Kıbrıs üzerinde Gezi’nin ruhu gezinirken...
Gezi Parkı protestoları, her ne kadar kentsel soluk alanlarını koruma ve müşterek alanları sermayeye devretmeye karşı başlamış sivil, siyasal bir hareket olsa da, T.C devletinin uyguladığı terör ile Türkiye tarihinin en nev-i şahsına münhasır eylemlerine dönüşmüştür. 28 Mayıs 2013’te başlayıp 30 Ağustos 2013’e kadar süren, T.C’nin dört bir yanına yayılan, 11 kişinin öldüğü, 8 bin kişinin yaralandığı ve 3 bin kişinin tutuklandığı eylemler; AKP’nin tek din, tek mezhep, tek etnik kimlik üzerinden şekillendirdiği muhafazakâr politikalarının en derinden sarsıldığı olaylar olarak kabul edilmektedir. Apolitik odakların dahi politik bir hareket içerisinde kendini bulduğu, tepeden değil tabandan olgunlaşan, birlikte hareket edeceği asla tahayyül edilemeyen kültürel/siyasi odakların, ortak gaile için biraraya gelerek birçok basmakalıbın yıkıldığı Gezi Parkı protestoları, yazar Mustafa Akyol’un belirttiği gibi AKP’nin baskıcı rejimine karşı kümülatif bir reaksiyondur.
Antropolog ve gazeteci Ayşe Çavdar’ın, İngiltere’nin en önemli gazetelerinden biri olan Guardian’da yayımlanan söyleşisinde, Gezi ile ilgili yaptığı tespitler; Gezi’nin dili, biçimi ve özünün Türkiye siyasal hareketinde sahip olduğu önemin kavranması adına oldukça kayda değerdir... Gezi Direnişi ile Türkiye coğrafyasındaki politikanın dili ve temelinin tümden değiştiğine işaret eden Çavdar, bu durumun oluşmasında en büyük etkenin, Gezi’nin herhangi bir ‘güç pratiği’ önermeyişi olduğunu kaydeder. Gezi’nin, ‘güç pratiği’ önerisinin tam aksine yaşama kesin bir ‘bakış’ olduğu ifade edilen yazıda, Gezi’nin, gücü yargılayan bir pratik olduğu söylenir. Antropolog ve gazeteci Ayşe Çavdar, yazının devamında, Türkiye siyasi tarihinde asla bir araya gelemeyeceği sürekli söylenen odakların, Gezi’de aynı emel için mücadele verebildiklerini kaydeder. Çavdar, bu önemli eşiği şu cümle ile açıklar: “Gezi, muhafazakar Müslümanlar, laik, milliyetçi Türk ve Kürt, Alevi ve Sunniler, kadın ve erkekler arasındaki duvarı ortadan kaldırmıştır”
Gezi Direnişi’nin bir başka önemli sonucu ise görünmezi görünür, duyulmayanı işitilir yapmasıdır. Gezi, Türkiye’de birçok insanın kör, sağır ve dilsiz olduğu olaylar ile algı sahibi olmasını, bir tavır geliştirebilmesini beraberinde getirmiştir. Akademisyen Ahmet İnsel, ‘bir haysiyet ayaklanması’ olarak tanımladığı Gezi Direnişi ile Kürt hareketinin ‘derdinin’ ‘bir miktar’ sezilmesinin sağlandığını belirtir. İnsel’in bu yaklaşımını geliştirip, Kürtlerin yanına Roman vatandaşlarını, Alevileri, feministleri, lgbti bireyleri, futbolseverleri ekleyebiliriz...
Yazımın başında bahsettiğim gibi; Gezi, birçok başlıkta Türkiye’nin bugüne kadar yaşanan en nev-i şahsına münhasır eylemler silsilesi olarak kabul edilebilir. Türkiye’deki düşünce yazılarının en önemli isimlerinden biri olan Tanıl Bora, kaleme aldığı ‘Gezi Direnişi: Bir yanımız bahar bahçe’ başlıklı makalesinde, Gezi’nin en önemli aygıtlarından biri olan mizahın, Gezi’yi ‘biricik’ kılan unsurlardan biri olduğunu ifade eder. Bora, devlet şiddetine karşı minimalist ‘karşı güç’ kullanılan, yaratıcılığın, barış dilinin, mizahın egemen olduğu Gezi’de kullanılan mizahın, iktidarı nasıl etkilediğini şu cümleler ile özetler: “İktidarın ve entelektüellerinin kaşları, sadece muktedir öfkesinden, siyasi tehdit algısından değil, karşısındaki şen mizahtan ötürü de çatıldı. İroni öfkelendirir. Kaba güç, huşunet, mizahın ve ince zekânın yumuşak gücüne çarptığında moral üstünlüğü kaybeder – basbayağı rezil olur”. Tanıl Bora yine aynı makalesinde, apolitik, lümpen, popülist diye etiketlenen gençlerin Gezi’nin lokomotif güçlerinden biri olduğunu anımsatır. Gençlerin, Gezi’nin başat güçlerinden biri olması ile AKP rejiminin insanlara bilinci olmayan varlıklar gibi davranması arasında önemli bir ilişki olduğu altı çizilen yazıda, AKP’nin otokratik politikaları ile insanlara reşit vatandaşlar değil de korunmaya muhtaç sabiler, vesayet edilecek eksik akıllılar, zapturapta alınacak düşük ahlaklılar gibi muamele ettiğini söyler. Tanıl Bora; bahse konu müstekbir tavrın, herkesten çok, gençleri çileden çıkardığına ve bu boyutu ile Gezi’nin bir zaman, gençlerin rüşt isyanı olarak da bilineceğine dikkat çeker.
