Kıbrıs’ı yağmalamak!..
Böyle bir başlık atarken çok düşündüm. ‘Yağma’ kelimesinin anlamından kaynaklanan bazı tereddütlerim vardı. Sözcüğünün birçok kişinin zor kullanarak elde ettikleri malı alıp kaçırmaları veya düşman topraklarına yapılan baskın/çapul gibi olumsuz anlamlar içermesinden dolayı, söze başlarken, yazının genelde olumsuz etki bırakması hissi, tereddütlerden oluşan bir düşünce ormanının içine doğru beni sürükledi. Ama sonra kelimenin kökeni ve anlamı ile okuma ve düşünme bağlamında bir sürü fikrin içinde yüzerken, galiba en doğrusunun böyle olması gerekliliği üzerinde iyice yoğunlaştım. İkna oldum. Sonuç olarak bahis açıp, konuyla ilgili birkaç not düşerek, yola devam edecek olan yazının amacı: Adanın topraklarına yapılan her türlü baskınla, gerek kültürel gerekse toplumsal anlamda yağmalanmasını paranteze alacaktı. Ve böylece, ada için bugüne kadar baskı veya zor kullanılarak, gönüllü ya da gönülsüz yaşanan, değişime hatta daha iyimser bir tavırla gelişme(!) adına ne varsa etki bırakan, ardı arkasına sırası geldikçe açılan parantezin içine yumak halinde doluşmaya başladı.
Gerçek anlamının ötesine geçerek, değişmeceli olarak da evirip çevirmek gerek böylesi bir başlığı… (Her yöne hem de!)
Bulunduğum yerden baktığımda, kültür, sanat, tarih, coğrafya, toplumsal değişimlerle, insani değerlerle, yaşananlarla, yıkımlarla, ölümlerle, kayıplarla ve politikaların kişiselleştirilmesiyle hırpalanan bir Kıbrıs duruyor, benim karşımda… Bu hırpalanma ne kadar çok çiğnenmiş ve gerek kişilik, gerekse toplumsal düzen içerisinde metamorfoza uğratmış bizleri.
Daha da devam etmekte!
Bir toplumu hiçleştirmenin en etkin yolu: kültürü evire çevire hem maddi, hem de manevi anlamda yağmalamak! Fiilin kendi başınalığına diyeceğim bir şey yok. Ama etken hale getirilmesi bağlamında eyleme dönüştürüldüğünde, yaramızın çok olduğunu da hemen vurgulamak istiyorum. Belki de yağmalamak fiilinin açtığı yollara sapmadan,esas olan, “kültür nedir?” diye sorarak işe başlamak!
Kültür, tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür. Diğer bir deyişle, toplumun tarihsel süreç içinde ürettiği ve kuşaktan kuşağa aktardığı her türlü maddi ve manevi özelliklerin tamamıdır. Ve anlatabilmek okuyan herkese, bu yazının her satırının gizil anlamının gelecek adına “endişeli” haletiruhiye ile beyaz sayfaya kelime kelime damladığını ve fakat belki de bazı fikirlerin kabul görmeyeceğini de göze alarak.
Şöyle bir düşündüğümde yüzölçümü olarak ADA’nın Akdeniz’de kapladığı alanın küçüklüğüne rağmen, kültür katmanlarının zenginliğini bir kez daha görerek idrak edince daha tutkuyla çarpılıyor insan. Üzerinde yaşanan onca acıya, olumsuzluğa, kanlı gözyaşlarının suladığı her karış toprağına ve bölünmüşlükle acıyan bedenine rağmen her şeye inatla güzeldir Kıbrıs; yaşamasını bilen için!
Büyülü güzellik dedikleri bu olmalı!
Bizler, göçte olanlar, bilemedik birçoklarına göre adanın kıymetini ve terk ettik. Hatta en acımasız görüşlere göre, arada derede asılı bedenlerimizle, ruhlarımızla “umursamaz” kaldık yıllarca adanın yaşadığı her anın telaşına.
