1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. “Kayıtsızlık Şenliği” ve Kundera’ya Derkenar
“Kayıtsızlık Şenliği” ve Kundera’ya Derkenar

“Kayıtsızlık Şenliği” ve Kundera’ya Derkenar

“Kayıtsızlık Şenliği” ve Kundera’ya Derkenar

A+A-

 

Hakkı Yücel
[email protected]

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminin bilinen kavurucu sıcakları önceki yıllara göre biraz geç kalmış gibi görünüyor ama siyasetin ateşi mevsimlere ayarlı olmadığından hiç sönmedi. Bizde cumhurbaşkanlığı seçimi, yeniden başlayan müzakereler, siyasi partilerde yaşanan gelişmeler, yeni hükümet senaryoları derken, bütün bunlara hemen yanı başımızda Türkiye’de ve başta sınır komşuları olmak üzere Ortadoğu’da yaşanan yüksek gerilimli süreçler de eklenince, siyasal termometre hep zirvelerde seyretti. Yöresel ya da evrensel, sonuçta yaşananlar insana ve insanlığa dair şeyler olduğuna göre böylesi bir tablonun birey olarak insanın ya da genel olarak insanlığın zihinsel ve duygusal dünyalarında karşılıkları olacağı aşikârdı. Hâl-i pür melâlimiz galiba şu: Genelde gördüklerimizin acısıyla görmek istediklerimizin saadeti, verili olanın bunaltısıyla olmasını arzu ettiklerimizin huzuru, mümkün olanın hırpalayıcı hakikatiyle imkânsız olanın coşumcu ütopyası arasına salınan zihinsel ve duygusal dünyalarımızın tepkileri, bu salınıma uygun olarak kâh ‘iyimserlik’ ama daha çok da ‘kötümserlik’ halleri arasında gidip geliyor. Ağırlıklı olarak siyasi zemin temelli, bir başka deyişle toplumsal yaşamın doğrudan siyasete ve onun belirlediği siyasal mücadeleye, siyasal mücadelenin de karşıt ikilemler üzerinden yürütülen güç ve çıkar çatışmasına indirgendiği, değerlerin giderek daha çok yitirildiği bir alandır burada söz konusu olan ve ‘iyimserlik-kötümserlik’ hallerimiz de son kertede bu alanın belirleyiciliğine tabi oluyor. Bu minval üzere yazılan ya da dile getirilen örnekler ise mebzul miktarda mevcut, konu üzerine kelâm kesen çok, bunları her an okuyor ve dinliyoruz. Denilebilir ki tıpkı o film adı gibi “dar alanda kısa paslaşmalar” hali yaşıyor, orada ömür tüketiyoruz. İyi de siyasetin indirgeyici mantığının belirlediği ve sınırladığı bu ziyadesiyle boğucu alanın ‘dışarısı’ yok mu?

Son günlerde okuduğum bir kitap ve asıl sadık okuru olduğum usta yazarı vesile oldu, kendimi bir süreliğine de olsa bu yerleşik tablonun sınırladığı alanın dışında buldum. O ‘dışarısı’, daha çok siyaseti dolayımlayan, deyim yerindeyse zihin ve duygu dünyalarımıza biçim veren siyasetin şartlanmış koşum atlarının, edebiyatın (romanın) özgür koşum atlarıyla değiştirildiği yerdi ve heyecan verici olan yanı da buydu. Öyleydi, çünkü burası, tam da siyasetin ve siyasal mücadelenin indirgeyici ve sınırlayıcı mantığının hâkim olduğu dar alanın dışında geniş ölçekli bir başka dünyayı işaret ediyordu; dahası burada kesinlikler yerini belirsizliklerle bırakıyor ve sadık okuru olduğum yazarın dediği gibi “insanın yaşam dünyasının acı bir şekilde kararmasına ve varlığın unutulmasına” vesile olan indirgemeci kıskaç çözülerek, yeni imkânların ve ihtimallerin dünyasına yelken açılıyordu. Lafı daha fazla uzatmadan söyleyeyim, beni bu ‘içeri’den ‘dışarı’ya çıkaran (Kulakları çınlasın sevgili Cengiz Erdem ‘Beni bu dışarıdan çıkarın” diyordu) ve bana bu yazıyı yazdıran yazar Milan Kundera ve onun son romanı -belki daha doğru bir ifadeyle novellası- ‘Kayıtsızlık Şenliği’ydi (Can Yayınları).  

