1. YAZARLAR

  2. Hakkı Yücel

  3. “Kendine Ait Zamanı Olmayanın Kendi de Olmaz..!”
Hakkı Yücel

Hakkı Yücel

yeniduzen.com'a özel

“Kendine Ait Zamanı Olmayanın Kendi de Olmaz..!”

A+A-

“Neden kimse bir yavaşlık tanrısı icat etmedi? Peter Handke.     (Byung-C.Han’ın “Zamanın Kokusu” kitabından.)                                                

Yıllar önce -herhalde otuz yıl olmuştur-, yoğun kar yağışının İstanbul’u teslim aldığı soğuk bir kış günü, pencere kenarına oturmuş, bir yandan Dr.M.T ile sohbet ediyoruz, bir yandan da şehrin üzerine beyaz bir örtü halinde çöken karın lapa lapa yağışını seyrediyoruz. Sokaklardaki ıssızlığın hissedilir bir tenhalık olarak yansıdığı klinikte, hazır hasta da yokken, gülüşün ince ve samimi bir tebessüm halinde adeta değişmez bir sabite olarak yerleştiği yuvarlak yüzünde, ışıltılı mavi gözleri çakmak çakmak -seksenine merdiven dayadığına kim inanır- Dr.M.T ile sohbet, her zamanki gibi tadına doyulmaz bir lezzet. Üstadın, onu tanıyalı ve dinlemeye başlayalı beri bende farklı zamanlara (eski ve yeni zamanlar mı demeliyim) ve mekânlara (Doğu ve Batı mı) ait özgün bir müziğin harmonik ve bir o kadar da etkileyici buluşması hissi uyandıran diliyle kurduğu cümleler, her seferinde sanki bir başka dünyaya kapı açıyor. Neyi anlatsa sözcüklerinin, sadece görüneni değil, görünmeyeni de içeren, duyulanı değil duyulmayanı da hissettiren yoğunluğu ve derinliğiyle insanı çarpıyor. O kadar ki, o günlerde,  henüz daha esnemeyen ideolojik müktesebatıyla hemen her soruya yanıt, her soruna çözüm bulduğuna inanan ben, o konuştukça ve de anlattıkça adeta derin bir ‘bilinç yarılması’na uğruyor ve sarsılıyorum.  Dr.M.T ile her sohbetimiz -ne yazık ki bu büyük ayrıcalık çok uzun sürmeyecek ve üstat beklenmedik bir anda bu diyardan göçüp gidecektir- bir konudan ötekine, geniş ufuklarda seyreden olağanüstü bir yolculuk. Mütevazılığıyla gizlemeye çalışsa da bilge ağırlığı karşısında eziliyorum. Ama hiç şikâyetim yok.  Büyük saygı duyduğum bu niteliğini, hoşlanmadığını artık öğrenmiş olmakla beraber kendimi tutamayarak ona hatırlatacak takdir ima eden tek bir söz söyleyecek olsam, anında utangaç çocuk haline bürüneceği yüz ifadesiyle vereceği karşılık hiç değişmeyecek: “Çok mültefitsiniz mîrim!” .   

İşte o gün Dr.M.T, karın çağrışımları yoğun yağışını camın arkasından seyrederken, araya meftunuyum dediği Yahya Kemal’in “Kar Mûsikîleri” şiirinin ilk beyitini de yerleştirerek (“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu. Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu.”) yeni bir sohbetin ve ‘mütalaa edeceğimiz meselenin’ ilk cümlesini kuruyor: “Şehri örten bu beyaz siluet ve zamanın şimdide ağır ağır seyreden şu sükûneti,  sizce de muhteşem değil mi azizim?” Acaba neyi ima etmeye çalışıyor? 

