Kendine Doğru Yolculuk..
Kendine Doğru Yolculuk..
Hakkı Yücel
[email protected]
Kitabevlerinde, hele oldukça geniş bir alana yayılan ve sıra sıra uzayıp giden rafların bulunduğu kitabevlerinde, dolaşmanın ayrı bir keyfi ve tadı vardır. Aynı anda hem birçok eseri görme imkânı sunar bu genişlik ve yoğunluk insana, hem de aradığını bulmanın kolaylığı dışında, akılda olmayan beklenmedik sürprizlerle karşılaşmanın heyecanını da yaşatır. Hele aynı mekânda, bilinçli ve de tesadüfen aldığınız kitaplarınızı, kokusu buram buram tüten bir kahvenin veya deminin koyuluğu rengine vurmuş sıcak çayın kekremsi tadı eşliğinde, daha o anda oturup orasından burasından karıştırıp okuyacağınız bir oturma yeri de varsa , deymeyin keyfinize. Şimdi kelimelerin mucizesinin (miraculum litterarum), cümleler cumhuriyetinin yaşadığı yerdesiniz ve siz de o mucizeye ve cumhuriyete dâhil olduğunuzdan bir başkasısınız artık. (En azından ben öyle düşünüyorum). Orada başlayan kısa ya da uzun, bir yolculuğa çıkacaksınız, o yolculukta kaybolacaksınız ve yeniden bulup da yolunuzu geri döndüğünüzde, muhtemelen kendinizden başkası -kendinize yakın bir başkası- olacaksınız. Kitapla sürdürülen yolculukların gizemli ve doğurgan serüveninin adıdır bu: ‘Kendinize doğru yolculuk’.
Gençliğimin, hayallerimin, sevdalarımın ve kavgalarımın şehri İstanbul’u, onda bulduklarım ve bana verdikleri bir yana, galiba en çok bu yüzden özlüyorum. Durup durup oraya geri dönüşlerimin, birkaç günlüğüne de olsa kendimi onun kollarına atmamın bir sebebi de, işte bu ‘kendime doğru yolculuk’ yapma fırsatını cömertçe sunmasıdır bana. Geçtiğimiz haftalarda yine öyle yaptım; özellikle son dönemlerde/yıllarda yaşanan siyasi gelişmelerin ardından birçokları için “o artık eski İstanbul” olmasa da, -buna bir de gittikçe artan nüfusu ve başta trafik olmak üzere insanı bezdiren o büyük keşmekeşi ekleyin- ben aynı heyecanla, uzun yıllar geçirdiğim bu gizemli şehre yeniden gittim. Kim ne derse desin, benim için hep ‘İstanbul’ ve hep vazgeçilmez olan tarihi şehirdi o. Gittim ve hiç vazgeçemediğim alışkanlığım, artık sayıları azalmaya başlasa ya da kimileri biçim değiştiriyor olsalar da, en azından ruhuma yakın hissettiğim kitabevlerini, sahafları yine dolaştım. Sonuç olarak, gittiği yerden başladığı yere geri döndüğünde, eskisinden bir başkası olduğunu -ya da kendine daha yakın bir başkası olduğunu- insanın, bir kez daha anladım. Ve bu İstanbul macerasından sonra da Proust’un o veciz cümlesini galiba bu yüzden hatırladım: “Tek gerçek yolculuk, aynı gözle yüz değişik yer görmek değil, yüz değişik gözle aynı yeri görmektir.” Hatırlamakla kalmadım, şimdilerin ‘tüketim çılgınlığı’na eş ‘turizm çılgınlığı’nın yaşandığı, ‘tükettikçe varolunduğu’ yanılsamanının ‘gezdikçe varolunduğu’ yanılsamayısla örtüştüğü (şüphesiz bakmayı ve görmeyi bildikten sonra o gezmelerin sunduğu imkânları ve katkıları da göz ardı etmemek gerek); o zırt pırt sorulan ‘en’ sorularından biri olan, “hayatta en çok neyi yapmak istiyorsunuz” un neredeyse hiç değişmeyen karşılığı “dünyayı gezmek istiyorum” yanıtının ne anlama geldiğini, Proust’un sözleriyle kıyaslayarak, bir kez daha düşündüm.
Her şey bir yana, İstanbul seyahatlerimin ‘sebeb-i aslisi’ diyebileceğim, her seferinde uğradığım kitabevlerinde geçirdiğim zamanların lezzeti yine bir başka oldu. Hele, adeta bir ritüele dönüştürdüğüm, önceden tespit ederek aldığım kitaplar yanında, acaba bu sefer hangi sürprizlerle karşılaşırım merakı içinde rafları tarayıp durmanın, orasından burasından karıştırıp okuyarak birçok kitabı gözden geçirmenin keyfine diyecek yoktu..Bu seferki ritüeli ise, biri roman, diğeri ortak bir konu çerçevesinde 28 yazarın denemelerinin bir araya getirildiği iki kitap alarak tamamladım.