Kundera’nın söz konusu son yapıtı oldukça gecikerek, bir öncekinden (Bilmemek) on üç yıl sonra çıkageldi. Birçok sadık okuru gibi ben de hanidir bekliyordum, hatta bu geç kalmışlığı, tabiat zalim hükmünü yerine getiriyor, usta yazarı artık yaşlılığın derin sularına sürüklüyor da en büyük yeteneğini elinden alıyor mu acaba diyerek kendimce bir nedene bağlamış, hayıflanmıştım. Neyse ki değilmiş -en azından şimdilik-, kısa bir roman/novella (108 sayfa) olsa da ve kimi çevrelerce fazlasıyla dağınık bulunup pek de beğenilmediğine dair haberler çıksa da, bir Kundera okuru olarak kendi adıma yeni kitabıyla buluşmaktan hem mutlu oldum, hem de bir romancı olarak övgüyü fazlasıyla hak ettiğine bir kez daha kanaat getirdim. Neden mi böyle düşünüyordum?

Kundera’yı okumak sadece iyi yazılmış bir roman okumanın keyfini vermiyor okuruna, başta insanın kendi varoluşsal konumu olmak üzere onu hayata ve bizatihi roman sanatına dair düşünmeye de teşvik ediyor. Buradan bakınca Kundera romanı okumak aynı anda hem düşünmek hem de düşlemek, düşleyebilmek, düş gücünü kullanmak demek. Bir başka ifadeyle Kundera okura sadece yazılandan/anlatılandan ibaret bir metin sunmuyor, ondan o metin içinde yazılmayanı/anlatılmayanı da bulmasını talep eden bir ilgiyi, dikkati ve çabayı bekliyor. Asıl önemlisi ise bu ilgi, dikkat ve çaba talebinin yapay bir zorlamadan değil, içine kendi düşleme yeteneğini ve düşlerini yerleştirdiği kurgudan, o kurguyu ören dilin okurun düşlerini ve düşleme yeteneğini de harekete geçiren kıvraklığının yarattığı doğal çekim gücünden kaynaklanıyor olması. Bu noktada “düşsel anlatı” ustası olarak nitelendirdiği ve romanlarının “düş ve gerçeğin tam bir kaynaşması” olduğunu söylediği Kafka’dan etkilendiğini kendisi de itiraf ediyor. Kundera’ya göre “Kafka’nın yapıtları hem modern dünyaya olağanüstü bilinçli bir bakış hem de zincirlerinden bütünüyle kurtulmuş bir imgelemdir.”  Onun kendince yaptığı da bir bakıma budur; Kundera metinlerinde ‘gerçeklik’ doğrudan sunulan bir şey olmaktan çok metnin kurgusal kapsamına içkin çok katmanlılığı içinde üretilen, bu anlamda okurun kendisinin -kendi düşlerinin ve hayallerinin- de müdahil olduğu -bunun talep edildiği- hem imgesel bir genişlik hem de buna denk düşen bir dil üzerinden inşa ediliyor.

