“Kıbrıs devletinin tarihçesi, komik bir trajedidir...”
George Kumullis
(Çok değerli arkadaşımız, araştırmacı yazar George Kumullis, 3 Şubat 2024 tarihinde POLİTİS gazetesinde Rumca olarak yayımlanmış olan makalesini ricamız üzerine İngilizce’ye çevirdi. Biz de okurlarımız için İngilizce’den Türkçe’ye çevirdik. Kumullis’e çok teşekkür ediyoruz. S.U.)
Kıbrıs’ın siyasi liderlerinin traji-komik davranışlarının ilki, Makarios’a atfedilmektedir – kendisi Zürih-Londra Anlaşmaları’nı imzalayıp da Kıbrıs’a geri döndüğünde “kazanmak” ile “kaybetmek” fiillerini karıştırmıştır.
GÜÇ ZEHİRLENMESİ...
Bir liderin gerçekçilik duygusunu kör eden ve muhakemesini gölgeleyen genellikle güç zehirlenmesidir, bu da büyük olasılık böyle bir örnektir. Kilise’nin organize edip finanse ettiği silahlı EOKA mücadelesinin tek amacı ENOSİS, yalnızca ENOSİS idi. Ancak 1959 Anlaşmaları ENOSİS’i gömmekle kalmamış, aynı zamanda üç garantör güce, askeri birlikleriyle Kıbrıs’ta varolmalarını da sağlamıştı. Türkiye, adayı Britanya’ya kiraladığı zaman Kıbrıs’tan 1878’de ayrılan Türk ordusu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin resmi kuruluşundan hemen sonra, 1960’ta adaya geri dönecekti. Bunun da ötesinde Türkiye – tıpkı diğer iki garantör olan Yunanistan ve Büyük Britanya gibi – Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının çiğnendiği yargısına varacak olursa, tek taraflı olarak müdahale etme hakkı da elde etmişti.
Kısacası bir İngiliz sömürgesi olmaktan çıkan Kıbrıs, İngiltere, Yunanistan ve Türkiye’nin bir protektorası olmuştu ve bunun ENOSİS ile de bir alakası yoktu. Ancak Makarios “Kazandık” diye bağırıyordu kitlelere, o kitleler de EOKA’nın “zaferini” kutlamaktaydı...
KENDİNİ DEVİRMEK ÜZERE PLAN YAPAN TEK LİDER...
Anlaşmalar’ın imzalanmasından hemen sonra Makarios ile diğer “savaşçılar”, kulağa tuhaf gelecek ama bağımsızlığı dinamitlemek için planlar yapmaya başlamışlardı. Bu eylemlerde komik olan şey şudur: Makarios bir devlet başkanı olarak kendi kendini devirmek üzere gizlice plan yapan dünya tarihindeki tek liderdi! Elbette bu niyetler Kıbrıslıtürkler tarafından farkedilmişti ve böylece silahlanmanın fasit dairesi başlamış oldu. Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar arasında silahlı cepheleşme, Aralık 1963’te kaçınılmaz biçimde toplumlararası çatışmalara yol açacaktı...
Makarios’un dış politikası, yabancı diplomatlar tarafından istihzayla karşılanmaktaydı.
GÜVENİLMEZ BİR LİDER...
Ocak 1968’de bir vaazında Makarios, ENOSİS’in özlenen bir sonuç olduğunu ancak gerçekleştirilmesinin mümkün olmadığını izah edecekti. Ne kadar da haklıydı! Ancak yine de 1971 yılının Mart ayında İlahi Ayin’e katılmak üzere Yalusa’ya gidecek ve başka şeylerin yanısıra şöyle demişti: “Ben Kıbrıs’ı Yunan olarak devraldım ve tümüyle Yunan olarak onu anasının kollarına vereceğim...”
Bu tür davranış değişiklikleri Makarios’u Kıbrıslıtürkler nezdinde güvenilmez kılıyordu ve Kıbrıs sorununa yönelik çözüm perspektiflerini de yokediyordu. Ne yapacağı belli olmayandan sözederken, 1967’de Parlamento’nun bir bütün olarak ENOSİS için bir kararı kabul ettiğinden söz etmemek, affedilmez bir eksiklik olurdu. Yalnızca aşırı sağın aptalları, ENOSİS’in mümkün olduğunu düşünmekteydi...
“KURTULUŞ MÜCADELESİ” DEĞİL, “ENOSİS MÜCADELESİ”YDİ...
