“Kendinin Efendisi Olmak”...
“Kendinin Efendisi Olmak”...
Hakkı Yücel
Kıbrıslı Türkler olarak hanidir dilimize yerleşmiş güçlü bir (siyasal) retoriktir “kendinin efendisi olmak”. Kendi iradesini sahiplenme ve kendi kaderini belirleme talebi olarak da okunabilecek bu retoriğin arkasında haklı, tarihsel gerekçeler var. Osmanlı Dönemi’nde merkezin denetimine tabi bir ‘çevre cemaati’ olmakla başlayan; İngiliz Sömürge Dönemi’nde yeni ‘sahip’in varlığında devam edegelen; kısa süreli ‘Cumhuriyet Dönemi’ parantezi hariç 63 Aralığı’nda toplumlar arası çatışmalarla birlikte bir ‘azınlık toplumu’ konumuna gerilemek suretiyle bu kez de Kıbrıslı Rumlarla ilişkilerde gündeme gelen; ve nihayet 74 Temmuz sonrasında oluşan yeni siyasal yapıyla karşılığını Türkiye-KKTC ilişkilerinde bulan, sonuçları itibarıyla bireysel-toplumsal ölçekte bir ‘irade zafiyeti’ni, bir ‘varoluş sancısı’nı açığa çıkaran bu tarihsel süreç, şimdilerde dillendirilen “kendinin efendisi olmak” talebinin ardındaki haklı gerekçeleri ifade eder.
Son kertede kendi kaderini belirleyecek özgür bir ‘özne’ olma, daha açık bir ifadeyle böylesi bir ‘özne’ olarak ‘tanınma’ talebidir bu. O nedenledir ki, buradaki ‘özne’ olma hali sadece bireyin kendisiyle sınırlı kalmayan, bir ‘başkasını’ da gereksindiren bir süreçtir.Yani bireyin kendisinden başlayan ve bir başkası (öteki) olarak karşısındakinde tamamlanan ilişkisel bir süreç. Özneler arası ‘tanınma-tanıma’ biçiminde tecelli eden bu ilişkinin düşünce tarihindeki teorik açılımı ise, Hegel’in kült eseri Tin’in Fenomenolojisi’nde dile getirdiği “efendi-köle’ diyalektiğinde karşılığını bulur. Özne’ye anlam kazandıran iradenin bir ‘bilinç’ ve ‘güç’ olarak işlevsellik kazanması ‘efendi-köle’ diyalektiğinin anlam haritasını oluşturur. Burada ‘efendi’, iradesinin bilincine varan (özbilinç), bunu hâkim kılan ve iradesi ‘köle’ tarafından tanınandır; ‘köle’ ise o iradeyi ‘tanıyan’, bu vesileyle de kendi iradesi onun karşısında eksik kalan, ona tabi olandır. Tanımlamaların (‘efendi’ ve ‘köle’) da ifade ettiği gibi buradaki ilişki bir ‘eşitler’ ilişkisi değildir. Güç merkezli ‘eşitsizler’ilişkisidir, haliyle çatışmacıdır, dayatmacıdır, tahakkümcüdür. Böyle olduğu içindir ki ‘efendi-köle’ ilişkisi aynı zamanda bir nefret ilişkisidir. İlişkinin bu mahiyeti, iradesini dayatan ve bunu sürekli kılan (kılmak isteyen) ‘efendi’de şiddet, baskı, yıkıcılık vb. karakter özelliklerini öne çıkarırken; keza o iradeye tabi olan ‘köle’ de, kendini önemsizleştiren bu ‘efendi’ iradesine karşı ‘öfke’ duyar. Siyasal alandan hayatın farklı alanlarına kadar yayılan bu çatışmacı dinamiğin aşılması ise ancak, iradenin birinin (efendi’nin) diğeri üzerindeki (köle) tahakkümünün ortadan kalkması, iradeler arasındaki güç merkezli ‘tanıma-tanınma’ ilişkisinin o iradelerin karşılıklı olarak birbirlerine saygı gösteren, haklarını gözeten, bunun meşrulaştıran hukuki ve siyasi çerçeve içinde birbirlerini ‘tanıyan’konumuna geçmeleriyle mümkün olacaktır.
