1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kıbrıs Sorunu Mu? Kıbrıs Sorunu “Sorunu” Mu?
Kıbrıs Sorunu Mu? Kıbrıs Sorunu “Sorunu” Mu?

Kıbrıs Sorunu Mu? Kıbrıs Sorunu “Sorunu” Mu?

Kıbrıs Sorunu Mu? Kıbrıs Sorunu “Sorunu” Mu?

A+A-

 

Şevki Kıralp
[email protected]


1930’lardan beridir, Kıbrıs’ın her iki toplumu da Kıbrıs Sorunu ile yatıp Kıbrıs Sorunu ile kalkıyor. Enosis olacaktı olmayacaktı, Taksim olacaktı olmayacaktı, anayasa değişecekti değişmeyecekti, evimize dönecektik dönmeyecektik, belediyeler sorunu çözülecekti çözülmeyecekti, federal çözüm olacaktı olmayacaktı, KKTC tanınacaktı tanınmayacaktı derken, yaşamımızı da, ne yazık ki bazılarımızın sevdiklerinin ölümünü de “Kıbrıs Sorunu” belirledi. Kıbrıs Sorunu dünyanın her yerinden pek çok akademisyenin ve devlet adamının ilgi odağı oldu. Ülkemizdeki siyasetçilerin ve aydınların da öyle… Kıbrıs Sorunu sadece çözümsüzlüğüyle değil, hayatlarımızı ve düşünce yapılarımızı tamamen kontrolü altına alması ile de bir “sorun” olmuştur ve bu nedenle yazıma Kıbrıs Sorunu “Sorunu” başlığını koydum. Bu yazıda Kıbrıs Sorunu’nun artık realitesini aşarak bir illüzyon haline gelmeye başladığını ve bunun bizleri (Kıbrıs Türk toplumunu) bir “Toplum Sözleşmesi” imzalamaktan alıkoyduğunu izah etmeye çalışacağım. Toplum denilince, az sonra değineceğim Alman ve Fransız düşünürleri gibi pek çok insanın aklına “egemenlik” ve “demokrasi” gelir. Tartışmaya buradan başlayacağım.

Alman idealizminin önderlerinden Immanuel Kant, özgürlük ve siyasal iradeyi son derece idealist bir çerçeveden irdeliyor, materyalist yaklaşımları reddediyordu. Kant’a göre insan özgür ruhlu ve özgür iradeli bir varlıktır. Totaliter rejimler insanın özüne aykırı yönetimlerdi. Kant mutlak monarşileri reddediyor, ilk aşamada anayasal monarşilere dönüşmelerini savunuyordu. Kral, devletin başında kalsa dahi, yetkileri parlamento tarafından paylaşılmalı ve bireylerin hak ve özgürlükleri anayasa vasıtasıyla güvence altına alınmalıydı. İnsan, devletin aracı değil, öznesi olmalıydı. Devlet, insanların özgürlüklerini ortaklaşa koruyabilecekleri ve ülkeye ortaklaşa hükmedebilecekleri bir ortaklık halinde yaşamalıydı. Yasa koyucular halkın ihtiyaç ve düşüncelerini dikkate alarak hareket etmeli, devlet, toplumun bireylerinin haklarını koruyan bir mekanizma olarak algılanmalıydı (M. İşçi, Siyasi Düşünceler Tarihi, İstanbul, DER Yayınları, 2012).

Fransız İhtilali’nin düşünsel boyutuna ilham kaynağı olmuş Jean Jacques Rousseau da tıpkı Kant gibi totaliter rejimlere karşıdır. Kendisi Kant’ın fikirlerini ileriye taşımış ve “Toplum Sözleşmesi” kuramını oluşturmuştur. Rousseau, toplumsal iradeyi aşan bir bireysel iradenin meşru olamayacağını savunur. Her bireyin kendi özgürlüklerinden bir takım kesintiler yapması durumunda toplumsal özgürlüğe ulaşılabileceğine inanır. Devletin, kişilerin bireysel özgürlüklerinden gönüllü olarak fedakârlıklar yaparak oluşturacakları bir toplumsal özgürlüğü temsil etmesi, yani eşit haklara sahip hissedarlar (yurttaşlar) arasında bir “Toplum Sözleşmesi” olmasıyla meşru olabileceğini öne sürer. “Sözleşmeli” bir toplumda güçlünün zayıfa (hem sosyo-ekonomik, hem de fiziki anlamıyla) yardım etmesi ve toplumsal kaynakların adil biçimde paylaşılması esastır. Bu noktada, bir toplum inşası için hem bireyler hem de devlet kurumları ekonomik kaynakların adil dağılmasını sağlamak için gönüllü davranmalıdırlar. Rousseau, egemenliğin ortaklaşa bir biçimde topluma ait olduğunun ve herhangi bir kadro ya da gruba devredilemeyeceğinin altını çizer. Bundan dolayı da, anayasal düzene tabi de olsa monarşileri reddeder, devletin topyekûn halka ait olmasını tercih eder. Kendisine göre demokrasinin nimetleri, ancak ve ancak toplumun bütün bireylerinin bir ortaklık olarak kuracakları devletin, yine bütün bireylerin ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir kaynak paylaşımı adaletine önayak olabilmesiyle geçerlilik kazanır (İşçi, a.g.e.).