1950’li yılların “kurtuluş mücadelesi”ne atıfta bulunmak, bir diğer komedi unsurudur. Mücadele, “anavatan Yunanistan”la ENOSİS mücadelesi idi. Geçmiş makalelerimde de söz etmiş olduğum gibi, 1950’li yıllarda Kıbrıslılar, Yunanistan’ın başkentindeki yurttaşlardan çok daha fazla özgürlüğe sahipti. O Yunanistan, Makronisso’nun (Yunanistan’da 1920 ile 1970’li yıllar arasında siyasi tutukluların tutulduğu Makronisso adasındaki hapishane – S.U.) ve faşist ideolojilerin Yunanistan’ı idi. Eğer rejim değişse ve Kıbrıs bir İngiliz sömürgesinden Yunanistan’ın bir iline dönüşmüş olsaydı, o zaman tüm AKEL yürütme kadroları ve diğer önde gelen solcular (binlerce belki de) tutuklanıp Yunanistan’ın toplama kampı olan Makronisso’ya gönderileceklerdi. Kurtuluş, zalim bir rejime geçiş anlamına gelmez. Ancak bir diğer paradoks daha vardır: 1950’lerin özgürlüğe olan “susamışlığı”, ENOSİS için referanduma ve silahlı mücadeleye yol açmıştı. Ancak 1960’lı yıllarda yeni bir susamışlık ortaya çıkmıştı, bu kez de cuntanın diktatörlüğüne susamışlıktı. Ne tuhaftır ki 1950’lerin “kurtuluş” mücadelesini destekleyen çevreler, cunta diktatörlüğünün en fanatik destekçileri olup çıkacaklardı!
MAZOŞİZM MİYDİ BU?
2004 yılında Maraşılar ve Omorfolular, ezici bir çoğunlukla Annan Planı’nı reddettiler – öteki yerlerin yanısıra planda Omorfo ve Maraş’ın geri verilmesi öngörülmekteydi. Ancak o günden bu yana da geri dönüş için yürüyüşler organize ediyorlar! Bunu nasıl tarif edersiniz? Komedi mi? Absürtlük mü? Mazoşizm mi? Ancak 2004 referandumu bir diğer bulmaca daha yaratıyor: Nasıl oluyordu da aşırı sağcıları ve milliyetçileri içeren DİSİ Kıbrıs’ın yeniden birleştirilmesini desteklerken, Kıbrıslıtürkler’le işbirliği geleneği olan AKEL tarafından reddediliyordu? Ve Dimitris Hristofias’ın “Evet’i pekiştirmek maksadıyla hayır diyoruz” sözcüklerini nasıl yorumlamalı? Elbette herkes neyin pekişmiş olduğu hakkında kendi çıkarımını yapabilir burada...
“YUNANLILARI KATLEDEN BİZANS’IN BAYRAĞI KİLİSELERDE DALGALANIYOR...”
Kıbrıs’ın yakın geçmişine kısa bir bakış bile, çoğu kilisede Yunan bayrağının Bizans bayrağının yanında dalgalandığını gizleyemez ki bu da üzücü bir çelişkidir. Yunan uygarlığının cenazesini kaldıran ve Yunan nüfusu katleden Bizans, geride kalan birkaç cahil, sefil ve aç Yunan’ı da devletin zulmüne maruz bırakmıştı. Demokrasi sakatlanmıştı, “Elen” ve “Yunanistan” sözcükleri yasaklanmıştı ve yüzyıllar boyunca Yunanlılar’ın sözlüğünde olmayacaktı bu sözcükler. “Bizans ve Elenizmin Kovuşturulması” başlıklı kitabında Bizans uzmanı D. Krevvatas, iki odaklı iktidarın (Devlet-Kilise) insafsız düşmanı olan şey, “antik Yunan dünyasıydı, demokratik kurumlarının mirasıyla... Bu dünyaya ait herşey yok olacaktı: Felsefesi, yazarlarının yazdığı metinler, tapınakları, anıtları... “Yunan” (“Elen”) sözcüğü etnik ve pagan anlamına geliyordu. Hem imparatorlar, hem de papazlar-azizler tarafından acımasız biçimde baskı altına alınacaktı antik Yunan dünyası...”
Gerçekten de, bir Yahudi eğer bir sinagogta İsrail bayrağının yanında bir gamalı haç dalgalansa neler hissederdi?
George Kumullis
(George Kumullis’in 3 Şubat 2024’te POLİTİS gazetesinde Rumca olarak yayımlanmış makalesinin İngilizcesi’ni Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR...
“Saraybosna'da Markale pazarı katliamının 30'uncu yılında izler hala taze...”
Slobodan Maričić
BBC Sırpça servisinin 30'uncu yılında Saraybosna'daki Markale pazar yeri saldırısının görgü tanıklarıyla yaptığı görüşmeler, saldırıdan hayatta kalanların olanları tüm dehşetiyle hatırladığını gösteriyor.
66 yaşında Saraybosnalı Advija Mujaric bu birkaç kelimeyi söylerken sesindeki yoğun acı ve dehşet hissediliyor.