Buradan bakınca, tarihsel gelişim süreci içinde, dini bir cemaatten ağır aksak modern bir topluma doğru evrilen Kıbrıslı Türklerin, her merhalede bir biçimde ‘irade’ zafiyetiyle sonuçlanan ‘köle’ olma hallerine, “kendilerinin efendisi olmak” talebiyle son vermek istemeleri anlaşılabilir bir durumdur. Kaldı ki, bugün itibarıyla çağdaş demokratik bir birey ve toplum olmanın olmazsa olmazı, o birey ve toplumun kendi iradesine sahip çıkması, onun bilincine varması ve özgürce kendi kaderini belirleyebilmesidir. Bu hem varoluşun hem de buradan geliştirilecek ilişkilerin niteliği bakımından son derece önemlidir. Eğer böyleyse, o zaman kritik soru “kendinin efendisi olmak” talebi ve amacın bu gerekliliği ne oranda karşılayabildiğidir? Zurnanın zırt dediği yer de galiba burası..Şundan ki; birey ve toplum olarak ‘kendi iradesine sahip çıkma’ talebi ve algısıyla; o iradeyi “kendinin efendisi olmak” talebi olarak ifade etmek ve algılamak arasında, özdeş kabul edilmelerinin aksine, bir fark var. İlk anda bir ‘kelime oyunu’ ya da kelimelerin semantik yapısı ve anlamlarının aşırı zorlanması gibi okunacak bu farkın, özellikle bireysel-toplumsal ‘siyasal anlayış’ ve ‘siyasal tavır’ların kapsamları ve mahiyetlerinin niteliği bakımından dikkate alınmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Derdimi anlatabilmek için tam da burada ‘etik’i (ahlâk’ı) ve ‘etik ilişki’yi (‘ahlâki ilişki’yi) düşüncesinin merkezine oturtan, ona (‘etik’e-‘ahlâk’a) “kurucu ilksellik” atfeden, aynı zamanda “öteki’nin filozofu” olarak kabul edilen Emmanuel Levinas’a kulak vermekte yarar var. Ona göre ‘ben’ ve ‘öteki’ (‘ben’in ‘öteki’ ile) ilişkisinde ‘etik’ (ahlâk) her şeyden önce gelir; ‘etik-ahlâk’ siyasetin de öncelidir. Levinas bu tespitini, ‘ben’in her koşulda ‘öteki’ne karşı vazgeçilmez (etik-ahlâki) bir sorumluluğu olması gerektiği ve başta adalet olmak üzere özgürlüğü de temin edecek, onların mahiyetini belirleyecek olanın işte bu vazgeçilmez kertede önem arz eden sorumluluk olduğu ifadesiyle daha bir perçinler. Filozofa göre hayatın her alanında geçerliliği olan (olması gereken) bu durum, aynı zamanda Hegel’in ‘tanınma’ talepli “efendi-köle” diyalektiğine ‘etik-ahlâk’ üzerinden yapılan bir katkıdır. Ancak bu (etik-ahlâki) sorumluluk sayesindedir ki, özneler arası ilişkide, kendi iradesini hâkim kılmaya çalışana (efendi’ye), hem öteki’nin (köle’nin) iradesi ve haklarına saygı duyması gerektiği ve hem de kendini sorgulamasının bir zorunluluk olduğu hatırlatılacaktır. Sadece bu da değildir. Bu sorumluluk, aynı zamanda ‘efendi’nin muktedir olmaktan kaynaklanan gücüne, şiddetine ve dehşetine de gem vuracaktır. Ancak bir şeye daha dikkat çeker Levinas. Öteki’ne karşı vazgeçilmez bir sorumluluk olarak ‘Etik’e (ahlâkâ) ısrarla vurgu yaparken, özneler arası ilişkide (efendi-köle diyalektiğinde) bu durumun göz ardı edilmesi halinde, “kendisinin efendisi özne” olma (“Kendinin efendisi olma”) talebi sorunlu bir mahiyet kazanabilir. Şunu söyler:
“Kendinin efendisi özne (“kendinin efendisi olmak isteyen özne.”Hy), kolayca ‘ötekinin efendisi’ne dönüşebilmekte veya bunu mümkün kılan teorik kabulleri meşrulaştırmaktadır. Kısacası bu özne, sadece kavramsal olarak değil olgusal düzeyde de ‘öteki’ni yok eden (bu potansiyeli taşıyan.Hy)tarihsel bir öznedir.” (“Öteki, Düşman, Olay-Levinas, Schmitt ve Badiou’da Etik ve Siyaset“ Duygu Türk, s.38. Metis Yayınları)
Eğer böyleyse, o zaman “kendi iradesine sahip çıkmak” talebiyle, “kendinin efendisi olmak” talebi arasında gözetilmesi gereken bir fark olduğu tespiti somut bir gerçeklik halini alır. O fark da ‘efendi’ olmak ya da olmamakla ilgili bir farktır. Ya da şöyle söyleyelim: Bu iki talep arasındaki fark, ‘efendi’nin ilgasıyla ilgili bir farktır. Şundan ki; “kendi iradesine sahip çıkmak” talebinde ‘efendilik’ hali ortadan kalkarken; “kendinin efendisi olmak” talebinde ‘efendilik’, doğrudan ya da dolaylı, bâkidir. Burada ‘efendilik’ halinin bireyin-toplumun kendisiyle sınırlı olması (“kendinin efendisi olmak”) o ‘efendilik’ halini masumlaştırmaz. Masumlaştırmaz, çünkü, Levinas’ın da altını çizdiği gibi ‘kendinin efendisi özne (“kendinin efendisi olmak”.hy), kolayca ötekinin efendisine dönüşebilir”. Ötekinin efendisine dönüşen özne ise, kibirli olur, ‘öteki’ üzerine kendi iradesinin tahakkümünü hak olarak görür, bunun temini için baskı ve şiddetten geri kalmaz. Böyle olunca sonuç “özneler arası ilişkinin” çıkmaza girmesi, hiyerarşik baskıcı bir mahiyet kazanması, siyasal-toplumsal zeminde sorun çözmek yerine sorun üretmesi demektir.