“Düşler/düşlemek” demişken işte tam da bu noktada Kundera’yı Kundera yapan önemli bir ayrıntının altını çizmek gerekmektedir. Beylik bir özdeyiştir: “Düşler insanın hem cenneti hem de cehennemidir.” Doğrudur; cennetidir çünkü insan gerçek hayatta kendisini zora sokan, yenilgiye uğratan koşulları düşlerinde kolaylıkla aşıp zafere ulaşabilir; aynı zamanda cehennemidir, çünkü düşlerinde yaşadığı zaferin saadeti, hayatın gerçeklerine tosladığında bir anda trajediye de dönüşebilir. Kundera’nın ustalığı bu ‘cennet-cehennem’ sarmalını mizahı yedeğine alarak aşmasında açığa çıkmaktadır. Ya da şöyle söylemek mümkün: Kundera metinlerinde okuru peşinden sürükleyen, düşlerini ve düşleme yeteneğini tahrik eden kurgusu ve onu ören dilinin kıvraklığıysa, bir diğer sebebi de gerçekliği yeniden inşa ettiği kurgu dünyasında onunla kurduğu ilişkiyi mizah üzerinden aynı anda hem ciddi bir sorunsala, hem de dalga geçilecek bir oyuna çevirebilmesidir. Bu bağlamda Kundera metinlerinde ironi ve kara mizah vazgeçilmezdir; daraltılmış sınırlar içinde yaşayan modern insanın içine düştüğü ‘varoluşsal çıkmazı’ aşmasını, tutsak olduğu sınırları delip geçmesini sağlayan, onu ‘dışarı’ taşıyan, ona kaçabileceği alanlar açan temel dayanaktır. Hal böyle olunca Kundera romanında gerçeklikle kurulan ilişki de çok boyutlu bir mahiyet kazanmaktadır. Şöyle ki, kurulan ilişki bir yanıyla gerçeklik hakkında yargı ve hükümde bulunmaktan çok onu anlamayı gözetirken, bir diğer yanıyla kendisine kayıtsız kalınabilecek bir oyunun parçası halini alan bir biçime de dönüşebilmektedir. Şu da söylenebilir: Kundera romanı ve romancılığı, gerçeklikle farklı boyutlarda ilişki kurarak onunla hemhal olduğu kadar ondan kaçan; o gerçekliğe farklı anlamlar yüklediği kadar anlamsızlığına da vurgu yapan, onunla dalga geçen bir ustalığı ve özgünlüğü içkindir. Ancak hangisi olursa olsun bir Kundera romanından geriye her zaman, düşlerden beslenen, anlamaya yönelik bir düşünce yoğunluğu ve bir tebessüm kalmaktadır; Kundera okumak hayata ve gerçekliğe bakarken hem anlamaya yönelik zihinsel bir derinlik ve genişlik kazanmak, hem de “yaşamın bir tuzak” olduğunu “istemeden doğduğumuzu, bizim seçmediğimiz bir bedene kapatıldığımızı ve ölüme mahkûm edildiğimizi” hatırlamak ve bu gerçekliğe mizahın penceresinden gülümseyebilmektir.

Türkçeye önceleri ‘Anlamsızlık Şenliği’ olarak düşünülse de ‘Kayıtsızlık Şenliği’ başlığıyla çevrilen ve beş arkadaşın, belirsizliğin sisli perdesi arkasından, araya ‘Stalin Şaka’sı da yerleştirilerek, örülen birbirinden ‘uzakyakın’ hikâyelerinin anlatıldığı son kitabında Kundera, okurlarının yabancısı olmadığı ustalığını bir kez daha sergiliyor. Bir yandan gerçekliği düşsel/düşünsel yoğunluğuyla yapıbozuma uğratıp yeniden kurarken, diğer yanıyla da o gerçekliğe kayıtsız kalmanın, ondan kaçmanın şenliğinden söz edebiliyor. Bütün bunları yaparken ise mizah fondaki yerini yine alıyor.

Milan Kundera’nın on üç yıl aradan sonra gelen son kitabını okurken, aynı anda birbirinden çarpıcı önceki romanlarını da orasından burasından yeniden karıştırdım. Okuduklarımın beni getirdiği yerde, aklıma gelen yığınla soru arasından şunu sormak ihtiyacı duydum kendime: “Hepsi iyi güzel de, şimdi daha mı iyimserim yoksa daha mı kötümser?” Yanıtın ne olduğunu düşünürken Kundera’nın ilk romanı ‘Şaka’da -romanın ismine dikkat- Ludvik’le sevgilisi Margaret arasında geçen yazışmayı hatırladım. Parti içi eğitim için Prag’a giden Margaret sevgilisi Ludvik’e şunları yazar: “Sağlıklı bir ruhum var. Çok şey öğrendim. İyimserliğin gücünü biliyorum.”  Ludvik’in hınzırlık kokan, sonradan başına bela açacak olan, yanıtı ise şu olur: “İyimserlik kitlelerin afyonudur. Sağlıklı ruh kokuşmuş bir aptallık. Yaşasın Troçki. Ludvik’in”

Bu haber toplam 1634 defa okunmuştur
Gaile 324. Sayısı

Gaile 324. Sayısı