“Kıbrıs, NATO ve eski hatalar…”
Evanthis HACIVASİLİU/KATHIMERİNİ
(Atina Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Evanthis Hacıvasiliu, Kıbrıs’ın NATO üyeliği olasılığına dair geçmişte yaşananları kaleme aldı… Yazısını okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. S.U.)
Kıbrıs’ın NATO’ya katılımı konusu eski fakat çok acı bir konudur – siyasi kültüre dair çarpıtmalar ve işlenmiş hatalardan ötürü acıdır bu konu. 19 Şubat 1959’daki Londra Konferansı esnasında Yunanistan-Türkiye Zürih Anlaşması imzalanmış ve bu da bağımsız bir Kıbrıs Devleti kurulmasını öngörmekteydi – o gün Yunan Başbakanı Konstantinos Karamanis ile Türkiye Başbakanı Adnan Menderes arasında bir de “centilmen anlaşması” yapılmıştı.
ANLAŞMA KAMUOYUNA AÇIKLANMADIYDI…
Bu anlaşma hakkında her ne kadar da Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskobos Makarios’a ve Kıbrıslıtürk lider Dr. Fazıl Küçük’e bilgi verilmiş olsa dahi, kamuoyuna açıklanmamıştı. Bu “centilmen anlaşması”, başka şeylerin yanında Yunanistan ve Türkiye’nin Kıbrıs’ın NATO’ya girişini destekleyeceklerini içermekteydi, adada NATO üslerinin kurulmasını, ve bu NATO “üslerinin oluşumunun” hem Atina, hem de Ankara’nın anlaşmasını gerektireceği de belirtilmekteydi.
MADDE, KIBRIS İÇİN BAĞLAYICI DEĞİLDİ…
Bu madde, Kıbrıs’ın İttifak’ta üyelik için yükümlülüğünü getirmiyordu: İki tarafın kendi aralarındaki anlaşmaları, üçüncü taraf olan Kıbrıs için bağlayıcılık taşımıyordu. Anlaşma, Türkiye’nin Kıbrıs’ın NATO’ya katılımı için onayını güvence altına alırken, aynı zamanda NATO üslerinin potansiyel “oluşumu”nda da söz sahibi oluyor, Atina ise buraların Türk askerleriyle donatılması, yani adada "arka kapıdan" bir Türk üssü kurulması ihtimalini göz ardı edebiliyordu.
DİKKAT ÇEKİCİ BİR STRATEJİYDİ…
Dikkat çekici bir stratejiydi bu: Kıbrıs’ın NATO’ya katılımı, yeni devleti dünyanın en çalkantılı bölgesi olan bölgedeki kargaşadan koruyacaktı.
Ayrıca NATO üyeliği, Garanti Antlaşması'nın özel bir şekilde yorumlanmasını gerektirecekti; zira bu durumda Türkiye'nin bir üye devleti işgal etmesi düşünülemez hale gelecekti çünkü aksi halde böyle bir durum, İttifak'ın dağılmasına yol açacaktı.