İşte bu nedenlerledir ki, Kıbrıslı Türklerin, geçmişten bugüne bir biçimde yaşadıkları ‘irade zafiyeti’ ve buna bağlı ‘varoluş sancısı’nı aşma yolunda çok haklı olarak dillendirdikleri, kendi iradesine sahip çıkma ve oradan kendi kaderini belirleme hakkı talebi, “kendinin efendisi olmak” retoriğinde amacından sapma eğilimi gösteren bir tehlikeyi içermektedir. O tehlike, isterse ‘kendisiyle’ sınırlı olsun, ‘efendilik’ halinden kaynaklanmaktadır. Evet, ‘efendilik’ bir kibri içerir, bir üstünlük halidir, kendini önceler, çatışmacıdır, milliyetçilikle akrabadır. Siyasal-toplumsal-kültürel ölçekte baskın çıkacağı, tahakküm kuracağı, içerde ya da dışarda, ‘öteki’ni gereksinir ve kendini orada var eder.
O zaman şunu söylemek mümkün: Nesillerin heder olduğu Kıbrıs Sorunu’nun düğümlendiği ve de eğer bu sorun aşılacaksa o düğümün çözüleceği yer de işte burasıdır. Özneler arası ilişkilerde ‘efendi’ olmayan, ‘efendilik’ taslamayan; aksine birbirlerinin varlığına ve haklarına saygı gösterecek, siyasal-ideolojik olgunluğa, ‘etik-ahlâki’ sorumluluğa sahip, bu zeminde ortak değerler üretecek ‘insanlar’ın varlığı ve mevcudiyetinin artacak olmasıdır bu sorunu çözecek olan. Bu durum, hem Kıbrıslı Türkler hem de Kıbrıslı Rumlar için geçerlidir.Şüphesiz zordur bu, hâlâ ‘reelpolitika’nın hâkim olduğu bir dünyada, kahırlı bir süreci gerektirir. Üstelik o kadar zordur ki, “ötekinin filozofu” olan, ‘etik-ahlâk”ı düşüncesinin merkezine oturtan, ona “kurucu ilksellik” atfeden, siyasete önceleyen (bir Yahudi olarak) Levinas bile, İsrail-Filistin çatışmasında, kendinin ‘öteki’si olan Filistinliden ‘düşman’ yaratmaktan, bir başka ifadeyle “Levinas Levinas’a karşı” konumuna düşmekten kendini kurtaramamıştır. Ne var ki öyle olsa da, siyasal-toplumsal tarih, düşünce tarihi, yaşanmış deneyimleriyle ve birikimleriyle geçmiş, tam da bunun için vardır. Bütün bunlardan bugün ve gelecek adına ders çıkarmak ve daha âdil, daha özgür, daha huzurlu bir dünya yaratabilmek için, çatışmacı ve tahakkümcü ‘efendi-köle’ ilişkisinin ortadan kaldırılacağı, yerine farklılıkların birbirlerine saygı duyacağı ve haklarını gözeteceği özneler arası ilişkilerin tesisi, insanoğlunun özgür iradesinin, siyasi-ideolojik olduğu kadar, ‘etik (ahlâki) ve vicdanî’ sorumluluğudur.
Öyleyse kendi iradesine sahip çıkmak, kendi kaderini belirleme hakkı için mücadele etmek, ‘evet; ancak o iradeyi ‘kendisinin’ ya da bir başkasının ‘efendisi’ olarak algılamak , ‘hayır’. Unutulmaması gereken şudur: ‘efendi’ olmak, hangi kılıfa bürünürse bürünsün, ‘zalim’ olmanın göbek adıdır.