Kentlerin Demokrasisi 3/ Müşterekçi Etiğin İfadesi Olarak Çoğulluk
Kentlerin Demokrasisi 3/ Müşterekçi Etiğin İfadesi Olarak Çoğulluk
Emre Akbil
[email protected]
Müşterekleşme, minör varoluşlar içindeki birlikteliklerin, kolektiflerin ve çoğulluğun ortak çabasıdır. Müşterekçi etik tüm çabaların ortak bir zeminde vuku bulmasıdır da denilebilir. Çaba, conatus, Spinoza’ya göre varoluşun odağındadır. Her çaba bir tekillik ve farklılık içinde var olur ve bu çabalar kolektifi (multitudo)müşterekleşme ilebir araya gelir. Ulus devletler sonrası dönem başlarken, kent demokrasileri yükselirken, müşterekleşme, çoğulcu demokratik pratiklerin dayanağı olacaktır.
“Çoğulluk, Devletin asılsız bütünlüğüne karışmamış şekli ile, tekillikler ağıdır çünkü onlar sürekli olarak, yaşamın farklı biçimleri ve sosyal üretimin zaman ve mekanında, Müştereklerden gelen birey-öncesi gerçekliğin varlığını yeniden vurgularlar.”
PaoloVirno,2009, (http://www.parrhesiajournal.org/parrhesia07/parrhesia07_virno.pdf)
Birey-öncesi gerçeklik alanı olarak müşterekler ve müşterekleşme pratiği nedir?
İktidar ve sömürge düzenlerinden bağımsız biçimlenmiş öznelerin ortak zemini müştereklerdir. Bu zemin Virno tarafından birey-öncesi veya özne-öncesi bir alan olarak kuramsallaştırılmıştır. Burada ortaklık zemini üzerinde oluşan özneler vardır. Bu ortaklık zemini, paylaşılan birey-öncesi duygular, diller, mekânlar ve benzeri çerçevelerin tümüdür. Bu zeminden türeyen özne her hareketi ile bu ortaklığın varlığını eylemleri ile ifade eder. Müşterek zeminin olmadığı durumda ise özne ancak ona verilmiş rolü gerçekleştirecek bir şemanın içinde gelişen bir varlıktır.
Minör bir çoğul oluş nedir?
Minör oluş meta-anlatılardan, egemen dilden, cinsiyetten, dinden, kimlikten kaçıştır. Yatayda ilerleyen ve “göçebe” hareket eden bir örgütlenme biçimidir. İktidarı tek merkezde toplayan temsili devlet aygıtı yerine çoğulluğun güçlerini ifade eden kolektifin yaratımı için çabalar ve ancak devletin yarattığı boşluğu neoliberal otokrasiye bırakmaz. Bir yanda finans kapitalin uzay/zamanında, politik mücadele alanına dâhil olmadan, gizli anlaşmalar ve protokolleri devreye sokarak, arka planda bütün yönetsel paradigmaları kurgulayan sermaye vardır, diğer yanda isealternatif bir uzay/zamanda alternatif politikalarını kurmaya başlayanminör hatlar, kendi dalgalanmalarını ve ritimlerini yavaşça oluştururlar. Sonunda tekno yönetimsel pragmatist akıl da minör çoğulluğun dalgaları arasında boğulacaktır. Devletlerin özelleştirdiğini minör hatlar yeniden talep ederek küçük müşterek dokumacılık işine girişir. Devlet elinde birkaçın elinde ve dudağının arasında olan ortak değerler, bir anda politik alana dâhil olurlar ve her bir aktör bu alanda ifade bulur. Müşterek dokumacılık, politikalar, yasalar, tüzükler gibi toplumsal metinler ile, gündelik dilin içindeki yeni ortaklık yapıları ile, iletişim ağındaki paylaşım ortamları ile ve kentsel mekanlardaki yeni yapılanma biçimleri ile çoğulluğun ortak ifadesini oluşturur (Deleuze’ünOne-All kavramı bu ortak ifade veya ortak seslilik (univocity) üzerine kurulmuştur).