Yine bir Fransa filozofu olan Alexis de Tocqueville ise Rousseau’dan farklı olarak, demokrasi konusunda biraz daha temkinlidir. Demokrasilerde çoğunluk desteğine sahip bir siyasi kadronun yine çoğunluk esasına dayanarak rejimi despotlaştırabileceğine inanmaktadır. Öte yandan, Tocqueville, “Çoğunluk Zorbalığı” olarak ele aldığı kavram doğrultusunda, çoğunluğun sonuçları mantıksız ve faydasız olsa bile geri kalanları kendi belirlediği siyasi akıbete itebileceğini de ifade eder. Dolayısıyla, Tocqueville demokrasiyi “halk egemenliği” olarak değil, “çoğunluk egemenliği” olarak görür. Tocqueville, eğer halk, egemenliğin bir bütün olarak sadece kendisine ait olduğunu ve ne siyasal liderliğe, ne de başka bir kurum ya da gruba devredilebileceğini göz ardı ederse, buradan çoğunluk desteğine sahip olsa da halkı temsil etmeyen bir despotizm çıkacağının altını çizer (İşçi, a.g.e.).

Kıbrıs Türk toplumu açısından, ne acıdır ki, demokrasiye geçiş egemen devletin sahipleri olan bir yurttaşlar ortaklığı olarak doğamamıştır. 1960 Cumhuriyeti Kıbrıslıların “Toplum Sözleşmesi” değil, İngiltere, Türkiye ve Yunanistan’ın Kıbrıslıları da ikna ederek imzaladıkları Zürih ve Londra “sözleşmelerinden” [ironi] ibaret idi. 1975 yılında ilan edilen Kıbrıs Türk Federe Devleti, Kıbrıs’ı federalize etmek adına önemli bir adımdı. Rum toplumuna “Toplum Sözleşmesi”nin ön koşulu olarak iki bölgeli federasyonu kabul etmek teklif edilmişti. Ortada yine Kıbrıs Türk toplumunun egemenliğinde bağımsız bir devlet yoktu, ancak bu devlet “tek egemenlik” ilkesini çiğnemediği için KKTC kadar yoğun tepki toplamamıştı. Uluslararası hukukta Kıbrıs’ın iki eşit toplumu ve bu iki eşit toplumun ortaklığına dayalı “tek egemenliğe” dayalı bir devleti vardı. 1983 yılında Kıbrıslı Türkler bağımsızlıklarını ilan ettiler.

Şu bir gerçektir ki, hiçbir ayrılma hareketi bağımsızlığını ilan ederken “acaba diğer devletler bizi tanıyacak mı?” şüphesi ile hareket etmez. Çünkü bu tür hareketler uluslararası alanda egemenliklerinin meşruiyet bulacağı bir zemine güvenerek hareket ederler. Fakat 1983’ün çok öncesinde, daha 1963’ten itibaren, Kıbrıs Türk toplumu Tocqueville’nin “halkın egemenliğini devretmemesi” yönünde ifade ettiği hareketi gerçekleştirmişti. Toplum, iradesini liderliğine ve Türkiye’nin Kıbrıs’taki kollarına “devretmişti”. 1983 bunun son aşaması ve kırılma noktası olmuştu. Bu sayede Kıbrıslı Türkler gerek sayısal, gerekse ekonomik (özellikle 1974 öncesi) bakımdan karşılarında bir dev olarak duran ve gerçekten de devletin kurucu ortağı olan statülerine “yan gözle bakan” Kıbrıs Rum toplumundan sıyrılmışlardı. Fakat bu adım Kıbrıs Türk toplumunun egemenliğini Kıbrıs Sorunu’na devretmesiyle sonuçlandı. Altını tekrar çizmek istiyorum ki, Kıbrıs Türk toplumunun egemenliği esasen ne KKTC’ye, ne Kıbrıs Cumhuriyetine (ya da yaygın tabiriyle “Rum Yönetimi”), ne Türkiye’ye, ne de Avrupa Birliği’ne (AB) devredilmiştir. Kıbrıs Türk toplumunun egemenliği Kıbrıs Sorunu’na devredilmiştir.   

