Kendi çığlığının peşinde
İnsanlar zamansız ölüyorlar.
Hiç hesapta yokken...
Salgın peşine koştuğumuz korkularımızdan değil, beklenmedik sokaklardan çıkıyor ölüm...
* * *
“Sizde fazla mavi var mı” diye soruyor Haydar Ergülen, sabah sabah...
“Fazla bir gökyüzü” dileniyor, “fazla bir gülüş…”
O gülüşler yitiyor ömrümüzden.
* * *
Hep yanıtını aradığım bir soru olmuştur, insanlar niye her daim eski günleri özler?
Geçmişe hayranlık duyulur hep... Niye? Üstelik de bu duygu bir döneme ya da kuşağa ait değildir.
Benim özlediğim çocukluğum, babamın alışamadığı “yeni zamanlar” değil miydi? Şimdiki zamanlar bir başkası için “ah o geçmiş güzel günler” olmayacak mı?
* * *
Sanırım “geçmişin” cazibesi insanların varlığıdır. Yitirmediklerimizin çokluğu... Hayatımızdaki sembollerdir, en yakınlarımızdan başlayarak... Tüm anlarımızda, henüz vedalaşmadığımız onca insan vardır. Mahalle bakkalından avludaki ninemize, çocukluk arkadaşımızdan, ilk aşkımıza... Her bir sokakta suretlerini bildiğimiz bakışlardan, gölgelerine sığındığımız çınarlara... Gülüşleri vardır duvarlara asılı, omuzları vardır yaslandığımız ve anıları vardır, avunduğumuz...
“Eski” kalabalıktır, “yeni” yitik...
Şimdiki zamanlar hep biraz daha yalnızdır, biraz daha sükût...
* * *
Canımıza okuyor zamanın ruhu... Kendi çığlığının peşine düşüyor temmuz... Gidenlerin gözleri var her yerde... Gün doğumları yutkunamıyor hesapsız yitişleri... Geceler öksüz ışıyor, biz büyüdükçe... İnsanlar azalıyor... Yalnızlık hissi kemik gibi batıyor…
* * *
Kalp atışları azalırken git gide...
Kelimeler tutuk, mahcup, öksüz...
“Fazla bir gökyüzü” istiyor şair…
Yetmez yine de...
“Sizde fazla bir hayat var mı?”
“Fazla bir gülüş…”