Çoğulcu Örgütlenmenin Yasal ve Mekânsal Çerçeveleri
Müşterekçi dokumacılığın çerçevesi tıpkı bir dokuma tezgahı gibi birçok sicimi, ipliği veya tekilliği bir üretim eylemi içinde bir araya getirir. Müşterekçi dokumacılık sadece bir eylemlilik hali, bir çaba, içinde olduğu sürece ve dokuma eylemini bir biçime (bir tasarı olarak önceden belirlenmiş bir halı deseni ve devlet biçimi arasında fark yoktur) bir öze indirgemediği sürece çoğul ve kolektif pratiğin sürekliliğini ve oluşumunu (becoming) sağlar. Mekanı önceden verilmiş stiller, şablonlar, güç ve iktidar şemaları içinde biçimlendirmek, veya başka bir deyiş ile iktidarın öngörmüş olduğu, örneğin bir “Halk” için tasarlanmış okul, hastane, hapishane gibi mimari yapılar kurgulamak, dokumacılığı bir iktidar disiplini ve kültürel statüko içinde yapmaktır. Bu dokumacılığın kamu eli ile yapılmasıdır ve müşterek değerler burada yer bulmaz. Diğer bir dokumacılık ise ayrıcalıklı ve özel bir dokumacılık etkinliği olarak liberal bir üretim pratiğidir. Burada da müşterek olanaklar yoktur. Olsa olsaSloterdjik’in tanımladığı ego-küreler olabilir bunlar. Ego-küreler insan temasından arındırılmış bireysel yaşam hücrelerinde şekillenen izole ekosistemlerdir (Peter Sloterdijk, Cell block, Egospheres, Self Container: TheApartment as a Co-IsolatedExistence, Log No:10, Anyone, 2007, pg. 89-108.) Ego-küreler her yerdedir; Rio’da, Lizbon’da, İstanbul’da, Atina’da ve diğer tüm kentsel yoğunluk alanlarındaki küçük izole yaşam hücreleri emlak sektörünün belkemiğini oluştururlar. Beyin işgücünü oluşturan beyaz yakalıların geçici yaşam alanlarıdır bunlar. Müşterekler, kamulaştırma ve özelleştirme kutupları arasında sosyalist ve kapitalist elitlerin güç paylaşımı alanında güçsüz ve etkisizdirler(Negri ve Hardt, Commonwealth, The Belknap Press of Harvard University Press, Cambridge, Massachusetts, 2009).
Yasalar ve kent mekânları ortak yaşamın kurgusunu oluşturan temel duyusal ve davranışsal alanın çerçevesini belirler. Çoğulcu örgütlenmelerin bu çerçevelerden bağımsız olarak, salt anarşi biçiminde, yaşamını sürdürmesi mümkün değildir. Anarşi, olasılıklar ortamını ancak kısa bir süre içinoluşturabilir. Farklılıkların eklemlenerek oluşturduğu çoğulcu politik alan, çerçevelerin koruyucu alanına dâhil olmadığı taktirde sanal bir potansiyel olarak doğup yok olur. Farklar potansiyellerdir. Her bir fark nesnesi bir potansiyel ifade biçimidir. Farklar her yerdedir: üretimde, dilde, bilgide, cinsellikte, mekânda, doğada ve politikada. Birbirlerine eklemlenerek ortak bir ifade kazanmadıkları takdirde farklılıklar kaotik karışımlar olarak anlık pırıltılarını kaybedecek ve oluşan boşluk da kapitalist veya sosyalisttemsiliyetin baskıcı ve özdeşleştirici yapıları tarafından kuşatılacaktır. İşte burada yasalar ve mekânsal çerçeveler devreye giriyor. Özdeşleşmeyi sağlayan, yani homojen ırk, cinsiyet, etnisite, parti veya ekonomik sınıfın temsiliyeti üzerine kurulmuş bir çerçeve farklılaşmaya, mümkün olduğunca, alan açmayacaktır. Deleuze’ün fark felsefesi makro-politikaların, ideolojik makinelerin, kimlik siyasetinin, diyalektik düşüncenin dışındaki olasılıkları arayan anarşik bir düşünsel platform gibidir. Ancak Deleuze’ün anarşik yapı bozumunun altında ortaya çıkmayı bekleyen ortak mefhumlar (commonnotions) saklıdır (Deleuze, Expressionism in Philosophy: Spinoza, Çeviri, Martin Joughin, ZoneBooks, New York, 1990, s. 260-289).
Toplumlar müşterek çerçeveler oluşturabilecek fırsatları zaman zaman bulurlar. Bu fırsat anı veya geçici olarak oluşan eşik aşılmadığı anda çoğulcu kolektif alan devlet ve sermaye aygıtlarının hazır şemaları içinde kaybolur.
Kıbrıs’ta 2004 sonrası dönemdeki referandumun sonuçlanması ile Kuzey Kıbrıs’ın siyasal ortamı, kolektifler, sendikalar ve sivil toplum örgütlerinin siyasal alandaki rolleri açısından önemli fırsatlar sunmuştu. Bugün geriye bakıldığında bu fırsatların müşterekleşme yönünde kullanılmadığı görülebiliyor. Zümrelerin, meslek gruplarının özel çıkarları müşterek çıkarların önüne geçmiş ve egemen temsili yapıdaki bütünlüğe karşı yapılan karşı-hegemonik mücadele sonrası oluşan, Denktaş’ın etrafında kurgulanmış mutlak iktidar dönemi sonrası, bütün örgütler kendi iktidar alanlarını genişletme çabasına girişmişti.