1963'te, o zamanlar Kıbrıs'ın NATO İttifakı’na katılımı konusunda olumlu bir görüşe sahip olmayan İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın, bunun pratikte Garanti Antlaşması'nın terk edilmesi anlamına geleceğini belirtmesi, bir gösterge niteliğindedir. Bu Antlaşma, nihayetinde Türkiye tarafından 1974'te Kıbrıs'ın işgali sırasında kötüye kullanılmıştır…
“İHANET OLARAK DEĞERLENDİRİLMİŞTİ…”
Ancak korkunç ironik bir şekilde Yunan ve Kıbrıs kamuoyunda bu “centilmenlik anlaşması” Karamanlis ve dönemin Dışişleri Bakanı Evangelos Averoff tarafından işlenmiş bir “ihanet” olarak değerlendirilecekti…
Hatta Aralık 1989'da, İngiliz Dışişleri Bakanlığı'nın 1959 anlaşmalarına ilişkin belgeleri kamuoyuna açıklandığında, Kıbrıs'ın NATO'ya girmesini istedikleri gerekçesiyle onlara karşı bir ihanet suçlaması patlak verecekti…
“KIBRIS: İSTEKSİZ CUMHURİYET BAŞLIKLI KİTAPTA VARDI BU ANLAŞMA…”
Kamuoyunun önde gelen isimleri, korkunç bir ikiyüzlülükle, sanki ilk kez duyuyormuş gibi şaşkınlık ve şok içinde olduklarını ilan ettiler; oysa anlaşma kamuoyunca biliniyordu ve Stephen Xydis'in 1973 tarihli "Kıbrıs: İsteksiz Cumhuriyet" adlı kitabında da duyurulmuştu ve dolayısıyla da bu durumu gayet iyi bilmekteydiler aslında… Tam da o günlerde hastaneye kaldırılan ve kendisine yöneltilen suçlamalara cevap veremeyen Averoff, 2 Ocak 1990'da “Kıbrıs'ı güvence altına almak istediği” için “hain” olarak suçlanarak öldü…
“ÜYELİĞE LEFKOŞA BAŞVURU YAPMADI…”
Daha sonra bu anlaşmanın varlığı durumunda bile NATO'nun Kıbrıs'ı kabul etmeyeceği ileri sürüldü. Ancak bu görüş çağdaş araştırmalar tarafından tartışılmaktadır. 1959 yılında Londra ve Zürih anlaşmalarının imzalanmasının hemen ardından Amerikalılar, İttifak üyelerinin Kıbrıs'ın olası katılımı konusundaki görüşlerini araştırmaya başlamışlardı. Aldıkları yanıtlar son derece ilginçtir. Kıbrıs’ın NATO üyeliğine karşı çıkacağı düşünülen ülkeler (İskandinav ülkeleri , Yunanistan ve Türkiye’nin üyeliklerine de karşı çıkacaktı), Norveç biraz isteksizdi ancak diğer üye ülkeler bunu kabul ederse, veto etmeyeceğini duyurmuştu. Danimarka Yunanistan ve Türkiye’nin üyeliklerini kabul etmiş olduğu için “bir diğer Avrupalı olmayan devletin” üyeliğine itiraz etmeyeceğini duyurmuştu! Ve Birleşik Krtallık’ta ise 1960’lı yılların başlarında bir Bakanlık Komitesi de böylesi bir başvuru yapılacak olursa, kendilerinin buna karşı çıkamayacağını karara bağlamıştı. Bir başka deyişle, Kıbrıs’ın NATO’ya katılımı için bir olasılık vardı ancak bunu ileriye götürmeyen, Lefkoşa’nın kendi kararı idi…
“KURUMSAL İLİŞKİ HEDEFİ, BÜYÜK BİR STRATEJİK KARARDIR…”
Bu yazıda, NATO'nun 1964'te Kıbrıs sorununa müdahil olmasıyla ilgili tartışmalar ele alınmayacak, bu müdahillik tamamen farklı bir kriz ortamında yaşanmış olup, NATO'nun hiçbir rol oynamadığı 1974 olayları da ele alınmayacaktır. Ancak şimdi görünen Kıbrıs Cumhuriyeti'nin NATO İttifak’ı ile kurumsal ilişki kurma hedefi, büyük bir stratejik karardır. Kıbrıs'ın AB'ye katılımıyla birlikte, Kıbrıslırumlar’ın çağdaş dünyaya dahil olmasıyla ilgilidir. Bu, kolay olmayacaktır. 1960'taki durumdan çok daha zor olacaktır.
