Kendine dönmek...
Belki aylar hatta bir yıl sonra dönüp geriye, yaşadıklarımıza baktığımızda; “ne günler yaşamışız virüs günlerinde” diyecek ve yaşamımıza kaldığımız yerden devam edeceğiz.
“kaldığımız yer” deyiminin ne kadar doğru olup olmayacağını şu an kesinleştirmek elimizden gelmiyor. Ama şu bir gerçek ki; “ne günler yaşamışız” diyeceğiz, tıpkı savaşı görüp yaşayan, esir olan, göç eden isanlarımız, bizler gibi.
Beğensek de beğenmesek de, kabul etsek de etmesek de şu bir gerçek; acı yaşanmışlıklar insanı kendine ve yaşamın gerçek haline dönmesi için bir neden oluşturabilmektedir.
Ailesinde ölümü tadan, tanık olup yaşayan, ölümden yola çıkarak yaşamın aslında ne kadar kısa olabileceği, hatta dünya malının-materyallerinin ne kadar da bir “hiç” olduğunu görebilmekte. Elbette istediği ve bu “ikaza” bakabildiği sürece.
“İkaz” dedik de; şu günlerde yaşadığımız pandemi-virüs salgını acaba kendimize dönüp bakmamız için bir “ikaz mı?” diye düşünmeden edemiyor insan.
Dünya genelinde insanoğlunun duyarsızlaştığına, bencilleştiğine, doğayı talan etmesine, havayı kirletmesine, daha çok daha çok diyerek tüketmesine, teknolojiye tutsaklığına, ahlak bozukluğuna, vicdan yok oluşuna, hırslara vb... bir “dur!” mu denildi bizlere?
Bunu ister dinsel çerçevede isterse realite ve materyalist bir düşünceyle ele alınız. Sonuçta şu bir gerçek ki, eskilerin deyimiyle; bu dünyayı “kafamıza giyiyoruz”.
Olumsuzdan olumlu doğurmak, acıdan mutluluk gibi düşünceler insanoğlunun kendi benliğine vardığı günden itibaren neredeyse bizimle olan bir inanç biçimidir. Hani “her olumsuzluk yeni bir oluşumu getirir” diyerek, ya da her mutluluğun bir sonu olduğu gibi her acının da bir sonu olduğu düşüncesi. Buna felsefede, sosyal bilimlerde ya da inanç ekseninde ne denir bilmiyorum ama şu bir gerçek ki; hayattan “ders çıkarmayı” bilmeliyiz.
Bu yazımı kaleme alırken tam otuz gündür evdeyiz. Ailemizleyiz; eşimizle çocuklarımızla. Ve daha da önemlisi “kendimizleyiz.”
Sanki bir güç hayatımızı rolantiye aldı. Hani yoğun koşuşturma yaşamı içerisinde nice unuttuklarımızı, ertelediklerimizi, es geçtiklerimizi hatırlamamız, kendimize dönüp bir bakmamız, kendimizin farkına varmamız için bir el “fişi kapatmış.”
Çevremizde duymadığımız sesleri duyar olduk. Hani o trafikteki arabaların, kamyonların sesleri, homurtuları gitmiş, bir bakmışız; ya kuşlar varmış burda! dedik. Ağaçtaki yaprakların hışırtısını duymaya başladık. Sokaktan geçen kedinin miyavlamasını... kendi nefes alışımızı... evet evet kendi nefes alışımızı da duymaya başladık ve anladık ki bizler; nefes alan varlıklarmışız!
Ve kendi özlemlerimize, ertelediklerimize hatta kendimizde var olan ama şu veya bu şekilde ötelediğimiz ya da görmezden geldiğimiz kabiliyetlerimizi yeniden ortaya çıkarmaya başladık.
Sosyal paylaşım sitelerinde ve özelikle Facebook’ta elinde gitarı şarkı söyleyen öylesine çok insanla karşılaştım ki, neredeyse her evde bir gitarın olduğunu düşünmeye başladım. Belki insanlar kendi ekseninde, evinde, arkadaşlarına ailesine gitarını çıkarıp çalar eğlenirlerdi ama, şimdi herkes bu yeteneğini hem kendisine hem de kendisini izleyecek olanlara moral vermesi için çalıp söyleyip kayda alıp paylaşımlarda bulunuyor.
Diğer yandan nice insanlarımızın kabiliyetlerini sergiledikleri bir başka alan; resimler, karakalem çalışmaları, sulu boy, seramik çalışmaları. O güne kadar arkadaşımız olup da bu yeteneklerinin olduğunu bilmediğimiz nice insanlarımız. Hepsi bu süreçte teker teker ortaya çıkmaya başladı.
Kendimize döndük ve dönmeye devam ediyoruz...
Gerilere ittiğimiz ve kendi özümüzde olan birçok yeteneğimizi su yüzüne çıkarma olanağı bulduk.
Eşimizle çocuklarımızla anne babamızla o yaşam koşuşturması içerisinde kaybettiğimiz “anları” yeniden yakalamaya, birbirimizi dinlemeye ve hatta gözden kaçırdığımız bazı şeyleri yeniden keşfetmeye başladık.
33 yıldır televizyonculuk mesleğimde ekran kaşısındaydım. Dili geçmiş zaman kullanıyorum çünkü ocak ayından itibaren ekranlara ara vermek istedim. Öyle de yaptım. Hani metal yorgunluğu gibi bir şey! Ama diğer yandan emekli olma gerçeği de düşüncemde git gide olgunlaşmaya başlamıştı. Peki beri yanda ne vardı? Mesleğime olan düşkünlüğüm sevgim. Yani kendi alanımda yine birşeyler üretmek, emekli olsam da. Yaşadığımız bu süreçte bunun bir uygulamasına girdim istemeden ve hatta biraz erkenden diyerek. Beni, evimde yeni bir tv programı yapmama, çekimlerimi kendi başıma gerçekleştirip, montajlayıp yayına programlar hazırlamama vesile oldu.
Bu bir yeni dönüşüm ve kendime bir anlamda dönüştü. Bunun yanında bu “olumsuz” durum başka şeyler de kazandırmaya başladı ruhuma, düşüncelerime, yaşam biçimime ama mesleki açıdan gördüm ki, emekli de olsam, kendi yağımda kendi ciğerimi kavurabileceğim bir ortamı kendime yaratabilirmişim meğer...
Olumsuz bir ortamı olumluya dönüştürmek bu olsa gerek...