Kentleşme, Göç Ve Gezi Parkı
Kentleşme, Göç Ve Gezi Parkı
Salih Örses
[email protected]
İstanbul’da yaşanan gezi parkı olayları belki de çoğu kesimi şaşırtmış, hükümet muhalefet ve birçok kesim olayların neden ortaya çıktığını anlayamadıklarından, yaptıkları birçok açıklama ise bu kitleleri tatmin etmemiştir. Olayların ilk gerçekleştiği gün bu kadar tepkinin doğması beni aslında hiç şaşırtmadı. Peki neden buna şaşırmadım ?
Üç yıldır Türkiye’nin öğrenci kenti olan Eskişehir’de yaşamaktayım. Bu sürede yaptığım gözlem ve konuştuğum insanların genel şikayeti hükümet ve muhalefetin halkın isteklerine cevap vermemesi idi. İlk kez Adalet Kalkınma Partisi hükümeti toplumsal tepkileri tamamen çözümleyemedi, doğru politikaları uygulayamadı ve toplumun ne isteğini anlamak yerine bunun kendisine karşı bir tehtit olarak algılayarak , çatışmacı bir politika anlayışını benimsedi. Toplumdaki gerginliklerin daha da büyümesine sebep oldu. Oluşan tepkileri çözümlemek aslında çok basitti. Tepkileri sosyal medya, polis müdahalesi , gezi parkına indirgemenin bununla çözümleme yapmanın yanlış olduğunu düşünmekteyim. Türkiye’nin kentsel gelişim süreci bu olayların çıkması büyümesi ile çok yakın hatta birbiri ile paralel olduğunu düşünmekteyim. Bu noktadan itibaren, kentlerin oluşum gelişim süreçlerini açıklayarak yazıma devam edeceğim.
Kent nüfusun on bin ve üstü yerleşim yerleridir. İngiltere ve birçok Avrupa ülkesinde kent sayılması bin nüfuslu olması yeterli görülmektedir. Genel olarak kentin tanımını yapacak olursak mekan üzerine yapılaşmış ve belirli bir nüfus yoğunluğuna erişmiş ekonomik, teknolojik , yönetsek , sosyal ve kültürel olarak örgütlenmiş, kırsal alanlardan ayırt edilebilen temel kentsel hizmetlerin ve kent bilincinin oluştuğu yerleşik ve bütünleşik bir yerleşim birimidir ve sistemdir. Çağdaş kentler sanayi devriminin tarımda makineşmenin , ticaretin kapitalizmin ve kapitalist sınıfın gelişimine ve feodal düzenin yıkılmasına paralel olarak Avrupa ortaya çıkmıştır. Günümüzde ise demografik ekonomik ve mekansal açıdan büyüyen kentler sadece kentsel mekan üzerinde değil bölgesel, ulusal ve küresel boyutlarda ilişkileri organize eden bir etkiye sahip olmaya başladı. İletişim ve ulaşım olanaklardaki ilerlemeler yeni liberal ideoloji ve kapitalizmin egemenliğini tüm dünyada kabul ettirmesi ve küreselleşme, çok uluslu şirketlerin artan egemenlikleri yeni pazar ve doğal kaynak havza arayışları ulus üstü (supra- nasyonel ) ve ulus altı ( bölgesel ve yerel) birimlerin ya da unsurların öne çıkması kentlerin küresel kapitalizme daha etkin konum kazanması sağlamıştır.