“KEŞKE 1974 ÖNCESİ OLSAYDI, KIBRIS’IN TARİHİ FARKLI OLABİLİRDİ…”
Ancak bu kurumsal ilerleme başarıldığı takdirde Kıbrıs'ın güvenliğinin, refahının ve demokrasisinin temel direği olan Batılı kimliği, tamamlanmış olacaktır. Yine başka bir ülkenin tepkisi nedeniyle bu gerçekleşmezse, yine de bu Batı kimliğini teyit edecek ve sonuç verecektir. Keşke 1974'ten önce böyle bir şey olsaydı; Kıbrıs'ın tarihi farklı olabilirdi o zaman…
https://www.ekathimerini.com/opinion/1255001/cyprus-nato-and-the-old-mistakes/?fbclid=IwY2xjawHXWoZleHRuA2FlbQIxMAABHbAqPqnYoqBYlZWjjXNFXGg0EcAuLxf_GA_AYmzt2k_wB8t0KBN-g71TdQ_aem_rNEVs6KEaJxEdujUnRJf1w
(KATHİMERINİ’de 2.12.2024’te Evanthis HACIVASİLİU imzasıyla yayımlanan yazıyı özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN.)
9 Şubat 1959'da Zürih'te Adnan Menderes ile Konstantinos Karamanlis...
*** GEÇMİŞLE YÜZLEŞMEYE DAİR YAZILAR…
“Şakir Paşa Ailesi: Fotoğraflar aracılığıyla yaratılan bellek ve kimlik…”
Aslı KOTAMAN/T24
Fotoğraflar, yalnızca bir anı dondurmaz; aynı zamanda o anın ruhunu, ilişkilerini ve arkasındaki hikâyeleri de taşır. Şakir Paşa ailesinin meşhur aile fotoğrafı, bu duruma güçlü bir örnek oluşturur. Şimdi o fotoğrafı ele alalım ve bize neler söyleyebileceğini düşünelim: Bu bir aile portresi mi, yoksa bir dönemin izlerini bugüne taşıyan görsel bir tanıklık mı? Fotoğraf, bir zamanlar yaşanmış ilişkiler ve duygularla dolu sessiz bir sahne gibi karşımızda duruyor. Ama aynı zamanda geçmişle bugünü birbirine bağlayan, hikâyeleri hem açığa çıkaran hem de saklayan bir araç.
Bu fotoğraf, klasik bir aile portresinden daha fazlasını içeriyor. Peki, klasik aile fotoğrafı nedir? Onu da ele almak gerekir. Örneğin, merdivenlerde düzenli bir şekilde dizilmiş bireylerin yerleşimi, ilk bakışta aile içindeki birlik ve hiyerarşiyi yansıtıyor. Önde oturan çocuklar masumiyeti ve geleceği temsil ederken; kadınlar zarafet ve içsel gücü, arkada duran erkekler ise otoriteyi ve koruyuculuğu simgeliyor. Ancak her yüz ifadesi, her bakış, daha karmaşık bir hikâyeyi işaret ediyor. Birbirine bakan ya da uzağa dalan gözler, fiziksel yakınlığa rağmen hissedilen mesafeleri ortaya koyuyor. Fotoğrafın arka planındaki taş yapı ve merdivenler ise geçmişin ağırlığını ve belki de geleceğe açılan bir kapıyı sembolize ediyor. Bu kare, aynı zamanda tarihsel bir bağlamı ve dönemin sosyal yapısını görselleştiriyor. Aile bireylerinin kıyafetlerindeki detaylar, sosyal statüyü ve dönemin modasını yansıtıyor…
Yakın zamanda yayımlanan Şakir Paşa dizisinin tanıtım posteri, orijinal fotoğrafa doğrudan bir övgü niteliği taşıyor. Ancak bu yeniden yaratım, fotoğrafın işlevini yeniden düşünmeye davet ediyor: Bir fotoğraf, geçmişe tanıklık mıdır yoksa bugünün anlatısını destekleyen bir kurgu mu? Dizideki tanıtım posteri, orijinal fotoğrafın duygusal ve tarihsel gücünü yeniden üretirken, aynı zamanda izleyiciyi bir hayalin içine davet ediyor. Bu nedenle, fotoğraf, gerçek bir anın belgesinden ziyade, geçmişin dramatik bir yorumu olarak işlev görüyor.
