1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kelimeleri sıralamak ‘ne kadar zor-ne kadar kolay’ usta!?
Kelimeleri sıralamak ‘ne kadar zor-ne kadar kolay’ usta!?

Kelimeleri sıralamak ‘ne kadar zor-ne kadar kolay’ usta!?

Kelimeleri sıralamak ‘ne kadar zor-ne kadar kolay’ usta!?

A+A-


Hakkı Yücel
[email protected]


Geçtiğimiz günlerde bir köşe yazarının yazısında James Joyce’la ilgili bir anektot okudum. Bir arkadaşı üstadı ziyarete gitmiş, onu yazı masasının başında sıkıntılı bir yüz ifadesiyle otururken bulmuş. “Hayrola, yazılarınla ilgili bir sorun mu var?” diye sormuş. “Başka ne olabilir ki?” diye karşılık vermiş Joyce. Bunun üzerine “Bugün kaç kelime yazdın?” diyerek ikinci bir soru daha sormuş arkadaşı Joyce”a. “Yedi” demiş üstad. “Senin için hiç de fena değil” diye konuşunca dostu, Joyce’nun yanıtı şu olmuş: “Doğru, hiç fena değil ama şimdi de derdim şu ki bu kelimeleri nasıl sıralayacağıma bir türlü karar veremiyorum.”

Joyce’u okuyanlar ve bilenler için üstadın bu söyledikleri hiç de şaşırtıcı değildir aslında. Dilin edebiyat ve edebiyatçı için ne denli önemli olduğu gerçeği bir yana, Joyce’da bu durum, sorumluluğu çok daha ağır, bir o kadar da derin ve vazgeçilmez bir problematiktir. Ona edebiyat dünyasında ayrıcalıklı bir yer kazandıran da herhalde en başta bu özelliği olsa gerektir. Nitekim yirminci yüzyıl klasikleri arasında yer alan Ulysess romanında, okuyanı depreme tutulmuşcasına sarsan üslûbunun benzersizliği, orada yer alan dilin,  adeta bir ‘yapıçözüme’ tabi tutulmuş olmasından ve de başka dillerle de karılarak, bambaşka bir hüviyete bürünmesinden kaynaklanır. Buradan bakınca üstadın bir bütün gün sadece ‘yedi kelime’ yazabilmiş olması da -kim bilir bu yedi kelimeyi bulana kadar ne kadar çok yazmış ve yazdıklarını ne kadar çok atmıştır-, yazdığı bu ‘yedi kelimeyi nasıl sıralayacağını” büyük dert edinmesi de anlaşılabilir bir durumdur.  Ancak Joyce’un ne olup olmadığı bir yana -bu yazının amacı da zaten bunu ortaya koymak değildir- kanımca  buradan çıkarılması gereken bir başka önemli sonuç da, başta ‘edebiyat’ olmak üzere diğer türlerde de ‘yazı’nın ve de ‘yazmak’ın, onu yazana -yazara- ağır bir ‘sorumluluk’ yüklediği, mutlak bir ‘disiplin’ ve zengin bir ‘donanım’ gerektirdiğidir. İyi de, her zaman böyle midir; ya da daha can alıcı bir soru: acaba şimdilerde durum nedir? İtiraf etmem gerekir ki, Joyce -daha doğrusu ona ait anektotu- vesile edilerek yazılan bu yazıda, naçizane yanıtı aranan soru da budur.  Ancak bu soruya yanıt vermeden önce, bir bakıma bu yazının arka plânını oluşturan bir çalışmadan söz etmek istiyorum..

