Kıbrıs Sorununa dair bazı değerlendirmeler
Akıncı-Anastasiadis ikilisinin görüşmelere ilk başladıkları zaman iki toplum arasında esen barış ve dostluk rüzgârı bugün durdu ve yerini ters yönde esen rüzgârlara bıraktı.
Şevki Kıralp
[email protected]
2017 yazında gerçekleşen Crans Montana zirvesinde, tarafların Kıbrıs Sorunundaki temel anlaşmazlık noktaları tekrardan gün yüzüne çıktı. Akıncı-Anastasiadis ikilisinin görüşmelere ilk başladıkları zaman iki toplum arasında esen barış ve dostluk rüzgârı bugün durdu ve yerini ters yönde esen rüzgârlara bıraktı. Toplumların sosyo-siyasal atmosferinde, geçmişteki çatışmanın ve günümüzdeki uyuşmazlığın tüm sorumluluğunu karşı tarafta arama eğilimleri yeniden yükseldi, yaygınlaştı. Dahası, denizlerde hidrokarbon anlaşmazlığından ötürü bir gerilim var; Derinya ve Aplıç kapılarıysa halen daha açılamadı. Elbette toplumlar, toplumların içerisindeki çeşitli kesimler, bu kesimlerin savundukları görüşler, tarafların siyaseti, uluslararası koşullar ve daha pek çok şey dinamiktir. Bu durumların hiç biri bu şekilde statik kalmayacaktır. Bazen daha iyiye, bazen daha kötüye doğru değişecektir. Çöken süreç ortaya koydu ki, güvenlik-garantiler başlığı müzakerelerin her iki taraf açısından da en kritik başlıklarından biri (belki de birincisi). Yunan tarafı “garantileri kaldırın, bizi toprakta tatmin edin, size dönüşümlü başkanlığı verelim” diyor. Türk tarafıysa “garantileri şu aşamada kaldırmayız, dönüşümlü başkanlıksa olmazsa olmazımızdır” pozisyonundadır. Aslında bunlar yeni pozisyonlar da değildir, taraflar kendi sebeplerinde ötürü bu hususlarda uzun yıllardır benzer tavır sergilemektedirler. Görüşmeler çöktü ve her iki tarafta da sesi henüz gürleşmese de “anlaşmalı ayrılık” gibi formüllerden söz edilmeye başlandı.
Garanti Anlaşması ne ifade ediyor? Garantiler sorunu neden çözülemiyor?
Müzakerelerin en zorlu başlıklarından biri güvenlik-garantiler başlığıdır. Garanti Anlaşması, 1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluşunu mühürleyen Zürih-Londra anlaşmalarının temel halkalarındandır. Kıbrıs’ın 2004’te üye olmasıyla birlikte, Garanti Anlaşması AB’nin birincil hukuku haline gelmiştir. Dolayısıyla, değiştirilmesi ya da kaldırılması ilgili tüm tarafların onayına (Kıbrıslı Rumlar ve Türklerin referandumda, Yunanistan, İngiltere ve Türkiye’nin de meclislerinde aynı kararı vermelerine) bağlıdır. Garanti Anlaşması genellikle Türkiye’nin müdahale hakkı üzerinden tartışılır. Fakat anlaşmanın gündeme neredeyse hiç gelmeyen başka boyutları da mevcuttur. Örneğin, anlaşmanın üçüncü maddesi adadaki İngiliz üslerinin Kıbrıs Cumhuriyetinin kuruluş anlaşmasında belirtilen haklar doğrultusunda İngiliz hükümetinin egemenliği altında olacağını; Kıbrıslıların, Türkiye’nin ve Yunanistan’ın ise bunu “garanti ettiğini” ifade etmektedir. Kuruluş anlaşmasında belirtilen haklardan biri, İngiliz savaş uçaklarının Kıbrıs hava sahasını neredeyse hiç bir sınırlama olmaksızın kullanabilme hakkıdır. Kısacası, Garanti Anlaşmasının “garanti” altına aldığı unsurlar arasında, İngiltere’nin Kıbrıs’taki üsleri vesilesiyle Kıbrıs hava sahasında istediği savaş uçağını uçurabilmesi ve bu uçakları istediği sınır-ötesi operasyona götürebilmesi de vardır. Fakat Kıbrıs Rum ana-akım siyaseti de, Kıbrıs Türk ana-akım siyaseti de, Garanti Anlaşmasının İngiliz hükümetine sömürge döneminin sonundan beridir dolaylı ve dolaysız olarak tanıdığı neo-Kolonyalist ve neo-Emperyalist ayrıcalıklar hakkında yorum yapmaktan genellikle kaçınır. Açıkçası ana-akım siyasette bu durumdan rahatsızlık dile getiren hemen hemen kimse yoktur.
Kıbrıs Rum siyaseti “garantiler ve Türkiye’nin müdahale hakkı bağımsız bir devletin egemenliğine aykırıdır” tezini savunarak Garanti Anlaşmasının yürürlükten kaldırılmasını talep ederken Kıbrıs Türk siyaseti de “Türkiye’nin garantörlüğü olmazsa haklarımızı koruyamayız” diyerek anlaşmanın yürürlükte kalmasını talep etmektedir. Aslında her iki toplum da kendi açısından haklıdır. Bu haklılık hukuki bir haklılıktan öte toplumsal travmalarla ilgilidir, çünkü 1963-64 ada Türkleri açısından, 1974’se ada Rumları açısından toplumsal belleklerde derin izler bırakmıştır. Bu noktada bir ara formül bulunabilir mi? Bulunabilir ve aslında bazı formüller mevcuttur. Örneğin, Sn. Akıncı, belli bir süre önce Türkiye’nin müdahale hakkının sadece adanın kuzeyi, yani Kıbrıs Türk kurucu devleti ile sınırlı kalmasını teklif ettiğini, ancak Sn. Anastasiadis’in bunu kabul etmediğini açıklamıştır. Aslında bu yöntem Kıbrıslı Türkleri Türkiye’nin garantörlüğü ve müdahale hakkından mahrum etmeyecek, Kıbrıslı Rumlarıysa kendi coğrafyaları (adanın güneyi) ve kendi kurucu devletleri açısından Türkiye’nin müdahale hakkından uzaklaştıracak, iki taraf açısından da ciddi ölçüde makul sayılabilecek bir yöntemdi. Eğer federal çözüm görüşmeleri günün birinde tekrar başlayacak olursa, bu ve benzeri yöntemleri yabana atmamaktan, üzerlerinde daha fazla durmaktan taraflara fayda gelecektir.
Anlaşmalı ayrılık mümkün mü? Ne getirir? Ne götürür?
Kıbrıs Türk tarafı 1964 Londra Konferansında Kıbrıs Türk tarafı federasyon tezini masaya yatırmış, ancak ilerleyen yıllarda BM yetkililerinden “federasyon talebiniz toplumlararası ilişkilere zarar vermektedir, bunu yapmayınız” uyarısını almışlardı. Yani, 1974 öncesinde masada federasyon yoktu. Federal tez, 1977 Denktaş-Makarios anlaşmasıyla resmileşti. O günden sonra BM’nin Kıbrıs müzakerelerindeki misyonu federal çözüm lehine oldu. Tüm BM Güvenlik Konseyi kararları federal çözümle ilgiliydi. Eğer iki taraf “biz bu federasyonu beceremiyoruz, başka bir model görüşelim” noktasında hem fikir olurlarsa, BM de buna uyum sağlar ve farklı modeller görüşülmeye başlanabilir. Anlaşmalı ayrılık da bunlardan biri olabilir. Tabi bunun için de yine referandum, yani her iki toplumda da çoğunluğun böyle bir modeli benimsemesi gerekli olacaktır. Diyelim ki bu oldu, hatta daha da ileri gidelim ve diyelim ki, AB anlaşmalı ayrılığın Kıbrıs Türk devletini içerisine almayı kabul etti ve devlet BM’ye de üye oldu. Böylesi bir durumda da Kıbrıs Türk devleti Kıbrıs Rum devletine toprak ve mülkiyet iade etmek zorunda kalacaktır ve yine çok sayıda Kıbrıs Türkü çözümün hayata geçmesiyle birlikte yer değiştirmek durumunda olacaktır. Bu rakam belki de federal çözümde yer değiştirecek olanların sayısını da geçecektir.
Unutmamalıyız ki, kuzeydeki mülkiyet rejimi tam manasıyla sosyal adaletsizlik yumağıdır. Güneyde bıraktığı mülkiyetin çok daha fazlasını kuzeyde “eşdeğer” niyetine alan insanlarımızın sayısı da hiç az değildir, çok daha azını da. Ayrıca, 1974 öncesinde Kıbrıs’ta yaşıyor olmayıp da bugün bir şekilde Rum evinde yaşayan çok sayıda insanımız da vardır. Ya Rum mülkünü satanlar ve satın alanlar? Bütün bu insanlara adalet ve sosyal adalet açısından makul muamele etmek kolay olmayacaktır. Kim yer değiştirecek, kim değiştirmeyecek? Yer değiştirmeyecek olan ne kadar tazminat ödeyecek? Nasıl ödeyecek? Yer değiştirecek olan ama geliri olmayan, yer değiştirecek olan ama yaşı çok ilerlemiş ve çalışacak durumda olmayan insanları nasıl bir akıbet bekleyecek? Belki de çok sayıda insanımız yeni bir evde yeni bir yaşam kurmak için, ya da tazminat ödemek için ağır borç yükü altına girmek zorunda bırakılacaktır. Hatta pek çoğu varını yoğunu yerli ya da yabancı üst-sınıf insanlara, şirketlere, bankalara kaptırma tehlikesi yaşayacaktır.
Bütün bu sorunlar elbette federal çözümde gündeme gelebileceği gibi anlaşmalı ayrılık modelinde de gelebilecektir. Bazı farklarla tabi… Mesela, federal çözümde uluslararası toplumun da desteğiyle gerçekleşecek olan kuzey ekonomisini ve yaşam standartlarını güney ekonomisine ve yaşam standartlarına getirme ilkesi büyük ihtimalle gerçekleşmeyecektir. Çünkü iki ekonomiyi ortak bir kazanda kaynatma durumu olmayacağı için kuzeyin kalkınması kuzeyin sorunu olacaktır. Ayrıca, çok sayıda Türk gence ve çok sayıda Rum gence nitelikli iş bulma imkânı yaratacak olan federal devlet birimleri kurulmayacaktır. Adanın toplam refahında güneydekilerin kuzeyden, kuzeydekilerinse güneyden, yani herkesin adanın bütünün istifade edebilmesinin çerçevesi oldukça daralacaktır. Evet, taraflar üzerinde uzlaşırlarsa anlaşmalı ayrılık modeli mümkün olabilir, ancak bu modelin Kıbrıs Türk alt ve orta sınıflarından insanlara getireceği ekonomik yük hiçbir koşulda federasyonun getireceğinden daha hafif olmayacaktır.
Türkiye anlaşmalı ayrılık modelini destekler mi?
Türkiye Suriye’de başlattığı askeri operasyonları uluslararası alanda önemli bir teze dayandırdı: “Biz Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılıyız”. Türkiye’nin resmi Suriye tezlerinde hiçbir zaman komşusunun toprak bütünlüğü aleyhine bir tavır olmadı. “Esad gitsin” dedi ama “Suriye’yi bölelim” demedi. Aynı Türkiye, yıllardır kendi topraklarının etnik temelde bölünmemesi için uğraş vermektedir ve Orta Doğu’da bugün taşların yerinden oynamakta olduğu bir konjonktürde toprak bütünlüğünün önemini çok iyi bilen bir bölgesel güçtür. Bundan ötürü, bölgenin bu günkü şartlarında Türkiye’nin Kıbrıs’ta anlaşmalı ayrılık gibi bir modeli desteklemekte acele etmesini gerektirecek her hangi bir durum yok gibidir. Ancak, Türkiye’yi federal çözümü acilen bulmak için olağanüstü bir çaba içerisinde olmasını gerektirecek her hangi bir faktörün mevcut olduğunu iddia etmek de güçtür. Görüntüde TC-ABD ilişkilerinde Suriye meselesinden ötürü bir tatsızlık vardır. AB Türkiye’nin üyeliğini, Türkiye de AB üyeliğini gözden çıkarmış durumdadır. Ancak Türkiye’nin uluslararası ekonomik ilişkileri çok da karamsar değildir. Türkiye’nin Kıbrıs Sorununda 2004 Annan dönemindekine benzer ataklar yapmasından memnun olabilecek ülkeler arasında Almanya, İtalya, Fransa, İspanya, Hollanda ve Belçika gibi AB ülkeleri vardır ve hepsi de (Almanya birinci sırada olmak üzere) Türkiye’nin en çok ihracat yaptığı ülkeler arasındadır. Türkiye’nin bu ülkelere ihracatında son yıllarda her hangi bir düşüş söz konusu değildir ve olacağı varsaydı çoktan olurdu. Ayrıca, Türkiye’nin ABD’ye olan ihracatında son yıllarda oldukça bariz bir artış gözlenmektedir. Bunun yanında, Suriye iç savaşının bazı önemli kırılma noktalarında Türkiye’nin Rusya’ya ihracatı korkunç biçimde azalsa da, Türk-Rus ilişkilerinin yeniden toparlanmasıyla birlikte yeniden yükselme eğilimine girmiştir. Dolayısıyla, Türkiye’nin Kıbrıs Sorununa yaklaşımında radikal bir değişikliğe gitmesini gerektirecek her hangi bir durum bulunduğundan söz etmek zordur.