Hafıza ve kimlik: Austerlitz ve Ernaux'nun izinde
Fotoğrafların bireysel ve toplumsal belleği nasıl inşa ettiğini anlamak için edebiyata da başvurabiliriz. W.G. Sebald’ın Austerlitz romanı, kayıp bir geçmişin fotoğraflar aracılığıyla nasıl yeniden izlenebileceğini etkileyici bir şekilde anlatır. Romanın başkahramanı Austerlitz, geçmişine dair izleri bulmak için eski fotoğraflara bakar, onların içindeki sessiz detaylardan anlam çıkarmaya çalışır. Her bir fotoğraf, yalnızca bir anıyı değil, aynı zamanda bir eksikliği, bir kaybı da işaret eder. Fotoğraflar, hafıza kapıları olarak işlev görür; ancak bu kapılar her zaman doğrudan bir cevap sunmaz. Onlar, geçmişin gölgelerine açılan birer geçittir.
Benzer şekilde, Annie Ernaux’nun Seneler kitabında fotoğraflar, bireysel bir yaşam öyküsünden çok daha fazlasını temsil eder. Ernaux, fotoğrafları yalnızca kişisel anılarının bir kaydı olarak değil, aynı zamanda bir dönemin toplumsal belleğini yansıtan araçlar olarak ele alır. Her bir kare, yalnızca onun geçmişini değil, bir kuşağın, bir toplumun dönüşümünü de anlatır. Fotoğrafların bu çok katmanlı yapısı, bireysel ile toplumsal olanın birbirine nasıl dokunduğunu güçlü bir şekilde ortaya koyar.
Bu noktada, anneannemin fotoğraf kutusunu hatırlıyorum. Anneannem, bir fotoğrafın arkasına, “Arkadaşlarımla çektirdiğim fotoğraf, 1934” diye not düşmüştü. Çocukken, üzeri tavuskuşu motifli mavi bir kutuyu divanın altından gizlice çıkarır ve tanımadığım insanların yüzlerine bakardım. O büyülü kutu, bir zamanlar benim için geçmişe açılan bir kapıydı. İçindeki her fotoğraf, yalnızca bireysel bir anı değil, bir dönemin ve bir toplumun sessiz izleriydi.
Fotoğraflar, geçmişle kurulan bağlarda sessiz ama güçlü birer kapı gibi durur. Tıpkı Austerlitz’in kayıp kimliğini aradığı gibi ya da Ernaux’nun kolektif belleği bir fotoğrafta bulduğu gibi, bu fotoğraflar da geçmişin izlerini bugüne taşıyan araçlardır. Onlar, hem hatırlamanın hem de kaybolmuşluk duygusunun birer somut temsilidir.
Marianne Hirsch’in post hafıza kavramı, bu bağlamda özellikle anlamlı bir çerçeve sunar. Post hafıza, birinci kuşağın yaşadığı travmatik deneyimlerin, sonraki kuşaklar tarafından fotoğraflar, mektuplar ve diğer görsel/işitsel araçlar aracılığıyla nasıl devralındığını açıklar. Doğrudan bir tanıklık değil, geçmişle kurulan dolaylı bir bağdır. Bu bağ genellikle aile albümleri, kişisel objeler ya da yazılı anlatılarla inşa edilir. Şakir Paşa ailesinin fotoğrafları da sadece bireysel hikâyeleri değil, bir dönemin kolektif belleğini taşır. Onların geçmişine doğrudan tanık olmayan bizler için bu fotoğraflar, birer post hafıza aracı olarak işlev görür. Bu görseller, geçmişin sessiz tanıkları olarak, hem bireysel hem de toplumsal belleği şekillendiren güçlü araçlardır.
