Kıbrıs 2019: Düşünceler
" Çözüm süreci boyunca erişilmeye çalışılan ‘cennet’ olarak tabir edilebilecek çözümü sahiden istemek ne kadar yeterli? Diğer bir deyişle, bir şeyi istemek tek başına yeterli olabilir mi?"
Hakan Karahasan
[email protected]
I
2019 yılı itibarıyla Kıbrıs tuhaflıklarla dolu bir ada olarak dünyada var olmaya devam ediyor. Dünya tarihinin belki de en uzun ateşkesine sahip olan adada, bugünkü yaşam biçimlerine bakılacak olunduğu takdirde, sanki ateşkes hali değil de, “normal” bir durum varmış gibi görünüyor demek çok da abartı sayılmaz. 2003 yılının 23 Nisan’ından bu yana önce “kısmi,” sonrasında ise daha “gevşetilmiş” bir şekilde adanın kuzey ve güneyine yönelik geçişler artık son derece normalleşmiş bir durumda. Kıbrıs’ın kuzeyinde çok kullanılan bir ifadeyle “kapılar” açılalı 16 yıl oldu. Artık güzel bir günde ailenizin bir tarafı Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği taşıyorsa, kimlik kartı göstermek ve aracınıza sigorta çıkartmak koşuluyla Leymosun’a marinaya gidip bir kahve içmek pekâlâ mümkün. Kış aylarının soğuk günlerinde Trodos Dağı eteklerine çıkıp kartopu oynamak, bu eğlenceli anları twitter, Facebook ve bilumum sosyal medya platformlarında paylaşmak gündelik hayatlarımızın bir parçası. Lakin tüm bunlar, adına “Kıbrıs Sorunu” denilen problemin çözüldüğü anlamına gelmiyor. Ateşkes durumunda olan bir ülkede yaşamıyoruz sanki. Daha çok, tanınma-tanınmama üzerinden şekillenen, çok tuhaf bir durum vuku bulmaya devam ediyor. Kıbrıs Cumhuriyeti kimliği alabilenler, birey olarak dünyada istedikleri ülkeye rahatça giriş-çıkış yapabiliyor artık. 2003 öncesi Türkiye Cumhuriyeti pasaportu (geçici seyahat belgesi) olmadan dünyayı gezebilen bir nesil var artık. Avrupa Birliği ülkelerine giderken vize almak nedir hiç bilmeyen, hafta sonları The Mall of Cyprus’a giden, IKEA’dan alışveriş yapan insanlar, birbirleriyle yaşamaya, bir şekilde, alışmış gibi. Artık adanın birçok yerinde Yunanca ve Türkçe konuşulduğunda, insanların çoğu ne şaşkınlıkla dinliyor, ne de “sevgi gösterisi” veya nefret kusmaya çalışıyor –bazı uç gruplar hariç. Tüm bunlar, birlikte var olmaya alıştığımız manasına mı geliyor? (1974 sonrası doğan birisi olarak, 1974 öncesi gerginliği yaşamamışlığın getirdiği farklı bir algı söz konusu). Aynı kafede oturup yan yana sohbet etmek ve günün sonunda “kendi bölgelerimize” dönüyor olmamız, birbirimize (toplum olarak) saygı gösterdiğimiz anlamına mı geliyor? Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, sosyal antropolog Yannis Papadakis’in Pile ile ilgili yapmış olduğu belgeselin ve köy üzerine yazmış olduğu yazının başlığında ifade ettiği gibi, “Living together separately” durumu mu söz konusu?
