yaklaşım biçimi aynı kalmıştır. Kıbrıslıtürk kayıplar görmezden gelinmiştir.

Kıbrısrum tarafında kayıp kelimesi günümüzde de halen Kıbrıslırum kayıp anlamına gelmekte ve pek tabii genel olarak savaşa değil Türk terörü ve vahşetine işaret etmektedir. Kıbrıslırum kayıpların ekseriyetle 1974 yılında Türk ordusu tarafından esir alınan Kıbrıslırum askerleri olmaları, kayıp şahısların bulunan kemiklerinin yakınlarına Milli Muhafız tarafından teslim edilmesi ve cenaze törenlerini de Milli Muhafız’ın üstlenmesine olanak tanımıştır. Bu durum halen sürmektedir. Resmi anlatıyı ve bunun maksatlarını paylaşmayan aileler bile bu duruma engel olamamaktadır. Pek çok kez Milli Muhafız'ın tören’erdeki sorumluluğuna dair ailelere söz hakkı düşmüyor. Yakınlarının cenazesinin milliyetçi ve nefreti sürdüren retoriklerle topluluklar arası çatışmanın temsili olarak kullanılmasını istemeyen aileler bile buna müdahale edemiyor. Bu törenler bayraklarla, siyasilerin nutuklarıyla, havaya sıkılan kurşunlarla, medya tarafından ulusa yakışır cenaze töreni yayınlarıyla icra edilirler. İki topluluklu olan ve neredeyse mezara karşılık mezar, kemiğe karşılık kemik dengesi içerisinde hareket eden KŞK’nın yaptığı çalışmalara atıf yapıldığında ve hatta liderler ortak ziyaretlerde bulunup ortak çağrı yaptıklarında bile Kıbrıslıtürk kayıplara ilişkin kısa ve dolaylı atıflar mevcut atmosferde kaybolup gider. Hala Kıbrıslıtürk kayıplara değinmek, büyük ölçüde tabu olmaya devam ediyor.

se1-003.jpg

Daha eski kuşaklar Kıbrıslıtürk kayıp şahısların olduğunu ve 1963-1974 döneminde Kıbrısrum paramiliter ekipler tarafından cinayetler işlendiğini elbette biliyorlardı. Bununla beraber Kıbrıs sorunu çok uluslararasılaşmış olduğundan, şu veya bu şekilde tüm Kıbrıslırum cumhurbaşkanları bir noktada bu konuyu kamuya açık şekilde kabul etmek durumunda kaldılar. Yorgos Vasiliu (1988-1993), Glafkos Kliridis (1993-2003) ve Tasos Papadopulos (2003-2008) zaman zaman bu konulara ilişkin açık özürvari açıklamalarda bulunmuş olsalar da fatura “biz da bir hayle yaptık” (biz da çok şey yaptık) diyen Dimitris Hristofyas’a (2008-2013) kesilmişti. En çok rahatsızlığı bu sözler vermişti. Bu yüzden de Kıbrıs dramının anlamlandırılmasına ilişkin bir savaş alanına çevrilmişti.

Bu etnik merkezli perspektifte, Kıbrıslırumlar’ın suçlar işlediğinin, topluluklar arası çatışma ve nihayetinde 1974 yılında Kıbrıs’ın bölünmesinde de sorumluluk taşıdığının kabulü; her yolla – yani inkar, sansür, marjinalleştirme, ironi ve alay – yalanlanması icap eden bir şeydi. Nitekim böyle bir kabul tam bir varoluşsal tehdit teşkil ediyordu. Çünkü bölünmenin tüm sorumluluğu olmada da, bölünmeye ilişkin kısmi bir sorumluluk yüklemekteydi. Dolayısıyla müzakere çerçevesinin gerek içeride, gerekse uluslararası alanda belirleneceği koşulların bu sorumluluk doğrultusunda şekillenmesine dair bir tehlike vadediyordu.

En bayağı versionlarında, güya Türk istilasını haklı çıkarmaya götürdüğü ve bu itibarla Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik “anti ulusalcı” tavizleri kabul etme yükümlülüğünü sağlayacağı için “biz da bir hayle yaptık” ifadesi ile dalga geçiliyor ve Kıbrıslırumların işledikleri cinayetler topltan reddediliyor. Biraz daha rafine edilmiş versiyonlarında ise bu ifadeye ironik atıflar, güya bunun Kıbrıslrum topluluğuna kolektif sorumluluk atfetmesinden dolayı yapılır. Bu arada bazı Kıbrısrum faili cinayetleri kabul edebilecek seviyededir; fakat bunu temel etnik merkezci formunu bozmadan, yani Kıbrıs dramında Helenizmin mağdur, Türkçülüğün gaddar olmasını etkilemeyen oldukça önemsiz olaylar olarak sunar. Mesele daha sonra hedef gösterilen Hristofyas’ın ifadesinin içeriğinden çok daha geniştir aslında. İfadeyi açıkça kullananın kurumsal kimliğinden ve olgusal içeriğinden daha derin bir özü vardır. “Biz da bir hayle yaptık”, Hristofyas’ın dile getirdiği bir beyanat değildir. Tarihin halk tarafından sözlü olarak dile getirilmesi, kodlanmasıdır. Halk benzer şekilde topluluklar arası çatışmalar için resmi Kıbrısrum anlatısında geçen – Türk isanı anlamına gelen – “Turkandarsia”yı da, “fasariyalar” olarak kodlamıştı. (Resmi Kıbrısrum anlatısında 1963 yılındaki topluluklar arası çatışmalar “Türk isyanı” olarak adlandırıldı. Bu, çatışmalar için tamamen Kbırsıtürk topluluğunu sorumlu tutmak adına konulmuş olan isimdi. Buna göre, güya Türkiye’nin planı doğrultusunda Kıbrıstürk topluluğu devleti yıkacaktı. Dolayısıyla Kıbrısrum topluluğu ve silahlı kuvvetleri “devletin ve meşruluğun savunucusu” olarak nitelenirken, Kıbrıstürk topluluğu ve silahlı kuvvetleri “isyancılar” olarak nitelendirilmişti.)