Ulus devletler çok için pazar oluşturma açısından çok güçlü olduğundan daha alt birimler olan, özellikle uluslararası ticaret ve finans açısından stratejik konumu olan kentler iş ilişkileri açısından küresel sermaye için daha çekici gelmiştir. Kalkınma için yabancı yatırıma verilen önem nedeniyle özellikle gelişmekte olan ülkelerde kentler küresel sermayeyi çekebilmek için yarışır hale gelmiştir. Ancak bu yarışta gelişmekte ya da az gelişmiş ülke kentleri aldıkları kadar ya da daha fazlasını vermek zorunda kalmaktadır. Gelişmekte olan bir ülke olan Türkiye son 10 yıldır dünyadaki diğer ülkelerle beklenmedik rekabet göstermekte yabancı sermayeyi ülkede yatırım yapması için çok büyük teşvikler vererek ülkeye çekmek istemektedir. Verilen bu teşvikler insanların duygu ve düşünceleri önemsemeyen sermaye sahibi insanların isteklerine göre düzenlenmektedir. Teşviklerin verilmesi kentler üzerinde çok büyük etkiye sahiptir. İstanbul gibi metropol kentler büyük rant alanları olarak görülmekte en ufak toprak parçasının bile çok büyük değerlere sahip olması buralardaki kamusal alanların rant alanı olarak kullanılmasına sebep oluyor. Türkiye de kentleşme sürecini tamamlanamaması bu alanların sürekli bir şekilde göç alması planlı bir gelişmenin olmasına engel olur. Kentlerin gelişimi ve göç almalarını dönemsel olarak inceleyerek yazıma devam edecegim.
Türkiye de 1940’lı yıllarda kent göç ve kentleşme oranı çok düşüktü. Kentli nüfus oranı ise Cumhuriyetin ilk yılarında yüzde 16.5 civarında idi. 1946 yılında çok partili demokrasiye geçilmişti. Amerika Birleşik devleti ile yakın ilişkiler geliştirilmiş. 1948 yılında Marshall yardımı alınmış ve tarımda makineşme artmıştır. 1950’de Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile yabancı krediler artmış kentsel alanda ticari yaşam canlanmış ve ulaşım olanakları geliştirilmiştir. Türkiye de ilk kez ekonomik anlamda liberal politikalar uygulamaya başlanmıştır. Kırın kendi içinde bulunan kapalı yapısı uygulanan politikalar içinde kırılmaya başlamış, kırdan kente olan süreli ve sürekli göçler ve kentleşme hızlanmıştır.
1960 yılında kentli nüfus oranı yüzde 26.3 yükselmiştir. 1960 sonrasında planlı kalkınma dönemine girilmiş ve sanayileşme artmıştır. Devlet yatırımları yanında , dış kredilerle ulaşım,sulama ,tarım gibi alanlarda yatırımlar artmış, ölüm oranları düşmüş ve ortalama ömür uzamış;kentsel alanlarda yatırımlar ticaretin yanında sanayiye ve alt yapıya da kaydırılarak devam etmiştir. Bu gelişmeler sonunda kentli nüfus oranı yüzde 35.8 yükselmiştir. 1970’ler siyasi ve ekonomik krizlerin damgasını vurduğu yıllar olmuştu. 1971 askeri müdahalesi, 1973 Dünya Petrol Krizi buna bağlı yaşanan ekonomik durgunluk, Kıbrıs Barış Harekatı ile birlikte uygulanan ambargolar,tırmanan iç terör ve anarşi olayları Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını ve toplumsal barış ortamını olumsuz etkiler.
Yaşanan bu dönemde bile kentin kıra göç daha iyi imkanlar sağlaması ayrıca Türk sinemasının kenti popülerleştirmesi kente olan göçü azaltmamıştır. Bu dönemde kentleşme oranı yüzde 45’e yükselmiştir. 1980’li yıllar Türkiye‘nin en hızlı kentleşme dönemi olmuştur. 1984 yılında itibaren güçlü sivil hükümetin işbaşına gelmesi uyguladığı dışa açık büyüme modeli ,dış kredilerin alınması ve düşen petrol fiyatları genel ekonomik ortamı iyileştirmiştir. Ulaşım , iletişim , kentsel hizmetler , konut ve enerji alanında yapılan önemli yatırımlar 1985 yılında ilk kez kentli nüfusun oranını yüzde ellinin üzerine çıkarmıştır.
1980-1990 yıllarda sahil kentlerin hızlı kentleşmeye başlamıştır. 1990’larda dünyada ve Türkiye’de yaşanan siyasi ve ekonomik krizler damgasını vurmuştur. 1999 yılında yaşanan Bolu Düzce depremi devleti aşırı borç yükü, bütçe açıkları, krizle birlikte devlet yatırımlarının çok düşmesi on yıllardır devam eden kontrolsüz, çarpık, sağlıksız kentleşme - gecekondulaşma kentlerde artan suç oranları derinleşen ve belirginleşen kentsel yoksulluk olgularında kentlerin çekiciliğine darbe vurmuştur.
