“Kıbrıs için bir Hakikat Komisyonu kurulmalıdır…”
Kıbrıs Cumhuriyeti Dışişleri eski Bakanı Erato Kazaku Markulli’nin Kıbrıs için bir Hakikat Komisyonu kurulması çağrısı, hala geçerliliğini koruyor. Bundan dört yıl önce bu çağrıyı yapan ve EOKA-B’cilerin Muratağa-Atlılar-Sandallar ve Dohni katliamlarını kınayarak Kıbrıslıtükler’den özür dileyen Erato Kazaku Markulli, aşırı sağcıların ölüm tehditleri ve saldırılarıyla karşı karşıya kalmıştı.
Erato Kazaku Markulli, kendi sosyal medya sayfasında Muratağa-Atlılar-Sandallar katliamı ardından Muratağa’da toplu mezar açılırken çekilmiş fotoğrafları yayımlayarak şöyle demişti:
“14 Ağustos 1974’te EOKA-B aşırı unsurları tarafından Muratağa-Atlılar-Sandallar köylerinden 126 kadın ve çocuğa karşı ve Dohni köyünden 85 sivil erkeğe karşı (aralarında 12 yaşında bir de çocuk vardı) işlenen korkunç suçlar nedeniyle kamuoyu önünde samimi biçimde Kıbrıslıtürk yurttaşlarımızdan özür dileme ihtiyacı hissediyorum.
Ne yazık ki resmi Kıbrıs Cumhuriyeti devleti aradan geçen 42 yıl süre boyunca, bu cinayetlerin ardındaki gerçeği ortaya çıkarmak için herhangi bir soruşturma yapmadı ve bu suçları işleyenlerden hiçbiri de adalete teslim edilmedi.
Yakın geçmişte yaşanan Kıbrıs trajedisinin arkasında yatan gerçeği etkili biçimde ortaya çıkarmak için bir Hakikat Komisyonu kurmanın artık zamanı gelmiştir çünkü gerçek ortaya çıkarılmadan, yeniden uzlaşma olmayacaktır, yeniden uzlaşma olmazsa da barışçıl birlikte bir yaşam mümkün değildir.
Gerek Türkiye’nin işgal ordusu, gerekse Kıbrıslıtürk aşırı unsurları tarafından ağırlıkla sivil olan masum Kıbrıslırumlar’a karşı işlenmiş korkunç suçları son 42 yıldır uluslararası alanda güçlü biçimde kınarken, kendi aşırı unsurlarımızın ve faşistlerimizin masum ve sivil Kıbrıslıtürkler’e karşı işlemiş oldukları suçları görmezden gelemeyiz.
Burada yayımladığım resimler Atlılar, Muratağa ve Sandallar köylerinde vahşice öldürülmüş Kıbrıslıtürkler’le ilgilidir ve Birleşmiş Milletler arşivlerinden alınmışlardır.”
BAF’TAN KALEBURNU’NA…
Bir aile hayatı trajedi ve acıyla sona ererken, hoşçakalın yeğenlerim…
Ulus IRKAD
Öncelikle söyleyeyim, çoğunuz beni Baflı biliyorsunuz ama benim dedelerimden ve de babamın annesinden dolayı bir uzantım da Kaleburnulu. Ben her ikisini de reddetmiyorum. Ben hem Baflı, hem de Kaleburnulu'yum aslında.... Anne ve babamın babaları kardeşti ve Kaleburnuluydular.