Arada, bir mensubu da olduğundan, “yakinen bildiğim/tanıdığım camiadır” dediği hekimlerin -özellikle henüz yolun başında olan ve de koşuşturup duran genç hekimlerin- telaşlarına (ve asıl o telaşların arkasındaki temel dürtülere), onun ifadesidir, “min gayri haddin”, dikkat çekmek maksadıyla şaka yollu “artık ömrün sonuna yaklaşıyoruz, zaman mazide birikiyor atide eksiliyor, bâki kalanı bîhakkın kullanmak iktiza eder mirim” diye konuştuğunu bildiğimden, konunun nereye geleceğini tahmin edebiliyorum: Zaman.. Ve insanın onunla ilişkilerinin mahiyeti..(“Bin yıldan uzun bir gecenin bestesi” olarak ve sanki “bin yıl sürecek”miş gibi yağan karı cam arkasından izlerken “Onun şimdide ağır ağır seyreden sükûnetini” işaret etmesinin bir hikmeti vardır elbet.) Arkası ne gelecek diye ses çıkarmadan bekliyorum. Yılların ötesinden, uzun bir tirada başladığını hatırladığım Dr.M.T’in (tirat diyorum, çünkü  onun kendini ifade biçiminde her zaman etkileyici teatral bir tarz vardı)  üstüne basa basa şunları söylediğini yeniden duyar gibi oluyorum:  “ Naçizane iki zaman tarifi yapmak mümkün; birincisi ‘dünyanın zamanı’, ikincisi ‘hayatın zamanı’. Dünyanın zamanı bizden müstakil akıyor ve ona tabi olduğumuz nispette bizi (insanı) kâh önünde kâh ardında sürüklüyor. Netice mi: Böyle olunca da insan kendisi olamıyor. Hayatın zamanında ise zaman, o hayatın sahibinin (insanın) iradesine dâhil olduğu nispette ona (insana) kendisi olması imkânı sağlıyor, bu durumda netice, insanın zamanın sürükleneni değil ona kendince eşlik edeni ve de yön vereni olması şeklinde zuhur ediyor.  Dünyanın zamanının sürati – ki bu sürat her geçen gün daha da hız kazanacak gibi görünmektedir- insanı kendinden uzaklaştırırken, hayatın zamanının dinginliği -o dinginliğin mimarı şek şüphe insanın kendisi olabilir ancak- onu kendine daha çok yaklaştırıyor, daha çok kendi kılıyor. Kabul edelim mirim, dünyaya gelmiş olmanın ayrıcalığını yaşayan çoğumuz hayatımızı idame ettirebilmek cihetince zaruri olarak iş diyoruz, aş diyoruz, sonra mal-mülk diyoruz, para-pul diyoruz, daha sonra biraz daha olsun eksik kalmasın diyoruz ve de böyle diye diye -her an için mebzul miktarda gerekçemiz mevcut- dünyanın zamanının esiri oluyoruz. Sizin de malûmunuzdur, feylesof Hegel’in ‘zeitgeist’i, ki Türkçede “zamanın ruhu” olarak tesmiye ediliyor, dünyanın cari zamanını anlatmaktadır ki bu ruh hâlinin kahir ekseriyetin yakasına yapıştığı aşikârdır. Şüphesiz çalışmak, evet; rahat bir ömür geçirmek isteği, âmenna; daha iyiye, güzele sahip olmak, eyvallah -bunları kim istemez ki-; ancak zannımca şunu da zinhar unutmamak iktiza eder: Sahip olunanların miktarı arttıkça artık sahip olunan o şeyler, ona sahip olanların gerçek sahipleri haline gelir ki vah ki ne vah..! Bir de bakmışsın, sürüklene sürüklene hayatını senin yerine yaşayan bir başkası olarak ömrünün sonuna gelmişsin. İnsanı kendinden uzaklaştıran bu koşuşturmaca içinde, o insanın, başka (boş) “zamanım yok” diyerek kendini bu akıntıya bırakması, bu fasit dairenin içine mahkûm etmesi, hatta bunu gönüllü olarak kabul etmesi ne büyük gaflet. Sizce de öyle değil mi mirim, o zaman sormak iktiza eder: 
Kendine ait zamanı olmayanın kendi olması mümkün mü?”

Hâlâ mütevazı bir hekim olarak hayatını sürdüren ama aynı anda çok farklı alanlara olan ilgisini diri tutarak oralarda da var olabilen, bu anlamda duyargalarını farklı olana yönelik olarak  sürekli açık tutan Dr.M.T’nin geçmiş hikâyesini artık öğrenmiş ve asıl  “tutkuyla sahip olduğum tek şey zaman, ki en sonunda o da bana kalmayacaktır” diyerek hayatın(ın) zamanını, somut bir örnek olarak, nasıl kendi kıldığının bir ölçüde tanığı olduğumdan , zaman üzerine yaptığı ayrımı ve de bu iki seçenek arasında yapılacak seçimin ne denli önemli olduğunu; üstelik benzer şeyleri kendi hayatında yapmaya çalışan biri olarak daha iyi anlayabiliyorum. Üstada duyduğum saygıyı hâlâ, adeta kutsal bir emanet gibi koruyor ve eksikliğini zaman zaman çok yoğun hissediyor olmamın bir diğer sebebi de, o gün yaptığı tespitlerin, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren yaşanan gelişmelerle, (artık dünyanın ritminin –dünyanın zamanının hızının- çok daha fazla arttığı, insanın onun çok daha kolay ve fazla sürükleneni olduğu zamanlardayız) ne denli güçlü ve de doğru öngörüler olduklarının açığa çıkmış olmasıdır.   

Ve nihayet en olmadık anlarda aklıma düşüyor olmasının bir başka sebebi, yakın çevrem de dâhil olmak üzere, her biri tek başına parlak zekâlar olan, bu ülkenin bugününü ve geleceğini belirleyecek potansiyeli içkin -akademisyeninden serbest çalışanına- birçok genç insanın, kimileyin haklı olsalar da ve asgari yerine getirmek zorunda oldukları yükümlülükleri olduğu gerçeğini de kabul ederek, “çok yoğunum..zamanım yok”  gerekçeleriyle kendi hayatlarının zamanını büyük ölçüde elden kaçırdıklarına ve dünyanın zamanının sürükleneni ve adeta tutsağı haline geldiklerine tanık olmamdır.  

Boğazda, Vaniköy sırtlarında ebedi istirahatgâhında yatan, tanımak ve sohbetinde bulunmak bahtiyarlığına eriştiğim Dr M.T’nin, yılların içinden çıkıp gelen “Kendine ait zamanı olmayanın kendi de olmaz” cümlesinin kulaklarımda çınlayıp durması yoksa bu yüzden mi?    

 

 

Bu yazı toplam 1020 defa okunmuştur.
Önceki ve Sonraki Yazılar