2000’li yıllardan günümüze yaşanan kentleşmeler yeni boyutlar kazanmıştır. En önemli değişim 2002 yılında iktidara gelen Adalet Kalkınma Partisi TOKİ ile başlattığı kent dönüşüm hamleleri olmuştur. Gecekondulaşmanın yarattığı sağlıksız yerleşimlerin yerine kensel dönüşüm projeleri ile yenilenmesine hız verildi. Yabancı sermaye ve yeni oluşan güçlü yerli sermaye ile oluşan hızlı kentleşme eski binaların bir anda yenilenmesine neden oldu. İletişim ve ulaşıma yapılan alt yapı yatırımları olanakları geliştirmiş kentler daha çok çekim merkezi haline getirmeye başladı. Büyük kentler yeşil alanların yok edilerek oralara gökdelenlerin ve çok sayıda alışveriş merkezinin yapılması bu dönemde çok farklı bir kent yaşamını kültürünü oluşturmayı başardı.
Türkiye uzun ve yorucu bir süreçten sonra nüfusun belli çoğunluğu kentlileşmeyi gerçekleştirdiğini ilk kez gezi parkı olayları ile ortaya çıkarmıştır. Kentlileşmek ne demek peki?
Kentleşme sonucu geleneksel ekonomik, kültürel ve toplumsal yapıların önemi azalırken , hoşgörü , özgürlük, demokrasi, birey, bilimsel ve laik düşünce önem kazanması, kırdan kente göç edenlerin kentlileşmesidir. Yazımın başına dönecek olursam gezi parkı olaylarının sonucunu hiçbir siyasi liderin toplumun bu değişimini iyi okuyamaması sebep oldu. Hükümet olayları kendini devirmeye çalışan darbe yapmaya çalışan bir terör örgütü olarak niteledi. Aslında çok basit, artık Türkiye eski Türkiye değildi. Değişimin büyük oranda gerçekleştiren Adalet Kalkınma Partisi ilk kez yarattığı değişime yabancılaştı ve süreci toplumu anlayamadı.
Bu yabancılaşmayı Karl Marks’in ortaya attığı yabancılaşma kavramı ile degerlendireceğim.
Meta üretiminin gelişmesine ve asıl önemlisi ücretli emeğe, yani emeğin metalaşmasına dayanan kapitalizmde insanların kendi özlerini gerçekleştirme, onu “nesneleştirme” yönündeki etkinlikleri, emekçinin ürünüyle olan bağını yitirdiği, bir “yabancılaşma” sürecine dönüşmektedir (Marx 1975: 324). Marx, yabancılaşmayı dört “bakış açısından” görmektedir: Yabancılaşma, 1) insanın kendi üretttiği ürünle olan ilişkisinde; 2) insanın kendi üretken etkinliğiyle olan ilişkisinde; 3) insanın kendi “türsel varlığı” ile olan ilişkisinde; 4) insanın öteki insanlarla olan ilişkisinde ortaya çıkmaktadır (Hunt 1979: 304). Kısaca söylendikte, yabancılaşma süreci bir bütün olarak bireyin kendisini insan yapan özelliklerini yitirdiği bir “insanlıktan çıkma” sürecidir.’’ Bununla birlikte, bu sürecin Marx için üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetle birlikte başlayan bir süreç olduğu unutulmamalıdır. Özel mülkiyet, insanın özündeki bütünlüğü parçalayacak, onu tek yönlü bir duruma indirgeyecektir. Marx’ın dediği gibi, “özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı hale getirdi ki, bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak varolduğunda, ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısacası onu kullandığımızda onun bizim olduğunu düşünürüz (Marx 1973: 351-52). Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta, özel mülkiyetin kapitalizmle eşleştirilmemesi gerekse de, bir sosyal süreç olarak yabancılaşmanın “tepe noktasına” kapitalizmle birlikte ulaştığıdır. Bunun nedeni, bu sistemde, yalnızca insanın kendi yarattığı ürünlere değil, kendi toplam fiziksel ve zihinsel kapasiteleri, ya da eyleme gücü anlamında emeğine de yabancılaşmasının, bu gücün kendisinin bir “meta” haline gelmesiyle gerçekleştiğidir.