1910 yılında doğan dedem Hamza Erdoğan doğduğu zaman daha henüz belki de 12 yaşlarında olan Meyremutsa Teyzemin kucağına doğmuştu. Dedem bana 1974 öncesi Baf'ta bu olayı devamlı anlattı çünkü hem o hem de diğer dedem daha çok küçükken anneleri de vefat etmişti. Onlara bir müddet köydeki halaları, ablaları teyzeleri bakmıştı. Dedem Meyremutsa'yı devamlı anlatmıştı bana... Halası Nazife'yi, onun kızı Resmiye'yi ve daha nicelerini. Yeğeni Furiya'yı mesela... O zamanlar fakirlik, kızkardeşleri Araplara satılırken biri de veremden ölürken Hamza Erdoğan dedem Larnaka'daki Kenanlara yetim verilmiş. Babaları Derviş Osman Nuri Hüseyin Guselli Beppei Hoca dedem de fakir. Mustafa dedem ise Irgatlıkla geçindi Lefkoşa'ya Kaleburnu'ndan giderek. Hamza dedem Devlet Planlama Örgütü'nde Ebistat olarak 1920'lerin sonlarında gelip Baflı ninemle evlenmiş ve o olmuştu. Sonraları babam da amcasının kızıyla evlenmişti. O da Baf'a yerleşti 1950'lerin başında. Dedem yollarını yaptı Baf'ın, babam da öğrencilerini eğitti, şiirlerini yazdı ve bestelerini yaptı. Kaleburnu hep akıllarında da kaldı. O olacak dedem köyüyle temasını hiç kesmedi. Ne Meyremutsa teyzem onu, ne de dedem onu unuttu. Dedem 1930'lu yıllarda tatillerinden itibaren hep Kaleburnu'na gitti, akrabalarını ömrü boyunca ziyaret etti. Meyremutsa'nın çocukları da dedemi unutmadılar. Rahmetli Mustafa Denker Katip abim, Rahmetli öğretmen Rauf abim, hatta Rauf abim aynen Kaburnulu Cemal Dakko abim gibi 1974 öncesi devamlı bizleri ziyaret ettiler. Rauf abim her yaz bize gelirdi ta Kaleburnu'ndan Baf'a...
Geçenlerde Mustafa abimin ardından onu da kaybetmiştik. İngiltere'de olan ve o da oğlundan önce ölen (Oğlu genç yaşta ondan sonra ölmüştü) İbrahim abimi de tanıdım son 13 sene içinde. Ona da rahmetle diyorum... Fevzi de onların küçük kardeşiydi. Enişteleri rahmetli Mullaali yeğenim ve Vedia yengem, Vedia yengem kızkardeşleri... Hamza dedem ölmeden bir istekte bulunmuştu bana. Ölmeden önceydi. Öğretmen olursam, o ölür veya kalır gidip halası Nazife Halamı ziyaret etmemi istedi. Öğretmen olmuştum. Yıl 1981... İçimde bir ukte. Nazife halamı ve Resmiye halamı ziyaret edip ellerini öpmeliydim. Dedem Hamza Erdoğan öyle istemişti. O Cumartesi günüydü. Öğretmenliğe başladığım ilk iki gün... Fevzi'yi Mağusa'da buldum. O zamanlar polisti Fevzi... Bana köye gideceğini ve istersem birlikte gideceğimizi söyledi. Öyle yaptım. Kaleburnu benim dedelerimin köyüydü. Yabancılık çekmeyeceğimi biliyordum. Fevzi ile Kaleburnu'na Meyremutsa Teyzemin yanına gittik. Sonra da evden çıkıp önce Furiya teyzeme, onun kızı Elif’i de ziyaret ettim Hatta Elif "Hoşgeldin evimize/sefalar getirdin bize / selam söyleyesin Ayseli'mize (Annem) /O da buyursun bize” demişti orada anında bana şiir uydurarak. Sonra Resmiye Halamın yanına gittim. Nazife Hala da oradaydı. İkisinin de ellerini öptüm. Dedem öyle istemişti ve dedem öleli bir sene olmuştu (1980). O gece Resmiye halam Nazife halamın yanına bir yatak kurdu bana. Büyük Büyük halamla geçmişe tarihe bir yolculuğa çıktık. Bütün gece konuştuk. Dedemleri, annelerini, tüm geçmişi anlattı bana. Sonra sabah oldu. Mehmetemin enişteme ve Resmiye halamla Nazife halama veda ettim. İçimde hiçbir ukte kalmamıştı. Dedemin son arzusunu yerine getirmiştim... Bana bu konuda yarımcı olan Fevzi yeğenimi de hiç unutamadım.
Fevzi'nin daha sonra polislikten ayrılıp ABD'de Florida'ya gittiğini duydum. Orada evlenmiş ve bir de oğlu olmuştu. Zaman zaman da son 20 sene içinde Facebook sayesinde devamlı haberleştik. Geçen hafta ölen oğlunun peşinden cenazeye giderken onun da öldüğünü okudum sosyal medyadan. Fevzi bu yukarıda anlattığım olayla geldi hep aklıma. Temiz kalpli yeğenim, Kaleburnu'nun asil ve temiz çocukları, dedelerimin asil yeğenleri, hepinizi de tanıdım. Sizler o temiz kalpli teyzem Meyremutsanın çocukları.. Yeğenlerim... Bir biri ardına peşi sıra gittiniz çekip de bu dünyadan. Bana dedelerimin sizler için anlattıkları kaldı miras olarak. Hoşçakal yeğenim Fevzi, rahat uyuyun İbrahim, Mustafa ve Rauf abimler... Çok üzgünüm, hoşçakal yeğenim Fevzi, seni de kardeşlerini de unutmayacağım...
