Kedi Mi Maşrapa Mı, Soru Budur!
Geçtiğimiz Perşembe akşamı “Gaileli Sohbetlerde” Hakkı Yücel ve Tufan Erhürman ile birlikte Kıbrıs Türk toplumunun “hallerini” konuştuk. Vardığımız sonuçlardan biri, Kıbrıs Türk toplumunun “iktidarsızlık” sorunu yaşadığı yönündeydi. Burada “iktidarsızlık” sözcüğünü güçsüzlük, kuvvetsizlik, etkisizlik ve acizlik anlamında değerlendirmek gerekiyor.
Gerçekten de Osmanlı İmparatorluğu’nun adadan çekildiği günden beri olaylara yön vermede etkili olamayan ve etkilendiği kadar etkileyemeyen veya etkin olmak için başka bir güce yaslanmak zorunda kalan cılız bir öznelik hali söz konusudur. 1974 Yazından sonra bu durumun değişeceği düşünülmüşse de, bunun bir yanılsama olduğu, hatta bazı bakımlardan iktidarsızlığın daha da güçlendiği ortaya çıktı. Sonuçta, edilgin, hiçbir şeyi değiştirebileceğine inanmayan bir toplumla karşı karşıyayız. Bu arada da kendi katılımı pek olmadan her şeyin değiştiğini izleyen ve yabancılaşan bir toplum...
İktidarsızlığın, acizliğin duygu dünyasına hınç olarak yansıdığı bilinen bir gerçektir. “Psikolojik dinamit” olarak tanımlanan hınç, bireylerde olduğu gibi, toplumlarda da “tıkanmış”, “engellenmiş”, “incinmiş” olmaktan kaynaklanır ve öfke, nefret, intikam gibi duygu ve eğilimlere yol açar. Eğer hınç duygusundan kaynaklı öfke ve intikam müdahaleci ve sonuç alıcı olursa, hınç duygusu ortadan kalkabilir. Fakat içine yuvarlandığımız durumu değiştiremeyecek kadar aciz isek, o zaman hınç ve öfke içe döner ve “Hınç” adlı çalışmasında Max Scheler’in gösterdiği gibi, “zihnin kendini zehirlemesine” yol açar. Artık bütün değerleri değersizleştiren bir kin dürtüsü, kara çalma, haset ve garez benlikleri ele geçirir ve her şeyimize hükmeder. Hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini düşünen aciz özne artık kötücül sevinç içinde yaşayan bir siniktir.
Oysa madalyonun öteki yüzüne baktığımız zaman bambaşka şeyler görürüz. Kıbrıs Türk toplumu bulunduğu ve yaşadığı ülkede azınlık konumuna düşmeyen, daha doğrusu, 1878 yılında düştüğü azınlık konumundan çıkmayı başaran ve eşit ulusal topluluğa dönüşen tek “Türki” topluluktur. Adada 1960 yılında kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti Devletinde % 18’lik nüfusuna karşın Kıbrıslı Rumlarla eşit toplum olmayı başarmıştır. Günümüzde de adada devletlilik olgusunun asli kurucusu ve yöneticisi olarak kabul edilmektedir. Kıbrıs’ta kurulacak olası bir federal devlette iktidar ve egemenlik icra edeceği kayıt altına alınmıştır ve AB üyesi Federal Kıbrıs’ta AB içinde de söz sahibi olacağı açıktır.
Ne var ki, bu durum, çok iyi bir okula kayıt yaptırmayı başaran ama okula gitmeyen bir öğrencinin durumuna benziyor. Kendini içine yuvarlandığı acizlikten çıkaracak ve erk sahibi bir toplum haline getirecek federal devlete ulaşmaya çok yakınken, bu imkanın etrafında dolaşıyor, bin bir bahane ve gerekçe üreterek bir türlü sonuca yönelemiyor. Daha da vahimi, yakın tarihi boyunca azınlık olmamak, eşit olmak, egemenlik ve iktidar icra etmek gibi talepleri gündeme getirerek mücadele eden bir toplum, bugün “mal-mülk” konuşarak varlığını tehlikeye atabiliyor.
Naci Talat, yıllar önce iki sol parti olarak CTP ile AKEL arasındaki ilişkilerin nasıl olması gerektiğine değinirken “CTP kedinin kuyruğuna bağlı bir maşrapa olamaz” demişti. Bu önemli saptamayı bugün toplumun bütününe yayabiliriz. Kıbrıs Türk toplumu kedinin kuyruğuna bağlı bir maşrapa olmakla karşı karşıyadır. Kedi kuyruğunu salladıkça ses çıkaran aciz bir toplum...
Öte yandan aklını kullanarak ve elini uzatarak erişebileceği esaslı bir konum onu beklemektedir. İmmanuel Kant Aydınlanmayı aklını kullanma cesareti göstererek kendi kendimizi içine yuvarladığımız çocukluk halinden çıkmak olarak tanımlamamış mıydı? Aydınlanma, insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. İnsanın kendi aklını başkasının kılavuzluğuna başvurmadan kullanmasıdır. Sapare Aude! Aklını kullanma cesaretini göster! Ve geç de olsa, 19. ve 20. yüzyıllarda kaçırdığımız Aydınlanma trenine bin!
Kedi olmak varken, neden maşrapa olalım?