II
Bu tuhaf normallik, kendisini en çok Lefkoşa’da görünür kılıyor. “Tuhaf normallik” sözü, İngilizcedeki “oxymoron” denilen şeye ne de güzel uyuyor! “Tuhaf” çünkü ateşkes halinde yaşıyorsunuz hissi yok her iki tarafta –askeri bölgelerin varlığı elbette burada önemli bir unsur lakin gündelik yaşam içerisinde çok az kişi (örneğin şehirlerde) bunun doğrudan farkında. “Normal” çünkü şehrin bölünmüşlüğü, bir şekilde kuzey ve güneyinde süren yaşamlar, aynı şehirde olduğunuz halde farklı bir şehirde yaşıyorsunuz izlenimi uyandırıyor. Tıpkı Bosna-Hersek’in Mostar şehri gibi: Boşnaklar ve Hırvatlar, aynı şehirde, farklı hayatlar sürüyor. Yalnız Lefkoşa’daki en belirgin fark, insanların aynı mekânları kullanabilme durumu. Her ne kadar sayısal olarak Lefkoşa’nın güneyinde daha çok kişi (Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar) birbirlerini görüp, duyuyorlarsa da, Lefkoşa’nın kuzeyinde durum biraz daha farklı. Şehir bölünmüş, mekânlar ‘farklı insanlarca, farklı sebeplerle’ kullanılıyor. Ana dili Yunanca olan Kıbrıslıların birçoğu için, sınır kapısı (barikatlar) hâlâ gerçek bir sınır. Türkçe konuşan Kıbrıslıların bulunduğu “κατεχόμενη αέρας [işgal altındaki bölgeler],” adı üstünde, “işgal altında” ve “işgal altında” olan bölgelere kimlik kartı ile geçmek düşünsel olarak son derece rahatsız edici bir durum. Bazıları için çözüm hazır: Geçmemek!
III
2019 yılında, tüm bu “gelişmeler”den nasibini almış bir Lefkoşa var. Aynı şehir olup, gerek idari, gerekse de psikolojik olarak var olan ayrılık hâlâ devam ediyor. Sınır kapıları fiziksel olarak bu durumu bir taraftan “hafifletirken,” diğer yandan ise daha da kalıcılaşmasını sağlamaya (özellikle psikolojik olarak) devam ediyor. “Hafifletiyor” çünkü 2003 yılı öncesindeki gibi sadece bakakaldığımız “öteki Lefkoşa” birçoğumuz için artık yok. Kolayca erişilebilinecek bir yer Lefkoşa’nın güneyi. Tek yapılması gereken, kimlik kartı ile geçiş yapmak, hepsi bu! Fakat bu eylemin bizzat kendisi, aynı zamanda sınır ve ayrışma olgusunun kalıcılaşmasını da sağlıyor. Şöyle ki: Her gün ya da her sefer göstermek zorunda olduğumuz kimlik kartları var olan bölünmeyi bilinçaltımızda daha da özümsememize yol açıyor. Uzun vadede, gelecekte olması tasarlanan çözümün zaten var olduğunu sindirmemiz için önemli bir gösterge haline dönüşüyor böylece sınır kapıları.
Günümüzde Lefkoşa hâlâ bölünmüş bir şehir ve siyasî bir çözüm olmadıkça, ki yakın zamanda çok da olası görünmüyor, bu durum devam edecek. Hatta, şunu söyleyebilirim ki, siyasî bir çözüm olması durumunda dahi, çözümün nasıl olacağı ile bağlantılı olarak, fiziksel bölünmüşlük yerini psikolojik bölünmüşlüğe bırakabilir, tıpkı Bosna-Hersek’in Mostar şehrinde “yalnız ve birlikte” bir yaşam süren Boşnaklar ve Hırvatlar gibi. Bilindiği üzere, aynı şehirde yaşayan Boşnaklar ve Hırvatlar, resmî bir sınır olmadığı halde ayrı yaşamaya devam ediyorlar. Lefkoşa’nın geleceği ve vatandaşların günümüzde şehir içinde yaşayış tarzları düşünülünce, geleceğin aynen Mostar’daki gibi olması ihtimali son derece yüksek. Belki de, var olacak olan bir çözüm şehri yeniden birleştirecek ve şehrin belli bölgelerinde belli insanlar çoğunlukta olacak olsalar da, zaman içerisinde tek bir Lefkoşa’ya yeniden kavuşacağız. Cevabı elbette zaman gösterecek.