Dünyanın önemli üniversitelerinden biri olarak gösterilen MIT’nin İstanbul kökenli ekonomi profesörü Daron Acemoğlu’nun 5 Haziran 2013 tarihinde New York Times’da kaleme aldığı Development Won't Ensure Democracy in Turkey (Kalkınma, Türkiye’de demokrasiyi garanti altına almayacak) başlıklı yazısında, Seymour Martin Lipset’in ekonomik kalkınmanın demokrasiyi getireceğini öngören Modernleş(tir)me Teorisi’nden bahseder. Yazısında, AKP’nin iktisadi başarılarının kaçınılmaz olarak otoriter yönetim biçiminin sonunu getireceğini ifade eden Acemoğlu, yapılması gerekenin sabretmek olduğunu belirtir. Modernleş(tir)me teorisinin dünyanın çeşitli yerlerinde demokrasinin yükselişini açıklamakta her zaman çok da başarılı olamadığının altını çizen Acemoğlu, bu noktada Tayvan ve Güney Kore demokrasilerini örnek gösterir. Daron Acemoğlu, New York Times’taki yazısında, Tayvan ve Güney Kore’de yaşanan ekonomik büyümeye rağmen, demokratikleşme sürecinde sendikacılar, öğrenciler ve ordu arasında yaşanan çatışmaları anımsatır…
Yazısının devamında Gezi Parkı protestolarındaki devlet şiddeti ile Türkiye’nin demokratikleşme sürecini irdeleyen Acemoğlu, Gezi Parkı protestolarının devlet şiddeti ile bastırılmasından önce bile Türkiye’nin Ortadoğu’nun geri kalanı için model olabilecek olgun bir demokrasi olmaktan çok uzak olduğunu belirtir. AKP’nin “güçlendikçe” muhalif seslere tahammülünün de azaldığını ifade eden Acemoğlu, demokrasinin sadece “sandık” ile ölçülemeyeceğini anımsatarak, devlet şiddetine rağmen Gezi Parkı protestoları ile sokaklara dökülen yüz binlerin Türk demokrasisinin reşit olma anını temsil edebilecek oluşuna dikkat çeker…
Ne kadar ‘tesadüfîdir’ ki Gezi’nin üçüncü yıldönümünde, Kıbrıs’ın kuzeyi de AKP’nin otokratik politikalarının beden bulduğu bir coğrafyaya dönüştürülme gailesi ile bir tiyatro sahnesine çevrilmiştir. Gerek ortaya çıkartılan ‘yeni’ siyasi aktörler, gerek bir önceki hükümet döneminde Bakanlar Kurulu’nun onayladığı, polise aşırı yetki veren ve ülkeyi polis devletine dönüştürecek kararlar, gerekse son günlerde Anayasa’ya aykırı bir şekilde, yurttaşın yürüyüş ve gösteri hakkını izne tabi tutan kararlar, değişik kisveler altında ülke insanın önüne konmuştur. Aslında ‘tedbir’ altındaki tüm bu yasaklara bir başka okuma yapılabilir ve baskıcı rejimlerin en büyük korkusunun sokak olduğu rahatlıkla görülebilir.
Kıbrıs’ın kuzeyinde bugüne kadar politik alanlar maalesef genellikle ya siyasi partiler ya da sendikalar olarak algılanmıştır. Oysa Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan insanların politikanın öznesi olduğu; yetkinin, hükümetin karşı duruşuna rağmen halk tarafından elde edildiği yegâne olaylarda politikanın merkezinin sokak olduğunu görüyoruz. Geçtiğimiz aylarda da bir yazımda altını çizdiğim gibi, yakın coğrafyamızdan dayatılan, yerel işbirlikçilerin de edilgenliği ile beden bulan baskıcı politikalar ile bugün daha fazla demokrasi, daha fazla özgürlük talep eden, emek mücadelesine inanan odaklar, sistematik baskı altındadır; bölünmekte, dağıtılmaktadır. Türkiye’den ithal edilen politikaların bireysel özgürlükler, emek üzerindeki saldırı biçimi, araçları her geçen gün değişmekte ve gelişmektedir. Buna ek olarak günümüz yaşam biçiminin bireyselciliğe olan vurgusu, sınıf bilincinden yoksun, apolitik ve parçalanmış kimliklerin örgütlenmesinde çetrefilli bir durum yaratıyor. Kolektif mücadelenin demode olarak algılandığı bu çağda, kendini sol sanan, ezberlenmiş retorikler ve bilindik kadrolar ile bu dayatmalara karşı sözümona direnen odakların, bu toplum için umut olmadığı aşikardır. Böyle bir anlayışa bel bağlayıp, özgür ve demokratik bir Kıbrıs düşlemek, ütopik bir hedef bile değildir... Sanırım bu noktada yapılması gereken, siyaset üreten tek mecranın siyasi partiler veya sendikalar olmadığını; tek iktidar alanının da Meclis olmadığını hatırla(t)maktır. Bu noktada; gerek Gezi Direnişi gerekse bizim yakın tarihimizde yaşanları hatırlamak, sokağın gücünü yeniden idrak etmek açısından yeterli olacaktır.
Dayanışan, yatay örgütlenen, düşlediği bir dünya gibi örgütlenebilen, tepeden bakmayan, elitist olmadan entelektüel olabilen, çoğulcu, ekolojist, hem teorik hem pratik zemini ile örnek olan, tutarlı bir mücadelenin yeri vardır; bu yer sokaktır. Şimdi ise tam zamanıdır...