“Biz da bir hayle yaptık”, aile masalarında eski ve yeni kuşağın konuşmalarının akabinde gelen, mantıklı sorgulama, empati kurma ve samimiyet anlarında çıkan kabullenmedir. Böyle bir şey ortaya kolayca çıkmaz çünkü  büyük bir ağırlığı vardır. Aynı zamanda özgürleştirici bir niteliği vardır. En azından dışa vurulduğu anda özgürleştiricidir çünkü kısa bir süreliğine de olsa sessizlik komplosunu kırar geçer. İşte bu yüzden milliyetçiler ve redçiler, bu ifade karşısında korkudan titreyip, alay ve ironi yoluyla, şişeden çıkan bu cini kovmaya çalışıyorlar. Bunu yapmalarının tek sebebi, derin gerçeği ifade etmesindendir.

Tabii ki de Kıbrıslırumlar’ın Kıbrıslıtürkler’e yönelik suçları küçük bir azınlık tarafından ilenmişti. Kıbrısrum topluluğunun kolektif sorumluluğundan söz edilemez. Fakat bu suçları işleyenler meçhul kişiler değillerdi. Tüm bu suçları başından sonuna örtbas eden sadece devlet değildir. Aynı zamanda Kıbrısrum topluluğudur. Kıbrısrum topluluğunun bütünü olmasa da ezici bir çoğunluğu hem gözlerini kapamış, hem de bilhassa bu konulardan asla söz etmemiştir. Eskilerden bazı kişilerin bu yapılanları onayladıkları veya mücadelenin bir parçası olarak gördükleri ortadadır. Bazıları ise üzülmüşler ancak kendi kendilerini “sükutun altın alduğuna” ikna etmişlerdir. Bir diğerleri bu yapılanları fısıldayarak kınamışlardır. Ama en sonunda bu kişilerin tümü bu olayları hafızalarından silmeye çalışmışlardır. Ne var ki bu kolay bir şey değildir. Aynı şeyler, bilhassa 1974 yılında kör şiddet çerçevesinde Türk ordusu ve Kıbrıstürk milis güçleri mensupları tarafından Kıbrıslırumlar’a yönelik olarak işlenen cinayetler bağlamında, Kıbrıslıtürkler için de geçerlidir.

Tıpkı 1963-1967 dönemindeki gibi 1974 yılında da silahlı güçlerin cephelerden birbirleriyle ateş teatisinde bulunmaları şeklinde cereyan eden muharebe sayısı çok azdı. Türk ordusu, haddizatında gerek istilanın ilk safhası olan Temmuz ayında, gerekse ikinci safhası olan Ağustos ayında, önünde çöküş içinde bir kuvvet bulmuş ve rahatça ilerlemişti. Yine tıpkı 1963-1967 dönemi gibi 1974 yılında da ölen kişilerin çoğunluğu olduğu yerde kalmayı seçip veya kaçamayıp ya Türk ordusunun ya da paramiliter ekiplerin eline düşmek suretiyle askerler veya yurttaşlar tarafından öldürülmüşlerdi. Bu noktada, gerek 1963-67 döneminde, gerekse 1974’te hümanist davranışların olduğu hususuna parmak basmak gerekir. Bazı insanlar hayatları silahlı kuvvetler tarafından tehlikede olan, öteki topluluğa mensup sivil kişileri, köylülerini, tanıdıklarını ya da yabancıları korumuşlardır.

Ne var ki her halukarda 1956 yılından 1974 yılına değin tüm şiddet döneminde ve özellikle şiddetin doruğa tırmandığı 1964 ve 1974 yıllarında ulus adına cinayetler işlenmiştir. Sadece etnik kökenleri kriter alınarak masum insanlara kör şiddet uygulanmış ve masum siviller öldürülmüşlerdir. Bu olaylarda cinayet işleyen tek bir kişinin yargılanmamış olması, tarihin sadece bir boyutudur. Dillendirilmesi gereken daha önemli bir şey, çatışmanın ve savaşın, savaş suçlarını üreten, milliyetçiliğin ise şiddeti meşrulaştıran unsurlar olduklarıdır. Aynı şekilde etnik tahkimat olarak ulusal birliğin dayatılmasının suçları tahammül edilir kıldığını; savaşın kutsallaştırılmasıyla ve savaşanların kahramanlaştırılmalarıyla suçların ve suçluların ortaya çıkarılmasının daha da zor hale getirildiğini ve rezil sessizlik komplosunu sürdürdüğünü ortaya koymak da önem taşır.”

(DENKTAŞ GÜNEYDE – Kıbrısrum tarafında bölünmenin normalleşmesi - Grigoris Yuannu – BARANGA Yayınları – Şubat 2020 – sayfa 46-53)

Bu yazı toplam 1458 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar