1. HABERLER

  2. DERGİLER

  3. Kıbrıs Sorunu ve Solun Çözüm Statükosu
Kıbrıs Sorunu ve Solun Çözüm Statükosu

Kıbrıs Sorunu ve Solun Çözüm Statükosu

Kıbrıs Türk solu ideolojik doğası gereği, kendini bu “çözüm statükosundan” ve reel politiğin tuzaklarından kurtararak; Kıbrıs Sorunu ile ilgili daha yapıcı ve ilerici politikalar üretmek zorundadır.

A+A-

 

Serkan TANSEL
[email protected]

 

Sorunun Tarihsel Arka Planı

Kıbrıs sorunun Kıbrıs Türk solu ile ilişkisine dair söz söylemeden önce, kısaca Kıbrıs sorunun tarihi gelişimindeki safhalara bakmak konunun doğru zeminde tartışılabilmesi açısından faydalı olacaktır.

Kanımca ilk safha olarak, 19. yüzyıl başında Kıbrıslı Rumların İngilizlere karşı self-determinasyon aracılığıyla “Enosis” adına isyan çıkarması kabul edilebilir. Bu isyana karşı İngilizlerin 1950’li yıllarda milliyetçi Kıbrıslı Türk yönetici elitlerini “taksim” tezi ile sahaya sürmesi ise bir diğer safhadır. 1960 yılında önemli ölçüde uluslararası güçlerin baskısı ile Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Kıbrıslı Rum yönetici elitlerinin devleti ortaklık anlayışından çıkarmak için harekete geçmelerine kadar, sorunun kısa bir süreliğine buzdolabına kaldırılmasına yol açmıştır. 1963 yılı ise bir anlamda sonun başlangıcı olmuş ve ortak iradenin kuruluşunda rol almadığı bu Kıbrıslı Türk-Kıbrıslı Rum ortaklık devleti, Kıbrıslı Türkler için fiilen yıkılmıştır.

Böylece Kıbrıs sorununda bir diğer aşamaya geçilmiştir. 1964-1974 yılları arasında bir taraftan iki toplum arasında etnik çatışmalar yeniden başlarken, diğer taraftan toplumlararası görüşmelere devam edilmiştir. Bu safhadaki görüşmelerde Rum liderliği, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni bir Rum devletine dönüştürerek Türklere “azınlık haklarını” önerirken; Kıbrıs Türk liderliği ise Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bundan sonrası için coğrafi ayrılık zemininde bir siyasal yapıya dönüşmesi tezini öne çıkarmıştır. Bu dönemde, verili koşular ve siyasi güç dengesi açısından nispeten kuvvetli bir pozisyonda bulunan Rum liderliği “maksimalist” talepler öne sürmüştür. Bu dönem, aynı zamanda, her iki toplumun anavatanlarının adaya önemli fiili müdahalelerde bulunduğu bir dönemdir. 1967 yılındaki Yunanistan’daki askeri darbe ile yönetimi ele geçiren askeri cunta, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yönetimine de darbe girişiminde bulunmuş, bu girişim beraberinde birkaç kez ertelenen Türkiye’nin müdahalesini getirmiştir. Böylece ada da ikiye bölünmüştür. Türkiye’nin askeri müdahalesi, uluslararası toplum tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne yapılan bir hareket olarak görülmüştür.

1974’deki müdahalenin ardından bu sefer güç dengesi Türk tarafının lehine dönmüş ve müzakere süreci coğrafi esasa dayalı federasyon zeminde yapılmaya başlanmıştır. Bu süreç Kıbrıs Türk liderliğinin tek taraflı olarak Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurmasına yol açmıştır. KTFD’nin kurulması uluslararası toplum tarafından Kıbrıs Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğüne yapılan bir saldırı olarak kınansa da, federal devlet zemininde yürütülen müzakerelere zarar vermediği söylenebilir. 1983 yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi ise ulusalcı Kıbrıs Türk liderliğinin başından beri amaçladığı ayrı devlet ülküsünü gerçekleştirmesi anlamını taşımaktadır. KKTC, uluslararası toplum tarafından ayrılıkçı olarak nitelendirilmiş ve kabul görmemiştir. 1983’den bu yana yaşanılan “devlet” deneyimi ise aslında ne sağ ne de sol siyasetin bu ölü doğmuş devleti kabullendiğini göstermiştir. Sol siyasetin haklı ideolojik gerekçeleri ortadayken, sağ siyaset de uluslararası arenada tanınmayan bu devleti, Türkiye’ye bağlı olarak, en hafif deyimle “vesayet rejimi” altında yönetmeye ya da “yönettirmeye” çalışarak bugünkü mevcut statükonun oluşmasına yol açmıştır. Ulusal Kıbrıs Türk liderliği, çözüm iradesi olmadan “çözümsüzlük çözümdür” anlayışı ile 2000’li yıllardaki Annan dönemine kadar müzakere sürecini yönetmiştir.

Annan ve Post-Annan Dönemi

Annan dönemi, içerisinde fırsatları ve fırsatlardan daha fazla da hayal kırıklıklarını içeren bir dönem olmuştur. Kıbrıs’ın kuzeyindeki kırılgan ekonomik ve siyasi yapının dibe vurması, Türkiye’deki iktidar değişimi ile birlikte başa gelen Adalet ve Kalkınma Partisi’nin çözüm vizyonu ve Kıbrıs’ı da içerisine alan Avrupa Birliği’nin genişleme süreci, Kıbrıs Türk toplumunun çözüm yönünde hareketlenmesini sağlamıştır. Bu dönem özellikle Kıbrıs Türk solu için “paradigma değişimine” yol açmıştır. Bu döneme kadar Kıbrıs’ın kuzeyinde iktidarı ele geçirmesi halinde Kıbrıs’ın güneyindeki yoldaşları ile sorunu çözebileceğine dair sağlam bir inanç üzerinden politika yapan Kıbrıs Türk solu, bir anlamda duvara çarpmıştır.  Bu dönemde hem görüşmeci hem de hükümet katında, uzun yıllardır barış mücadelesi veren Cumhuriyetçi Türk Partisi (CTP), “iktidarı” ele geçirmiş, buna rağmen Kıbrıs’ın güneyindeki “yoldaşlar” ile müzakere süreci istenilen sonuca ulaştırılamamıştır.

Kıbrıs’ın on yıllardan bu yana süren bölünmüşlüğü, iki toplum arasındaki temasın uzun yıllardan beri ortadan kalkmış olması ve iki toplum liderliğinin tavırları, aşılması güç güven sorunlarına neden olmuştur. Buna ek olarak Kıbrıs’ın kuzeyinde her geçen günün etkisini daha çok hissettiğimiz, Türkiye’nin ve Kıbrıs’ın kuzeyindeki yönetici elitlerin birlikte kurguladıkları “vesayet rejimi”, müzakere sürecinin diğer bir bilinmeyeni olarak denkleme eklenmiştir. Bir başka deyişle “Türk tarafı” yalnız Kıbrıs Türk toplumunun değil, aynı zamanda Türkiye’nin çıkarlarını müzakere masasına götürmek ve zaman zaman Türkiye’den icazet almak durumunda kalmıştır.

Kıbrıs Türk siyasi tarihinde, iki kez, merkez soldan bir siyasi aktör toplum lideri olarak müzakereleri yürütmüştür. Bunlardan ilki yukarıda bahsedilen Cumhuriyetçi Türk Partisi lideri Mehmet Ali Talat, diğeri ise hâlihazırda bu görevi yürüten ve Toplumcu Kurtuluş Partisi’nde de (daha sonraları Barış ve Demokrasi Hareketi ve Toplumcu Demokrasi Partisi adlarını almıştır) uzun süre siyaset yapan Mustafa Akıncı’dır. Her iki siyasi figür de Kıbrıs sorununu çözme gayesi ile göreve gelmiş, ama istenilen noktaya da bir türlü varılamamıştır. Elbette bu sorunu olumsuz yönde etkileyen hem Kıbrıs Rum kaynaklı, hem de dış kaynaklı faktörleri göz ardı etmek mümkün değildir. Ancak bu faktörlerin analizi, başka bir yazının konusu…

Çözüm Statükosu ve Solda Paradigma Değişimi

Yazının ana konusuna dönelim… 1968 yılından beri ulusal sağ çizgideki liderler tarafından yürütülen müzakereler, sol liderler tarafından da benzer bir metodoloji kullanılarak yürütülmeye çalışılmıştır. “Bütünlüklü Çözüm” denilen bu metodolojinin ana ilkesi “her konuda anlaşmaya varılmadıkça hiçbir konuda anlaşılmış” sayılmaz ilkesidir. Yarı yüz yıla yaklaşan müzakere tarihinde ise o mükemmel noktaya ulaşılamadığı gibi, sürecin doğası gereği yakınlaşma sağlanan konularda dahi günün sonunda uzlaşıya varılamamış ve her defasında sil baştan noktasına mahkûm kalınmıştır.

Barış ve çözümü birbirinden ayırt etmek gerekmektedir. Çözümü, kısaca, müzakere masasında bulunacak bir antlaşmayla sağlamak, bu anlaşma üzerinden ifade etmek mümkünken, barış için daha geniş bir dağarcığa ihtiyaç vardır. Barış, her şeyden önce, iki toplum arasındaki tarihsel çatışma kültürünün yerini, birlikte yaşama kültürünü içeren federal bir anlayışın alması demektir. Sol siyaset, bu olguların birbiri ardına gerçekleşmesi gerektiği fikrine dayalı bir çözüm siyaseti gütmüştür. Buna göre, önce müzakere masasında çözüm adı altında uzlaşıya varılacak, daha sonra ise iki toplum arasında barış süreci yürürlüğe girecektir… Oysa iki toplum arasındaki tarihsel arka planın yarattığı güvensizlik ortamı ve müzakere sürecinin iki toplumun siyasi elitleri arasında yürütülmesi ve toplumların süreçten dışlanması, müzakere masasını da her defasında olumsuz yönde etkilemiştir. Bu anlayışın, sol siyaset açısından ters yüz edilmesi gerekmektedir. İki toplum arasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel ilişkilerin ve güven yaratıcı önlemlerin sistematik bir şekilde siyasetin alanına dâhil edilmesi, toplumlararası barışa hizmet edeceği gibi, yıllardır yüksek siyasetin ve siyasi elitlerin tekelinde bulunan müzakere masasındaki güven ortamının oluşmasına da katkı koyacaktır.

Annan dönemi öncesi sağ siyasetin “çözümsüzlük çözümdür” yaklaşımı, çeşitli nedenlerle, yerini samimiyetinin sorgulanması gereken “biz de çözüm isteriz” noktasına bırakmıştır. Böylece söylemde dahi olsa Kuzey Kıbrıs siyasetinin tüm siyasi yapıları çözüm noktasında birleşmiştir. Dolayısıyla ister istemez sol ve sağ siyasette bir benzeşme tehlikesi sol adına ortaya çıkmıştır. Mamafih, doğaldır ki herkesin çözümü birbirinden farklıdır. Kıbrıs Türk solu ideolojik doğası gereği, kendini bu “çözüm statükosundan” ve reel politiğin tuzaklarından kurtararak; Kıbrıs Sorunu ile ilgili daha yapıcı ve ilerici politikalar üretmek zorundadır. Çözümden yana olmak artık sol için yeterli değildir. Kıbrıs’ın kuzeyinde siyasi parti ve örgütlerin kendilerini Kıbrıs sorunu üzerinden konumlandırması yetersiz bir zemin haline gelmiştir. Sol siyaset, kaçınılmaz olarak, özgürlükten, halklar arası barıştan, adaletten ve enternasyonalizmden yana olduğu için, solun Kıbrıs sorununa bakış açısı da öncelikle Ada’nın birleşmesinden ve “federalizm”den yana olmalıdır. Hatta sol, kuzeydeki de facto devleti, federal bir şekilde yeniden kurgulamalıdır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de seslendirilen iki devletli, “ayrılıkçı çözüm” yaklaşımlarının uluslararası düzeyde dayanağı olmadığı gibi, bu, solun ideolojik doğasına da aykırıdır. Kaldı ki bu tür ayrılıkçı politikaların, Kıbrıs Türk toplumunu, vesayet rejiminden daha da ileriye, “ilhak”a kadar sürükleyeceği aşikârdır.

Bu haber toplam 3287 defa okunmuştur
Gaile 418. Sayısı

Gaile 418. Sayısı