BASINDAN GÜNCEL…
“Diyalog fırsatından diyaloğun gerekliliğine…”
Vicken Cheterian
Geçen yıl, Ermenistan ve Azerbaycan diasporaları arasında diyalog çağrısı yapan bir yazı yazdığımda (Agos, Temmuz 2019), konunun bu kadar kısa süre içinde gündeme geleceğini tahmin etmemiştim. Oradaki düşüncem, bir fırsata işaret eden birkaç değerlendirmeye dayanıyordu. Birincisi; son yirmi yıl içinde Ermenistan ve Azerbaycan kamuoyları arasındaki alışveriş ve diyalogda ciddi bir gerileme olmuştu. İkincisi; bu gerilemenin nedeni, yükselen siyasi baskılar, devlet propagandası, çatışmanın taraflarının gittikçe daha fazla silahlanmasıydı. Üçüncüsü; Ermenistan’da 2018’de yaşanan halk devrimi, Karabağ meselesinde niteliksel bir değişim getirmemiş, uyuşmazlığın barışçıl çözümü yönünde yeni fırsatlar doğurmamıştı.
Geçen yirmi yıl içinde, Avrupa’daki ve Amerika’daki üniversitelerde, Ermeni ve Azeri üniversite öğrencileri, araştırmacı ve akademisyenlerin dâhil olduğu yeni bir kuşak yetişmişti. Bu kişilerden bazıları tarih, uluslararası ilişkiler, sosyoloji, antropoloji gibi alanlarda çalışmaları itibariyle, Kafkasya’daki çatışmaya farklı merceklerden bakmak için gereken ‘araçlar’la donanmıştı. Ayrıca, Azerbaycan’da, İlham Aliyev’in iktidara gelmesinden (2003) bu yana ciddi şekilde yükselen siyasi baskılar, ülke içinde muhalif düşüncenin varlığını ve sivil toplum faaliyetleri yürütme imkânlarını zayıflatırken, Avrupa’da bu ihtimal yükseldi. Avrupa şehirlerinde artık, iltica talep eden, Azerbaycanlı çok sayıda muhalif vardı. Ülkedeki baskılar, birçok Azerbaycanlı öğrenciyi de, mezun olduktan sonra memlekete dönmeyip Avrupa’da kalmak mecburiyetinde bırakmıştı. Üstelik, Batı dünyasında çatışma çözümü konusunda profesyonel olarak çalışan veya araştırma yapan birçok Ermeni de vardı.
Bütün bunlar bir potansiyel oluşturuyordu; değerlendirilmeyen bir fırsat söz konusuydu. Kafkasya’da diyalog gitgide zorlaşırken, Batı’da böyle bir diyaloğa zemin olabilecek bir potansiyel görüyordum. Tarih bize, ülke dışındaki muhalif hareketlerin, ülkede çok büyük etkileri olabileceğini gösteriyor. 19. yüzyılın ve 20. yüzyıl başlarının devrimci hareketlerini; Lenin’in Cenevre ve Zürih’teki çalışmalarını; Cenevre, Paris ve Londra’daki Ermeni devrimciler ile Jön Türkler arasındaki diyaloğu ve gerilimleri düşünün. Yeni fikirler geliştirmek için çalışan küçük bir grup bile, kendi toplumu üzerinde –her zaman yapıcı olmasa da– çok büyük bir etki yaratabilir.
Çatışmanın ihracı
12-16 Temmuz arasında Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan sınır çatışmaları (ki orada neler olduğu, örneğin askerî operasyonları hangi tarafın, ne sebeple başlattığı hâlâ belirsiz) iki yeni gelişmeye yol açtı. Bunların ilki, 14 Temmuz’da, Tümgeneral Polat Haşimov’un öldürüldüğü haberinin yayılmasıyla, Azerbaycan’ın birkaç şehrinde spontan gösteriler yapılmasıydı; Bakü’de yaklaşık 30 bin kişi toplandı. Göstericiler kızgın ve üzgündü; savaş istiyor, “Karabağ bizimdir”, “Karantina bitsin, savaş başlasın” sloganları atıyorlardı. O akşam Meclis binasına girip polisle çatıştılar. Ardından, Azerbaycan’daki muhalefete dönük bir tutuklama furyası başladı; gösterilere katılmayan muhaliflerden de tutuklananlar oldu. Azerbaycan’da 1990’lardan beri ilk kez bu tür bir taban hareketi yaşanıyordu ve bu durum, çözülmeyen uyuşmazlıkların siyasi istikrar açısından ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyordu. Olayların seyri, şüphesiz, Aliyev yönetimini şoka uğrattı.