… Şakir Paşa ailesi gibi tarihsel olarak bilinen figürler, yalnızca kendi hikâyelerini değil, aynı zamanda hepimizin ortak geçmişini temsil eder. Bu fotoğraflar ve onların dramatize edilmiş yeniden yaratımları, izleyiciyi geçmişle bugünün kesiştiği bir noktada bir araya getirir. Bu süreç, bireysel hafızanın ötesine geçerek kolektif bir bağ oluşturur ve geçmişe dair yeni bir yorum üretir.
Unutulan hikâyeler ve belleğin inşası
Sanatçı Christian Boltanski de kaybolmuş yaşamlar ve tanınmayan yüzler üzerinden bireysel hikâyeleri evrensel bir hafızanın parçası haline getirir. Onun eserlerinde, kayıp bireylerin hikâyeleri, birer görsel ve duygusal hafıza aracı olarak yeniden hayat bulur. Bu eserler, yalnızca kaybolanların izini sürmekle kalmaz; aynı zamanda izleyiciyi kendi hafızasına bakmaya, kendi geçmişinin sessiz tanıklarına kulak vermeye davet eder. Bu noktada, bizim de benzer bir görev üstlenmemiz gerekebilir: Hem bireysel hem de toplumsal düzeyde, geçmişin bu sessiz tanıklarını keşfetmek ve onların hikâyelerini görünür kılmak.
Sherry Turkle’ın "çağrışımsal nesneler" teorisi ise nesnelerin bireylerin hafıza ve kimlik inşasındaki rolüne dikkat çeker. Turkle’a göre, nesneler yalnızca fiziksel araçlar değil, aynı zamanda geçmiş ile bugün arasında köprüler kuran duygusal bağlardır. Bir nesne, çağrıştırdığı hikâyeler ve uyandırdığı hisler aracılığıyla bireyin kendi geçmişiyle anlamlı bir ilişki kurmasına olanak tanır.
Benjamin’in pasajlarda topladığı küçük objeler nasıl bir dönemin ruhunu taşıyorsa, Turkle’a göre, bir aile albümünde saklanan eski bir fotoğraf ya da unutulmuş bir obje de bireylerin kendi kişisel hafızalarını yeniden yapılandırmasına yardımcı olur. Her nesne, geçmişe dair bir pencere açar ve unutulmuş hikâyelerin sesini duyurur. Bu bağlamda, Benjamin’in geçmişin izini süren bakışı ile Turkle’ın nesnelerle kurulan kişisel bağlara yaptığı vurgu birbirini tamamlar ve güçlendirir.
Belki hepimizin kendi ailelerimize ve çevremize bu gözle bakması gerekiyor. Eski fotoğraflar, unutulmuş mektuplar ya da bir köşede duran objeler yalnızca birer hatırlama aracı değil, aynı zamanda anlatılmayı bekleyen hikâyelerdir. Şakir Paşa ailesinin fotoğrafları, bilinen bir geçmişi temsil edebilir. Ama ya bizim ailelerimiz? Ya henüz anlatılmamış hikâyeler? Bu sorular, yalnızca bireysel hafızayı değil, toplumsal belleği de zenginleştirmenin anahtarı olabilir…
Fotoğraflar, geçmişle bağ kurmamıza olanak tanır; ama aynı zamanda geleceğe dair yeni anlatılar inşa etmemiz için bir temel sunar. Şakir Paşa ailesinin fotoğrafları ve onlardan ilhamla yaratılan dizi, geçmişin yeniden yorumlanarak bugüne nasıl taşınabileceğini gösteriyor. Ancak bu yeniden yaratımlar yalnızca bilinen hikâyeleri değil, sessizlikte kalmış, görünmeyen geçmişleri de keşfetmek için bir çağrıdır.
https://t24.com.tr/yazarlar/asli-kotaman/sakir-pasa-ailesi-fotograflar-araciligiyla-yaratilan-bellek-ve-kimlik,47752
(T24 - Aslı Kotaman – 22.12.2024)