Türkiye’nin yaşayan en uzun soluklu aylık edebiyat ve kültür dergisi olan Varlık’ın Şubat 2013 sayısında dosya konusu, “yaratıcı yazarlık” olarak belirlendi ve bu kapsamda oldukça doyurucu bir çalışma ortaya kondu. Dosyanın başlığında her ne kadar bir özne olarak ‘yazar’ (onun yaratıcılığı) öne çıkarılıyor olsa da, ‘yazar-yazı’ beraberliğinin vazgeçilmezliği göz önüne alındığında, işin doğası gereği, sadece ‘yazar’la sınırlı kalınılmadı, ‘yazı’nın (ve yazma ediminin), ‘yaratmak’ın kendisini de bu kapsama dahil oldu. Böyle bir çalışmanın dosya konusu olarak gündeme alınmasındaki gerekçe ise, ‘yaratıcı yazarlık’ başlığı altında sürdürülen etkinliklere, özellikle son çeyrek yüzyılda Türkiye’de de sıklıkla rastlanıyor olması. Dünyadaki örneklerine ve tarihsel serüvenine bakıldığı zaman, Türkiye’nin bu konuda oldukça geç kaldığını söylemek de mümkün. Derginin söz konusu sayısında yer alan Mesut Varlık imzalı “ABD’de Yaratıcı Yazarlığın Doğuşuna ve Gelişimine Dair Tarihsel Notlar” başlıklı yazıda da belirtildiği üzere, bu alanda ilk adımlar, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından itibaren Amerikan üniversitelerinde atılmaya başlanmış. Yüzyıl sonuna doğru “yaratıcı yazma” (creative writing) başlığıyla dersler fiilen yürürlüğe girmiş. Böylesi bir uygulamanın gündeme gelmesinde ve zaman içinde geçirdiği evrelerin oluşumunda ise, değişen koşulların açığa çıkardığı farklı nedenler etkili olmuş.

İlk adımda öğrencilerin edebiyata olan ilgisini ve bilgisini artırma amacının bu nedenlerden bir tanesini teşkil ettiği söylenebilir. Bu kapsamda beklentilerin ne oranda karşılandığı tartışma konusu olsa da genel kanı, uygulamanın tatminkâr ölçüde amaca hizmet ettiği yönündenir. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni koşullar, bu konuda artık bir başka gerekçeyi gündeme getirecektir: Savaşın yol açtığı olumsuzluk ortamında ABD’li gençlerde gözlemlenen “belirgin düzeyde içekapanış” halinden çıkabilmek için  “çocukların kendilerini ifade etme yollarını geliştirmek” adına “yaratıcı yazma” edimini bir araç olarak kullanmak. Bu nedenledir ki “yaratıcı yazma” dersi söz konusu dönemde artık ilk ve orta öğretim düzeylerinde de bir ders olarak okutulacaktır.  Soğuk Savaş dönemine gelindiğinde ise “yaratıcı yazma” edimi çok daha geniş ölçekli bir hedefin aracı haline dönüşecektir.  O da şudur:  Ekonomik ve siyasal bir güç olarak günden güne büyüyen ve belirleyici bir mahiyet kazanan ABD, “Dünya Edebiyatı” dendiğinde ilk anda “akla gelen Fransız, Alman ve Rus edebiyatı” karşısında hâlâ çok geridedir ve bir süper güç olarak bu alanda oluşturulacak “kültür politikları” bağlamında daha yapması gereken çok şey vardır. İşte tam da burada “yaratıcı yazma” uygulaması bir kez daha devreye girecek ve ABD’ye “kendine has, hiç kimseye, hiçbir dünya edebiyatının etkisine ihtiyacı olmayan bir ‘milli edebiyat’ oluşturma” yolunda  işlevsellik kazanacaktır.

On dokuzuncu yüzyılın sonlarından başlayarak gündeme gelen “yaratcı yazma” (creative writing) edimi ve buradan üretilen“yaratıcı yazar” (creative writter) tipolojisinin, acaba bugün geldiği yer, kapsamı ve işlevi itibarıyla konumu nedir? Aşikâr olan şudur ki, başlangıçta sadece öğretim kurumları -üniversiteden orta öğretime kadar uzanan- ve ‘ders’ olmakla sınırlı bir işlevsellikle yetinen bu etkinlik, zaman içinde giderek akademinin dışına taşarak, uygulamada bizzat yazarların ön almasıyla öğrencilerden öte, çok daha farklı kesimlere de ulaşan bir mahiyet kazanmıştır. Öyle olunca da bir bütün olarak, söz konusu etkinliğin, edebiyata ilginin artmasında, onun akademinin sıkıcı atmosferinden çıkararak gerek teknik bilgi ve gerekse üretim biçimleri bağlamında daha yetkin ve dinamik hale dönüştürülmesinde, edebiyat severlerin okur olarak ufuklarının genişlemesinde ve edebiyat sektörünün gelişmesinde ciddi katkıları olurken, aynı zamanda yazma konusunda heves ve yetenekleri olanları  cesaretlendirmesi, yeni yazarların ortaya çıkmasını teşvik etmesi bakımından da göz ardı edilemeyecek etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Ancak hepsi bu kadar değildir, bir başka ifadeyle bu madalyonun sadece bir yüzüdür.

