KENDİNİ İŞİTEBİLMEK
Sersemletici bir çağ bu. Sayısız karşılaşmalar yaşadığımız, hayatın pek çok alanına dair bilgilere süratle ulaştığımız, Dünyanın en uzak köşelerine kolaylıkla seyahat edebildiğimiz bir devinim çağı. Oldukça gürültülü bir çağ pek çok anlamda… Sessiz, dingin bir köşecik bulunca sevinçle doluyoruz bu yüzden…
Ağustos ayı için buydu hayalim: Issız bir koyda tatil yapmak. Bazı engeller girdi araya. Tatil bitmeden bir iki gün de olsa bunu başarma umudum baki hala.
Doğrusu kalabalık içinde olmak da o kadar kötü değildi. Çok içe dokunan, zenginleştirici insanlarla tanıştım yaz içinde. BirGün gazetesinde başlayan köşe yazısı serüvenimin Yenidüzen gazetesinde devam ettiği bütün bu yıllar boyunca bir Gümüşlük Akademisi yazısı yazmışım hep. Buraya gelmediğim bir yaz olmamış çünkü. Bu geleneği bozmayıp Gümüşlük Akademisi kütüphanesindeki köşemden yazmaya devam edeyim. Edebiyat Evi’nde Yekta Kopan’la bir atölye sürmekte şu an. Arada gülüşmeler ve alkışlar ulaşıyor bulunduğum yere. Buranın bir parçası olmakla ne kadar şanslıyım diye düşünüyorum. Bu kurtarılmış bölgede geçen her an keyifli ve zenginleştirici. Geldiğim ilk akşam İsmail Gezgin’in sunumunun ardından amfi tiyatroda izlediğimiz meteor yağmuru örneğin. Sonra Latife Tekin’in büyülü ışığıyla herkesin mest olduğu edebiyat atölyesi, Doğu Can’ın kahkahalarımızı özgürleştiren stand-up gösterisi… Bunlar birkaç gün içinde benim izlediklerim yalnızca. Meşeli Göl kıyısındaki sohbetler, Türkiye’nin dört bir yanından gelmiş tatlı insanlarla tanışmak da cabası. Buranın oluşum serüvenini, yaşanan büyük güçlükleri bildiğim için daha da sevinç doluyor içim.
İnsandaki yaratıcı ve yıkıcı enerjiler üzerine düşündüm bugün. Geçen yazı düşündüm. Yakalanan güzelliklerin nasıl heba edilebileceğini. Bazı insanların nasıl da yıkıcı bir enerji, bir hayat sakarlığı taşıdıklarını, zaten zor bir dünyayla başa çıkmaya çalışmak yerine onu daha da çetrefil hale getirebildiklerini… Bu yıkıcı enerjiyle başkalarını üzmekle kalmayıp kendi hayatlarını da mahvettiklerini.
Her şey kendi içinde başlıyor insanın. Karşılaşılan güçlüklerle nasıl başa çıktığımız belki de kim olduğumuzu tanımlayan. Sorunları barışçıl yollarla yoksa şiddetle mi çözmeye çalışıyoruz ya da kaçıyor muyuz onlardan? Her şey çok güzel olabilecekken yıkıcı bir enerjinin ortalığı toza dumana boğması nasıl da üzücü.
Gözlemci olarak katıldığım atölyelerin birinde paylaşılan çocukluğa dair metinleri düşünüyorum. Hikayesini paylaşmak iyi geliyor insanlara. Bellekteki ağırlık uçucu bir hale geliyor başkaları da ona el verdiği zaman. Başkalarının hikayelerini dinlediğimizde onlara karşı şefkat duyabiliyor ve onlar için bir şeyler yapabilme isteğiyle dolabiliyorsak iç dünyamızın zenginliğine, yani hayattaki en büyük zenginliğe işarettir bu.
Yazabilmek ne büyük bir şans diye düşünüyorum. Yazamasam bazı ağır deneyimleri nasıl taşırdım bilemiyorum. Yazarken yaşanana çok farklı açılardan da bakabiliyor insan.
Zalim bir dünya bu. Bir gün hiçbir suçu olmayan insanları ellerinde birer kelepçe ile evlerinden alıp götürebiliyorlar. Bir insana yapılan bu zulüm onun çevresindeki daha geniş bir halkanın da hayatını altüst edebiliyor. Bunca haksızlık varken iyi insanların birbirine kenetlenmekten başka şansı yok.
Hep birlikte gülüp eğlenebilmeliyiz her şeye rağmen. Bunca ağırlığı bir kedere dönüştürebileceğimiz gibi mizaha çevirmemiz de mümkün. Gülmek sağaltıcıdır çünkü.
Her türlü şiddetin karşısına sanatı koyabilir, bizi duygusal olarak tüketenlere kelimelerin gücüyle yeniden doğuşumuzu izletebiliriz.
Kedere karşı neşeyi, bunca çirkinliğe karşı estetiği öne çıkarmak kötülüğün zaferine engel olmaktır bir anlamda.
Bir şiirimde de dediğim gibi:
“Kendimi işiteyim diye söyledim
Bütün şiirleri
Bunca gürültü içinde”
Bu gürültü çağında kendimizi işitebilmek için o sessiz köşelere gitmekten korkmayalım, hayatın hızlı temposu içinde kaybolmayalım, bize reva görülen bu hayatları sorgulayalım ve dönüştürmeye çalışalım derim.