30 yıl önce, 5 Şubat 1994'te, eski Yugoslavya topraklarındaki en ağır savaş suçlarından birinin yaşandığı Markale pazar yerindeki saldırıda ağır yaralanmıştı. Saraybosna pazar yerine o gün alışveriş yapmak için giden 68 kişi saldırıda öldürüldü ve 142 kişi yaralandı.
Aynı pazar yerine 28 Ağustos 1995'te yapılan ikinci bir saldırıda da 37 kişi öldü ve 90 kişi yaralandı.
Saldırıların doğrudan faili bulunamadı ancak Markale farklı mahkeme kararlarına konu oldu.
Saraybosna'da yıllar süren ve 10 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği kuşatmayı yöneten Sırp ordusunun Saraybosna-Romanya Kolordu Komutanı Stanislav Galić, 2006 yılında Markale'nin bombalanması dahil farklı suçlardan ömür boyu hapis cezasına çarptırıldı.
Çatışma nasıl başladı?
1980'lerin sonundaki siyasi kriz, eski Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyeti'nde (SFRJ) hızla çatışmaları tetikledi.
Önce Slovenya, sonra çatışmaların başladığı Hırvatistan bağımsızlığını ilan etti ve ardından Bosna-Hersek'e sıçradı; burada en güçlü ivmeyi kazandı.
Saraybosna kuşatması çok geçmeden başladı.
Bundan sonraki üç buçuk yıl boyunca 250 binden fazla insan, Sırp ordusunun bombardımanı ve keskin nişancı saldırılarının altında yaşayacaktı.
Hayat, elektrik ve ısınma olmadan, yiyecek ve su sıkıntısı içinde devam etti.
71 yaşındaki Amra Kihic, BBC'ye, "Büyük açlık vardı. Salam, tereyağı, kremanın neye benzediğini yıllar içinde unuttum" diyor.
Ve bu ortamda Markale pazarının önemini şöyle anlatıyor:
"Burası yaşamın kaynağıydı, para bile yoktu, herhangi bir şey için sadece takas vardı.
"Kıyafetler, ayakkabılar, insani yardımdan gelen gıda, vakumlu peynir, konserve gıdalar, çorba, un, şeker, tuz ve diğer şeyler."
Ödeme aracı sigaraydı ve fiyatlar genellikle inanılmaz derecede yüksekti.
Pazarda ayrıca kentte ve cephede yaşanan olaylarla ilgili bilgi alışverişinde bulunulurdu.
Kihiç, "Buraya, binaların arasına bir bombanın düşeceğini asla düşünemezdik" diyor.
30 yıldan sonra görgü tanıklarının hafızalarında olay canlılığını koruyor.
O dönem Saraybosna Emniyetinde polis memuru ve müfettiş olan Dragan Mioković, patlama anından 45 dakika sonra olay yerine gittiğini anlatıyor:
"Ne bir ceset ne de yaralı bulabildim, kelimenin tam anlamıyla bir mezbahayı andırıyordu.
"Her yer kan içindeydi, bağrışmalar duyuluyordu, insanlar sevdiklerini arıyordu, gerçekten korkutucuydu".
Katliamın ardından Sırp Ordusu ve Bosna Hersek Ordusu, saldırının sorumluluğuyla ilgili birbirlerini hızla suçlamaya başladı.
Birleşmiş Milletler'in eski Yugoslavya Özel Delegesi Japon diplomat Yasushi Akashi, beş balistik uzmanın yer aldığı bir komisyon kurdu.
2013 yılında Bosna Hersek'te yayın yapan Nezavisne'ye verdiği demeçte, "Uzmanların bombanın nereden düştüğünü değerlendirmesi zordu.
"Tamamen kabul ettiğim sonuç, saldırının her iki taraftan da gelebileceği yönündeydi" dedi.
Akashi daha sonra, Lahey'deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesinde Bosnalı Sırpların eski lideri Radovan Karadiç'in ömür boyu hapse mahkum edilmesinin istendiği duruşmada savunma tanığı olacaktı.
Markale'den sonraki günlerde, "bir ya da iki günlüğüne sessizlik oldu" diyor Mikoviç.
Ancak sonraki günlerde yaşam mücadelesi devam ettiğini anlatıyor.
Markale'de bugün de pazar kuruluyor. Her tür ürün var. Taze sıkılmış nar oldukça popüler.
Ancak satıcılar pazarın kışları iyi çalışmadığından şikayet ediyor.
Büyük sorunun süpermarketler olduğunu ve bu yüzden meyvelerini aldıkları fiyata sattıklarını söylüyorlar.
Ancak bunun her yerde, hem Sırbistan hem Hırvatistan'da da aynı olduğunu ekliyorlar.
(BBC - Slobodan Maričić – 10.2.2024)