AKP iktidari kapitalizmin oluşturduğu yabancılaşma unsuruna bu süreçte çok açık bir şekilde takılıp kalmış bulunmakta. Uzun yıllardır sermayenin isteklerine göre hareket eden iktidar son olarak Türkiye’nin en önemli meydanlarından olan taksimi anlamını önemini düşünmeden sermayeye rant olarak sağlamaya çalışması tepkilerin ortaya çıkmasına ve oluşan tepkileri ise anlamlandıramamasına sebep oldu. Anlamlandıramama süreci ise Karl Marks’in özel mülkiyetin yarattığı insanin özündeki bütünlüğü parçalaması ve insani tek yönlü bir duruma getirmesi ile gerçekleşmiş bulunmakta. Hükümet oluşturacağı projeyi nesnelleştirerek insanların duygu, düşüncelerini ile olan bağı yitirmiş bulunmakta. Hükümet kendisini iktidar yapan insanlara karşı açtığı savaş ile polisin uyguladığı aşırı şiddet ile insanlıktan çıkma olarak nitelendirmek çok doğru olur. Yaşanan süreçleri medya aracılığı ile metalaştırmaya çalışan uzun süre baskı ile medyanın susmasını sağlayan hükümet olayları çarpıtarak metaya indirğemeci şekilde yansıtmaya devam etmekte. Peki bu nasıl gerçekleşmekte. Recep Tayyip Erdoğanin açıklamalarında gösterecilerin sadece 10 tane ağaç için eylem yaptığı vurgulanmaya çalışmakta. Ağaçların ve insanların neden orda olduğu tam anlamıyla vurgulanmamakta. Oluşan şiddet olaylarının çevreye zarar verdiğini bunun ne kadar maddi hasara sebep olduğu vurgulanmakta.Ama yapılan müdahalenin insanların psikolojik olarak nasıl etkilendiği üzerinde durulmamaktadır.
Aslında hatalar yapılsada Türkiye’de yeni bir demokrasi gelişmekte alternatif muhalefet şekilleri ortaya çıkmış bulunmakta. Yaşanan üzücü olaylar süreci gölgeleycek noktada oluşmadan olaylardan ders alarak ileriye bakmak gerektiğini düşünmekteyim. Oluşan tepkiler aslında yeni nesiller bireyler olarak ülkelerinin gelişiminden sadece sermaye sahiplerinin tek tip iktidarin söz sahibi olmasını değil daha paylaşımcı her vatandaşın düşüncesinin alınarak daha katılımcı bir yönetimin ortaya çıkması istenmekte. Katı devlet, bürokrasinin eskidiğinin yerine daha paylaşımcı bir yapının oluşturması gerekmektedir. Toplumsal yapıların artık dikey düzeyde değil yatay ilişkilerin daha hakim olduğu kutuplaşmaların olmadığı bir düzenin oluşması istenmekte. Halkın isteklerini anlayan yeni bir yapının oluşması kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Bu olaylardan sonra iktidara gelecek olan her parti yapacağı icraatlar konusunda 10 kez düşünecek ve tüm halkın taleplerine göre hareket etme durumunda kalacaktır. Gezi parki olayları ile Türkiye de yeni bir demokrasi oluşmakta ve bunun şu an temelleri atılmaktadır. Halkın gelişim sürecini iyi anlayamayan iktidarlar kendi yarattiği düzene yabancılaşması kaçınılmaz hale gelecektir.
***
Kaynakça.
Anadolu Üniversitesi Çevre Sosyolojisi
Karl Mark - Yabacılaşma
http://yunus.hacettepe.edu.tr/~ozel/Bilim_iktidar_Karaburun.pdf