Kıbrıs Sorunu çözüme kavuşmadan önce, Kıbrıslı Türklerin yazıda bahsettiğim “halk egemenliği” kavramıyla tamamen örtüşebilecek bir egemenliğe dâhil olması mümkün değildir. “Egemen” değilken “egemen” gibi davranıyor olmamızdan çok daha öncelikli olan sorunumuz ise “sözleşmeli” değilken “sözleşmeli” gibi davranıyor olmamız ve “Kıbrıs Sorunu çözülmeden hiçbir şey olmaz” şeklinde düşünmemizdir. Kıbrıs Sorunu’nu çözmek için şu an yapabileceğimiz iki toplumlu yakınlaşma ve müzakere süreçlerini desteklemek ve katılım yaparak katkı koymaktır. Ancak bir “sözleşme” imzalamak için Kıbrıs Sorunu’nun çözülmesini beklemek bütün siyasal kültürümüzün de, toplum inşamızın da zarar görmesine sebep olabilir. İşsizlik, “göç yasası”, kamu sektörüne yerleşim koşulları, asgari ücretin düşüklüğü, emlak ve döviz piyasalarının uçukluğu ve engelli yurttaşlarımızın yaşam alanları gibi “Toplum Sözleşmesi” esaslarına daha fazla kafa yormamız ve burada belirli adımlar atmak için çözümü beklemememiz lazımdır. Kıbrıs’ın kuzeyini en azından Kıbrıs Sorunu çözülene kadar, toplumumuzun bireylerini göç etmekten geri çevirecek, memlekette kalanlara ise kaynak paylaşımında daha adil davranacak bir sosyo-ekonomik yapıya kavuşturabiliriz.

Entelektüel ve siyasi çevrelerde yıllardır “Kıbrıs Sorunu halledilmezse hiçbir mesele halledilemez” yönünde bir algı vardı, halen daha var. Kıbrıs Türk toplumunun acilen bu algıdan kurtulması gerekir. Karl Marx’ın dediği gibi, pek çok sosyal çatışma ve ayrışmanın temelinde ekonomik koşullar yatar ve bireyin siyasi duruşunu büyük oranda ekonomik koşullar belirler (G. Lukacs, History and Class Consciousness Studies on Marxist Dialects. Almanca aslından çeviri: R. Livingstone, London, Merlin Press, 1968). Her ulusal sorunda çıkar çatışmaları insanları farklı ideolojilere sevk eder. Bu kaçınılmazdır. Fakat Kıbrıs Türk toplumu Kıbrıs Sorunu’nu bir illüzyon olarak yaşamaya başlamıştır ki bu çok tehlikelidir. Evet, Kuzey Kıbrıs’taki pek çok sorun Kıbrıs Sorunu çözülmeden çözülemeyecektir. Ancak ne AB, ne Birleşmiş Milletler (BM), ne Türkiye, ne de Rum tarafı, “sosyo-ekonomik çarpıklıklarınızı ve dengesizliklerinizi toplum iradesiyle kontrol altına alırsanız çözüm yapmayız” demektedir.

Devir, toplum inşasının sürdürülebilmesi için ekonomik ve sosyal yaşamda adaleti artıracak bir “toplum sözleşmesi” yapmaya çalışma devridir. Bunun içinse hepimizin bireysel fedakârlıkların toplumsal kazanç olarak bizlere geri dönebileceği bilincini taşıması gerekir. Kendi iç “sözleşmesini” imzalamamış bir toplumun yarın Rum toplumu ile bir “sözleşme” imzalamaya çalışması hem çok daha zor, hem çok daha sağlıksız olacaktır. Bu nedenle, ister sağcı ister solcu olalım, “KKTC için ve KKTC içerisinde atılacak bütün adımlar boştur” düşüncesinden sıyrılmalı, “sözleşmeli” toplum olmadan devlet olunamayacağını da, bir devlete kurucu ortak olunamayacağını da iyi kavramalıyız.

Bu haber toplam 1647 defa okunmuştur
Gaile 262. Sayısı

Gaile 262. Sayısı