Madalyonun, ‘yaratıcı yazarlık’ etkinliğinin işlevselliği kapsamında özellikle şimdilerde öne çıkan, ‘zamanın ruhu’yla ilişkili ve ona denk düşen bir de öteki yüzü vardır. Burada ortaya çıkan tablo ise, yerleşik ekonomik sistemin ‘piyasa’ ile belirlenen ve işleyen mantığının, artık bir ‘endüstri’ye dönüşmeye başlayan ‘edebiyat-kültür’ üzerindeki kuşatıcı rolü ve bunun “yazma-yaratma-yazar-okur” (ya da ‘yaratıcı yazarlık’) kapsamı bağlamındaki kaçınılmaz sonuçlarıdır. Mesut Varlık bu durumu söz konusu yazısında şöyle özetlemektedir: “edebiyatın piyasa mantığıyla işlemesiyle, diyelim soyut bir kavram olan ‘okur’, somut bir pazar parametresi olan ‘okuyucular’ ile eşleştirilir, ona indirgenir. Böylece edebiyatın imkânını sağlayan ‘okur’, bir müşteri halinde yeniden üretilerek, pazar için kurgulanır. Bu indirgemeden nasibini alan yayın sektörünün yazar, editör, okuyucu, yayıncı gibi muhatapları yaratıcı yazarlık endüstrisi içerisinde bir bütün halinde işlemeye başlar.”

Görünen odur ki gelinen aşamada, yazarın kendisi de, yaratıcı potansiyeli de, yazdığı metin de, artık oluşturulan pazarın taleplerine uygun, ‘kullanım değeri’nden çok ‘tüketim değeri’nin esas alındığı bir ‘meta’ya dönüşmektedir. Bu durum ise ‘niteliği’ değil ‘niceliği’ önceleyen, ‘yaratıcı etkinliği’ niteliğe değil, niceliğe indirgeyen, başarıyı da ustalığı da buradan değerlendiren bir anlayışın yerleşmesine neden olmaktadır. Dahası aynı anlayış ‘yaratcı etkinlik-yazarlık’ edimini giderek  sipariş üzerine ürün veren bir işe dönüştürmekte, sonuç olarak günümüzde yazın dünyası her gün biraz daha ‘kötü’nün ‘iyi’yi kovduğu bir alan halini almaktadır. Son yıllarda evrensel ölçekte eskisi gibi ‘baba’ eserlerin çıkmaması (bu yüzden dönüp dönüp yine  o eski ‘baba’ eserlerin okunması), keza Türkiye’de yayımlanan roman sayısındaki ‘niceliksel’ artışın, bu artışla ters orantılı olarak ‘niteliksel’ yoksunluk taşıması, bu gerçekliğin kanıtı olsa gerektir. Denilebilir ki günümüzde “yaratıcı yazarlık” giderek “yaratımsız yazarlık”la (Kenneth Goldsmith) yer değiştirmekte, büyük oranda piyasanın kendine çizdiği alan içinde kendini üretip tüketen bir mahiyet arz etmektedir.

İnsan, Joyce’un ince eleyip sık dokuyarak bütün bir günde yazdığı ama bir türlü nasıl sıraya koyacağını bilemediği “yedi kelime” ile cebelleşmesi; ya da E.Cioran’ın edebiyat tadındaki felsefe metinlerini okurken,  yazılarında kendine düstur edindiği “bir virgül uğruna ölünebilecek bir dünya düşlüyorum” aforizması; veya binlerce sayfaya ulaşan eserlerini ölümünden sonraya saklayan Pessoa’nın, sanki yaşadığı günlerden şimdilerde olanı görüyormuş gibi “yazdıklarını yayınlatmak-kendini topluma mal etmek. Ne rezil bir ihtiyaçtır bu” sözleriyle dile getirdiği marazi isyanı  karşısında, ister istemez sarsılıyor ve “yaratıcı yazarlık” ın -bir bütün olarak yazın dünyasının- bugünkü halini izlerken,  kelimelerin sihirbazı olan, yazının büyük ustalarına şu soruyu sormadan da edemiyor:
Kelimeleri sıralamak ‘ne kadar zor-ne kadar kolay’usta!?

Bu haber toplam 1331 defa okunmuştur
Gaile 207. Sayısı

Gaile 207. Sayısı