Keşke Yaşasaydı… Ama unutulmadı ki… AHMET BECERİKLİ…
Keşke Yaşasaydı… Ama unutulmadı ki… AHMET BECERİKLİ…
Neriman Cahit
“Toplumsal onca sıkıntı içindeki insanımızı en azından, biraz olsun gülümsetecek bir şey de yaz ara sıra” dedi bir dostum… Şöyle bir düşünmeye dahi fırsat vermeden: “Mesela, Ahmet Becerikli’yi, onunla konuşmuşluğun da var…” diye de ekledi…
Ve haklıydı, gerçekten de karşılaştığımızda, onca sıkıntıma rağmen güldürürdü beni… Ama, bu gülüş anlamsız bir sırıtış da değildi…
AHMET BECERİKLİ…
23 Nisan 1920 yılında dünyaya gelmiş ve ‘Müzik Dünyasına’ çok küçük yaşlarda girmeyi başarmış… Daha ilkokul çağında iken sahneyle tanışmış…
Bir röportajında: “İçimden gelen sese kulak verdim ve yıllardır sahnedeyim.” derken… Bir başka gazete küpüründe ise: “Hiçbir kimsenin etkisi altında kalmadan bu mesleğe girdim ve en iyi şekilde, sanatı devam ettiriyorum.” diyordu…
***
Ülkemizde, genellikle ‘elli yaşın’ üzerindeki insanların çok iyi bildiği, “Ahmet Becerikli’nin” 1980’li yıllarda, ‘Kıbrıs’ın Sanat Güneşi’ olarak anılması rastlantı değildi… (79) yaşında ölen Becerikli’nin tüm hayatı – neredeyse – gülerek, oynayarak geçti…
Nerede, sazlı-sözlü bir eğlence görse, hemen oraya koşar, o eğlenceye katılır, eğlenir – eğlendirirdi…
Bu tarz – Onun – yaşam felsefesi oldu ve hayatı boyunca, bu şekilde yaşadı…
YILLARCA…
Eş-dost eğlenceleri, düğün – dernek, meyhane – gazino, gece kulübü, balo demeden ve hiçbir ayrım yapmadan, çağrıldığı tüm programlara gitti ve davetlileri en iyi şekilde eğlendirdi…
Kimi, eski tarihli magazin haberlerine göre, ilk, sahneyi Becerikli’nin açtığı yönünde haberler bulunmaktadır… O, yaşamı boyunca hep, varmak istediği noktaya ulaştığını ve kendi sanatını, insanları eğlendirmek için kullanmaktan ‘mutlu olduğunu’, sahne aldığı, birçok programlarda dile getirdi…
***
Ahmet Becerikli, sahneye ilk olarak (1966) yılında çıktı, ‘Yazlık Belediye Park Gazinosu’nda…
O günleri yaşayanların anlattığına göre, bu konserde, o yıllara kadar görülmemiş bir kalabalık toplanmış ve müthiş bir tezahürat yapılmıştı…
Bu konser AHMET BECERİKLİ’nin bir daha inmemek üzere sahnedeki pozisyonunu güçlendirmesine… Her yerde aranan birisi olma noktasına kadar götürdü…
Ve, sahne yaşamı, sadece Kıbrıs’ta değil, Türkiye ve Londra’nın seçkin gazino ve restoranlarına kadar da uzandı…
***
O, hiç unutulmadı, unutulmayacak da sanırım…
Eserleri hala halkın dilinde ve düğünlerde söyleniyor…
O dönemde, liderler için de besteler yapmış, söylemiş… Ve, halen de söyleniyor…
“Denktaş, Makarios ve Ecevit için” bestelediği eserleri yanında… “Federasyon, Mehmetçik, Kalimera” gibi şarkıları da unutulmadı…
Ör: Bir “Mavusa Dedikleri” şarkısı, Mağusalıları kızdırmasına karşın, hala dillerden düşmüyor…
“Mavusa dedikleri / gargadır yedikleri / çok hoşuma gidiyor / gargacı dedikleri…
Ağrıdı dişim nananay / sızladı dişim nananay / çok içmişim nananay…”
Ve sürer gider…
***
Bir de o zamanın lider üçlüsü:
“Rauf Denktaş, Dr. Küçük, Osman Örek”
‘Anlaşmışlar gardaş gardaş’ adlı şarkısı vardı ki, onların önünde okuduğu zamanda dahi… Onlar + halk onu ayakta alkışlardı uzun uzun…
***
Onu rahmetle anıyoruz… Şimdilerde sağ olsaydı, kimbilir ne besteler yaratacaktı…
------------------------------------------------------------
DEMOKRASİ DİYE DİYE…
• Bazan, hafta sonlarını, kendimle kalmanın yalnızlıklarını çok seviyorum… Aslında, yalnız da değilim… Anılarım hep yanımda…
Ve, bana yoldaşlık ediyorlar…
Evet, (2014) de kayıp gitti hayatımızdan…
Ve, bir kayıp yıl daha işlendi, bu güzelim, bu kahreden ülkenin hanesine…
Dünya’da… Türkiye’de ve Kıbrıs’ta geçen 365 günü karşılaştırdım – sözlü ve yazılı basından – yıl boyunca tuttuğum notlara bakarak…
İçim acıdı…
İçimi acıtan, yüzümü kızartan, boğazımda alev alev yanan bir yumrunun takılmasına neden olan örnekler saymakla bitecek gibi değil…
Hep aynı soru dönüp duruyor kafamda:
Biz… Bunlara… layık mıyız?..
YANIT
Yanıt, maalesef, o ünlü cümlede yadsınamayacak bir doğrulukla haykırıyor yüzümüze: “Her Ulus Layık Olduğu Biçimde Yönetilir!..”
Açın bakın, o gıptayla izlediğimiz, “Ah, niçin onlar gibi olamıyoruz” diye hayıflandığımız ‘Çağdaş Ülkelerin’ tarihlerine. O kadar uzağa da gitmeyin… Yalnızca 70, hade 100 yıl geriye gidin… O ülkelerin, hangi acılardan, hangi felaket ve mücadelelerden geçtiklerini göreceksiniz… Diktatörlükleri, iç savaşları, işkenceleri, sürgünleri, cinayetleri, toplu kıyımları, inanılmaz bir dehşetle izleyeceksiniz…
Almanya, Fransa, İngiltere, İspanya, Belçika, Avusturya, Hollanda, Amerika… Japonya…
Sayın sayabildiğiniz kadar… Tek tek açıp bakın, tümünün tarihinde, ‘utanç dolu’ sayfaları göreceksiniz…
***
… Peki, Nasıl Başladılar?..
Bütün bu öykünülen ülkeler, hangi sihirli değnek dokundu da… Bir insan ömrü bile sayılmayacak denli kısa sürede, insanın, insan onuruna layık bir şekilde yaşadığı bir dönüşümü başarabildiler?..
Aslında, yanıt tek sözcüktür…
- CESARET…
***
Biz, hiçbir zaman cesur olamadık…
Cesaret, yalnızca savaş meydanlarında gösterilen kahramanlıklar değildir… Dünyanın, ilk “Ulusal Kurtuluş Savaşını Veren”…
O savaşı devrimlerle taçlandıran…
Halkına, insan onuruna layık şekilde yaşamanın önünü açan, o güzel insanlar… O güzel atlarına bindiler ve gittiler…
SONRA… YA BİZLER…
Bizler için, pek çok şey gibi, bu da acıklı…
Korkaklığımız ve unutkanlığımızın cenderesinde kendimizi aldatıp ve yıpratıp durduk…
‘Demokrasi’ diye diye… Düşüncelerimizi ve benliğimizi tutsak ettiler…
Aydınlarımızın, bu yola baş koyanlarımızın bir bölümünü ezdiler… Bir bölümünü ise ‘satın’ aldılar…
- Sesimizi çıkarmadık…
Korktu çoğumuz… Ve, unutmayı yeğledi…
***
Sizler bu yazıyı, (2015)in, ilk günlerinde okuyacaksınız…
Biliyorum: Her yeni başlangıç… Yeni bir umudun da başlangıcıdır… Ne olursa olsun ‘UMUDUMUZU…’ korumak zorundayız…
Ama…
Bir şartla: Korkak unutkanlığımızı yenerek…
Cesur olmak şartıyla…
***
O zaman, umut etmeye de
Elde etmeye de…
Hakkımız olacaktır…