Şimdi sormak istiyorum: “Yaşarken biliniyor mu ki, birçok şeyin kıymeti?”
Buradan baktığımda “şikâyet edebiyatı” üzerine kurulu yaşamların gölgelerini görüyorum. Oğluma Kıbrıs’ı anlatmaya başladığımda, ilk olarak ikiye bölünmüşlüğünden bahsetmiştim. 4 yaşındaki aklıyla “adanın canının acıyıp acımadığını” sordu bana.
Can değil canlar acıdı oğlum!
Bölünerek azaldık gün be gün her anın zamana yansıyan acı kokan buğulu görüntülerinde…
Sürekli ve derin bir yabancılaşma duygusu yaşıyor insan, kendi kabuğunda, kilometrelerce uzakta. Bir de yıllar yıla eklendikçe ve yığıldıkça yaşam sürecine anılar, daha bir derinleşiyor hüzün ve bu defa gerçek “yağma” insanın belleğini altüst ediyor rutin yaşam telaşının sayfa aralarında… Yaşadığınız günlük mesafeye, bir de uzaktan bakıyorsunuz. Ve bu bakışlarda görebildiğim tek şey yine ADA oluyor. Uzaktan bakıyorum. Hem de kilometrelerce öteden ve ne yazık ki “aitliği” kabul etmediğim bir dünyadan.
Fiziksel olarak, adadan yıllarca hatta bir ömür boyunca uzak kalmanın yalnızlığının anlaşılmasını beklemek gerekmiyor. Kimseden de bir ‘anlayış seremonisi’ beklemiyorum. Beklemedim de! Her gelişte eskiyi bulmak da değil uzakta olanın niyeti. Çünkü dünyanın birçok yerine dağılmış olan her Kıbrıslı, bir araya geldiğinde bir ADA olabilecek fragmandır. Mesafeler doğumu veren adadan uzağa atsa da yaşamı, farklı ekonomik, tarihsel, kültürel hatta toplumsal dil ve din seçenekleri içerisine zorunlu olarak itilse de insan, içindeki genetik kodlar bozulmadan kalıyor. Hani söz açılmışken şunu söylemek istiyorum; herkes çok iyi bilir ki, evler geçicidir. Esas olan bağların sıkıca kök saldığı topraklara olan bağlılığın uzak olunsa da güven vermesidir. Edward Said’in güzel bir sözü vardır evlerin geçiciliği ile başlayan: “Bizleri bildik toprakların güvenliğine kapatan sınır ve bariyerler aynı zamanda birer hapishane olabilirler.” Düşünüyorum da insan elinin değdiği bu kadar çok sınırın, bariyerin ve yasaklı bölgenin olduğu başka bir ada var mıdır?
***
Kıbrıs yağmalanıyor!
Bu can acıtan odak üzerinde düşünmenin zamanı, geldi de geçiyor bile!
Sözüm şu ki: Kültürün anlamını yeniden düşünelim!
Maddi ve manevi kültürün avuçlarımızın arasından nasıl kaybolduğunu kültür şoku, kültür gecikmesi, kültür asimilasyonu, kültür emperyalizmi olgularına açılan pencerelerden bakarak yeniden görelim!
Adaya sahip çıkmak için ‘BİZ BİLİNCİ’ne, ne zaman nail olacağız?
***
Okumuş olduğunuz yazıyı, daha önce bu köşede yine kaleme almıştım.
O zamanki düşüncelerimle, şimdikini karşılaştırdığımda, değişmediğini görmekteyim.
Birkaç gün önce sosyal medyada rastladığım bir Girne manzarası fotoğrafı üzerine, derin üzüntü içindeyim.
Sözlerimle, içimdeki öfke bulanıklığım boğazıma düğümlenip canımı acıtıyor.
Yağmalandık!
Yağmalanıyoruz!
Ve tüm bunlara sebep sizsiniz EFENDİLER!
Mutlu musunuz?