Roman, İspanyol yazar Javier Marias’ın Yapı Kredi Yayınları arasında yeni çıkan (1999 yılında bir başka yayınevi tarafından da yayınlanan) “Yarın Savaşta Beni Düşün” adlı eseriydi. İtiraf etmeliyim ki ilk anda başlığına çarpıldım kitabın ve doğru ya da yanlış, iyi seçilmiş bir başlığın iyi yazılmış bir kitabın işareti olduğu konusundaki inancım nedeniyle almakta tereddüt etmedim. Yanılmadığımı ise biraz sonra, dumanı tüten sıcak kahvenin eşliğinde okumaya başladığım satırların peşinden sürüklenirken anladım. Shakespear’in III.Richard adlı eserinin bir sonesinden aldığı dizeyi kitabının başlığı yapan - başka kitaplarında da bunu yapıyor- Marias (Bir cümle nasıl da başka cümleleri, bir kitap nasıl da başka kitapları doğuruyor; mucize değilse nedir bu), deyim yerindeyse döktürüyordu. İnanılmaz bir gözlem yeteneği olan yazar, gerek insan gerekse nesneler üzerinde çok ince ayrıntılara kadar varan çözümlemelerini, o ayrıntılar içinde boğulmadan, tam aksine bir dil ve üslup zenginliğine dönüştürerek, okurun hem düşünce hem de duygu dünyasında adeta şimşekler çaktırıyordu. Sadece bu kadarla da kalmıyor, yoğun gözlem ve çözümlemeleri içkin bu dil ve üslup zenginliğini, aynı ustalıkla ördüğü kurguyla buluşturarak -çoğu romancının yapamadığı şey- okurda dehşetli bir merak duygusu uyandırıyor ve metnin peşinden sürüklenmesini sağlıyordu. Bir solukta okuduğum bu kitabın bendeki etkisi ise, onun ‘opus magnum’u sayılan üç ciltlik ‘Yarınki Yüzün’ (Metis yayınları) adlı romanına dönmek ve yine büyük bir hayranlıkla soluksuz okumak oldu. Sözün kısası son İstanbul macerasının bana yaptığı büyük sürpriz, Javier Marias’ın romanlarından hareketle, kendime doğru bir başkası olarak -kendime yakın bir başkası olarak -kendimi bulacağım yeni bir keşif yolculuğu oldu. Has edebiyat/roman da zaten bunun için değil miydi?
İkinci kitap ise Andre Acıman’ın hazırladığı, içinde 28 yazarın Proust’un dev eseri ‘Kayıp Zamanın İzinde’den seçtikleri en sevdikleri bölümler üzerine, kendi bakış açılarıyla yorumlarını içeren denemelerin yer aldığı ‘Proust Projesi’ydi (Sel Yayınları). İlginç olan şuydu ki, J.Marias’ın ilk anda başlığına çarpılarak aldığım romanın aksine, bu kitabın başlığı -başlık konusundaki saplantımın tartışılır olduğunu kabul ederek- ilk anda bana itici gelmişti. Şundan; edebiyat dünyasının dâhi yazarlarından olan Proust ismi, kendinde içkin imkânları ve çağrışımlarıyla ne kadar geniş ve çekiciyseydi; -yanılıyor olabileceğimi baştan kabul ederek- bugünün dünyasında hemen her alanda, şıpınişi kotarılarak ya da kendini kendi amacıyla sınırlayarak, daha çok sipariş üzerine yapılan ve nedense bende ‘sahici/samimi’ olmaktan çok ‘sentetik/plastik’ bir işlem olduğu duygusu uyandıran ‘proje’ sözcüğünün iticiliğiydi. Böylesi bir kaygım olsa ve bu nedenle kitabı alıp almamak konusunda tereddüt geçirmiş olsam da, sonuçta Proust’un varlığı ağır bastı ve kitabı aldım. Nihayetinde söz konusu olan Proust’tu (onun yedi ciltlik ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanıydı) ve Proust demek de bir umman demekti. Öylesine ince elenip sık dokunan bir umman ki onun içine dalan okur, orada önce kendini kaybedeceği bir yolculuğa çıkacak, satır satır sürdüreceği uzun ve başdöndürücü yolculuğunu tamamladığında ise artık kendine bir başkası -kendine yakın bir başkası- olarak dönecektir. Nitekim ‘Proust Projesi’ kitabında 28 yazarın, Proust’un ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanından kendilerine göre seçtikleri bölümler üzerine yorumlarını içeren denemelerinin ayrı ayrı gösterdiği de budur. Her birinin son kertede kendini bulduğu - kendini yeniden keşfettiği- yüz yıllık ‘Kayıp Zamanın İzinde’ romanı, onlara bu bereketi ziyadesiyle sunacaktır ve zaten bu dev eserin bugün hâlâ okunuyor olmasının –çoğu okuru bezdirecek kendine has zorluklarına rağmen- nedeni de bu olsa gerektir.
Bir kez daha anladım: İstanbul benim için, şairin dediği gibi “hatıraları kalbe ışıkla dökülen yıllar”ın şehriydi. Başkasının (başkalarının) hikâyesinin (hikâyelerinin) yer aldığı her kitap ise, okurken insanın kendini yeniden keşfedeceği ve kendine doğru bir başkası -kendine benzeyen bir başkası- olarak döneceği gizemli yolculuktu. İnsanın bir başkasının hikâyesinde kendini bir başkası -kendine benzeyen bir başkası- olarak keşfetmesi ise ‘öteki’ne dokunması/anlaması, bir başka ifadeyle insan olmanın ortak kaderini paylaşabilmesi değil miydi?
Etrafımıza bakıp gördüklerimiz karşısında az şey mi bu?