Günümüzde gerçekleştirilen etkinlikler vs.’ye bakacak olursak, pek az etkinliğin Lefkoşa’yı bir bütün olarak ele aldığını görebiliyoruz. Çoğu etkinlik vs. ya ayrı ayrı veya etkinliğin olduğu bölgelerde nüfus olarak çoğunlukta olanların tek başlarına katılmakta oldukları etkinlikler olarak gerçekleştirilmeye devam ediyor. Bu ve buna benzer örnekler, Lefkoşa şehrinin bölünmüşlüğünün salt fiziksel değil, aynı zamanda psikolojik de olduğunu ve, üzücü ama, hâlâ birleşmekten ne kadar uzak olduğunu bizlere göstermeye devam ediyor.
IV
Bu noktada belirtilmesi gereken noktalardan bir tanesi, çözüm sürecinin düşünsel temelleriyle bağlantılı: Sahicilik ve samimiyet ve ötekine karşı duyulan ahlaki sorumluluk. Sondan başlamak gerekirse, Litvanya doğumlu Fransız filozof Emmanuel Levinas’ın yaşamı boyunca ifade etmeye çalıştığı felsefeye bakıldığında, bireyin öteki’ne karşı ahlaki bir sorumluluk duyması gerektiğini vurguladığı görülebilecektir. Hatta bireyin kendi varoluşunu öteki ile olan ilişki üzerinden belirlenebileceği, bunun da ötekine karşı sahip olunması gereken ahlaki sorumluluk ile birebir ilintili olduğu vurgulanmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, adına Kıbrıs Sorunu denilen bu sorunun başından bu yana tarafların soruna sadece kendi açılarından yaklaştığı ve ötekini kendileri gibi bir varlık olarak düşünmemelerinden ötürü mevcut durumun kalıcılaştığı iddia edilebilir. Başka bir deyişle, ötekine karşı duyulacak ahlaki bir sorumluluk, ister istemez onun da kendimiz gibi duygu, düşünceleri olabileceğini ve böylece yapılacak olan eylemlerde onların da hakları olduğunu idrak etmemize yol açacağından, her eylemin değişik boyutları olabileceğini bizlere hatırlatabilecektir. Kıbrıs Sorunu denilen karmaşık problemi çözmek isteyen her bireyin, tam da bu noktada kendi varoluşuna yönelik bir şiddet olarak algıladığı çatışan milliyetçiliklerin, tıpkı madalyonun diğer yüzünde olduğu gibi iki tarafı olduğunu, bir yandan kendisi için bir güç, birliktelik ve umut vadederken, diğer yandan bunun ötekinin varlığına bir kasıt, onu asimile etme ve/ya susturma çabası olduğunu anlaması gerekiyor. Böylece, kendisini “özgürleştiren”in aynı zamanda bir hapishane olduğunu, uzun vadede kendi varoluşunu da tehlikeye soktuğunu akılda tutmak, ötekine karşı neden ahlaki sorumluluk duyulması gerektiği sorusunu da böylece birey bazında yanıtlayacaktır.
Sahicilik ve samimiyete gelince: Çözüm süreci boyunca erişilmeye çalışılan ‘cennet’ olarak tabir edilebilecek çözümü sahiden istemek ne kadar yeterli? Diğer bir deyişle, bir şeyi istemek tek başına yeterli olabilir mi? Samimi bir şekilde bir şeyin olması için çaba sarf etmek, gerektiği zaman(lar)da risk alıp, bunları toplumuna, yaşadığı insanlara anlatmaya çalışan insanlar genel nüfusa bakıldığında çoğunluk mu? Bu soruya verilecek cevap çok önemli çünkü samimi bir şekilde varılması istenen hedefe ulaşmak için gerekli hamleleri yapan(lar), acaba bunu ne oranda yaptılar, yapmaya çalıştılar? Kıbrıs Sorunu denilen çözümsüzlük yumağını bir yandan ötekinin varlığını kabul etmeme sorunu olarak okumak mümkün olabileceği gibi, aynı zamanda, “anlaşma” istediğini iddia eden kesimlerin bunu sahici ve samimi bir şekilde savunmamaları tarihi olarak da incelemek pekâlâ mümkündür.