Diğer beklenmedik gelişme ise, kimi zaman savaş alanından binlerce kilometre ötede, Ermeni ve Azeri toplulukları arasındaki şiddet olaylarıydı. Moskova’da Brüksel’de, Londra’da, Los Angeles’ta ve başka şehirlerde, göstericiler arasında çatışmalar ya da bireysel şiddet olayları yaşandı. Bu, yeni bir durum. Karabağ Savaşı’nın en hararetli döneminde bile (1991-1994), diaspora toplulukları arasında şiddet olayı görülmemişti. Üstelik, olayların aldığı boyut ve kısa bir süre içinde birçok yerde patlak vermiş olması, yeni bir yapının gelişmekte olduğunu gösteriyor. Görünen o ki, yurtdışında şiddetin yayılması karşısında devlet yetkilileri büyük şaşkınlık yaşadı. Moskova’da hem Ermenistan’ın hem de Azerbaycan’ın büyükelçileri, vatandaşlarını sakin olmaya davet etti.
Son yirmi yıl içinde iki ülke de, silahlanma ve silah sistemleri için milyarlarca dolar harcadı. İki ülke arasındaki sınır kapalı, iki ülkenin halkları arasında herhangi bir alışveriş yok ama buna rağmen, cephe hattı, ağır silahlarla donatılmış askerlerin nöbet tuttuğu üç sıra siperle, Birinci Dünya Savaşı’ndaki savaş alanlarına benziyor. İki taraftan da gençler, gençliklerinin iki kıymetli yılını o siperlerde nöbet bekleyip karşı tarafa ateş etmekle geçiriyorlar. İki tarafta da kitle iletişim araçları karşı tarafa öfke kusarak ‘öteki’nin, komşu halkın kimliğini, tarihini, kültürünü karalıyor. Buna karşılık, barış inşası ve diyalog projelerine ayrılan para birkaç kuruştan ibaret – o da büyük ölçüde Batılı ülkelerden ya da Açık Toplum Enstitüsü gibi kurumlardan (şu rezil emperyalistler yok mu!) geliyor. Hâl böyleyken, yeni neslin öfke dolu olmasının neresi şaşırtıcı ki...
Kılıçlar değil, kelimeler
Bu gergin atmosferde, altı entelektüel, sosyal medyada #WordsNotSwords [kılıçlar değil kelimeler] etiketiyle bir inisiyatif başlatarak kendi topluluklarını “barışçıl aktivizme, diğerlerinin haklarına saygı göstermeye ve şiddeti, canavarlatırmayı ve ayrımcılığı reddetmeye” davet etti. Bu kampanya yaygınlaşmadı; medyanın ilgisini şiddet olayları kadar çekmedi (yazık ki şiddet, medyayı erdemden daha çok cezbediyor). Ancak kampanyanın salt varlığı dahi, bir yol ayrımında bulunduğumuzu ve gelecekte Kafkasya’da şiddet bir kez daha patlak verecek olursa, diaspora topluluklarının seçim yapmak zorunda kalabileceklerini ima ediyor.
Ermeni ve Azeri diaspora toplulukları yeni bir durumla karşı karşıya. Kafkasya’daki yangınlar bu toplulukların istikrarını bozabilir. Anlamsız şiddet olayları, bu toplulukların memleket edindikleri yerlerde huzuru tehdit edebilir. Bu tür şiddet eylemleri, yalnızca ahlaken kınanması gereken değil, aynı zamanda ters etki yaratan olaylar. Yurtdışındaki topluluklar, bu toplulukların önderleri ve entelektüelleri, kendilerine şu soruyu sormalı: Üzerine titrediğimiz ülkeye ve halka en iyi hangi şekilde yardım edebiliriz?
(AGOS - Vicken Cheterian – 17.8.2020)