Hâlbuki, yapılması gereken mutlak iktidar alanlarınıçoğaltmak yerine sivil toplumun kendini ifade edebileceği sağlıklı çerçeveler oluşturmaktır. Yasal ve mekânsal çerçeveler ile sivil toplum örgütlerinin, politik ortama, iktidar aygıtına dâhil olmadan, eklemlenmesi özyönetimin koşullarından biridir. İktidara eklemlenmek yerine iktidar dışı pratiklere olanak veren ve gündelik hayatın içinde gelişen alternatif üretim biçimlerini destekleyen çerçevelerin yaratımı çoğulcu demokrasinin temel hedefi olmalıdır. Solun endüstriyel dönem için Marx tarafından hazırlanmış olan programın değişmezmiş gibi algılanması sorunludur. Hegel’i dönüştüren Marx’ı bile yeniden Hegel’in diyalektiğine ve salt ikilemler/hegemonya dünyasına indirgeyen sol yerine kapitalist makineye alternatifler üretmeyi bir yaratım sürecine dönüştürmek gerekmektedir. Negri, Hardt, Virno ve diğerlerinin yaptığı gibi kapitalist başkalaşım makinesine alternatif bir müşterekleşme makinesi yaratıcı bir karşı strateji olarak kurulmalıdır. Müşterekleşme makinesini kurmak, yağlamak, bakımını yapmak ve dönüşüm kapasitesini artırmak için yasal ve mekânsal çerçeveler geliştirmek ve neoliberal ajandalar altında yapılan gizli anlaşmalara ve protokollere alan bırakmamak için çalışmak gerekmektedir.
Farklı aktörleri, müşterek bir zeminde, ancak faklılıklarını ifade edebilecekleri bir zeminde buluşturmak, yasal ve mekânsal düzenlemelerin odağı olmalıdır. Temsiliyetten farklı olarak ortak bir ifade üretimi olasılığı olarak katılımcı demokratik pratikler (Giancarlo De Carlo buna eylem içinde katılımcılık adını veriyor) geliştirmek ve bu pratikleri toplumun içselleştirmesini sağlayacak yasal düzenlemeler ile desteklenmesi gerekmektedir. Bunu yaparken katılımcılık ilkesinin ikircikli bir rol üstlenebileceğini görmezden gelemeyiz. Katılımcılık yolu ile müşterek değerlerin ayaklar atına alınması olasıdır. Katılımcılığı hazır bir reçete olarak sunmak bu yüzden tehlikelidir. 1970 sonrası Post-Fordist dönemde katılımcılık ilkesi neoliberal pratiklerin arındırcı katkı maddesi, meşrulaştırma aracı, olabilmiştir. Kentlerde örgütlenen yerel hareketler sermayeye alan açmak için kullanılmış merkezi iş alanlarına yakın mahallelerin radikal hareketlerin aracılığı ile yatırımcılara zemin hazırladığı farklı coğrafyalarda deneyimlenmiştir (MargitMayer, NeoliberalUrbanizationandthePolitics of Contestation, in Urban Asymmetries, ed. TahlKaminer et al, 010 Publishers, Rotterdam, 2011, pg. 48-49). Kendi köleliği için savaşan sınıflar, sendikalar, kolektifler her zaman olmuştur. Kolektifler, sivil toplum örgütleri ve sendikalar, sermaye ve iktidar tarafından kodlanabilirler. Kolektiflerin dili bir sermaye diline dönüşmeye açıktır. Kendi dilini kaybetmiş kolektiflerin katılımcılık ilkesini karşı konulması güç bir müşterek-imha-silahına dönüştürmesi olasıdır. Öyle ise katılımcı çerçeveleri oluştururken bir kılavuza ihtiyacımız vardır. Müşterekler işte bu kılavuzluğu yapabilecek ortak zemindir.
Müştereklerin Üretimi ve Korunması:
Günümüzün en önemli paradigmalarından biri müştereklere karşı saldırganlığın yaygınlığı ve sürekliliğidir. Müşterekler, kamu ve özel arasında sıkışmış giderek daralan üçüncü bir dünya gibidir. Kamulaştırma yolu ile politik yaşamın dışına itilen müşterekler, azınlıkların ayrıcalıklı çıkarları uğruna sermayenin genişleme araçlarına dönüştürülmektedirler. Denizler, madenler sulak alanlar ve ormanlar gibi doğal müşterekler yanında iletişim ağları, diller, sokaklar, meydanlar, binalar ve yasalar gibi insansı müşterekler de korumasızdır. Bunun yanında müştereklerin üretilebileceğini ve korunabileceğini de biliyoruz. Peki doğal olarak oluşmuş ekolojiler, sulak alan habitatları gibi yaşam biçimleri üretim paradigması altında nasıl yer alabilir? Doğal alanların korunması yanında geri kazanımı da mümkündür ve doğal olmayan insansı müştereklerin üretimi gibi hassas bir süreçtir. Katılımcı bir kentsel planlama yasasının tasarlanması, halka açık kamusal bir meydanın tasarlanması veya kıyı şeridinin doğal niteliğinin geri kazanımı aslında benzer birer üretim biçimidir. Müşterekçi etiğin yönetsel çerçevesi içinde, farklı ve/veya faklılaşma becerisine sahip aktörlerin, kolektif bir ifade biçimi kazanarak müşterek çerçeveleri sürekli olarak üretmesi mümkündür. Mümkün olmayan dünya kaynaklarını sonsuzmuş gibi algılayan neoliberal, aşırı hümanist kopuştur.