Kıbrıs’ın kuzeyinde linç kültürü ve medeniyet kaybı
Kıbrıs’ın kuzeyinde linç kültürü ve medeniyet kaybı
Tufan Erhürman
Kıbrıs’ın kuzeyindeki köpeksiz köyde, nesnesini bir türlü bulamayan bir öfkeyi kuşanmış insanlar, değneksiz kol geziyorlar ortalıkta. Satın alacağı şeyi bilmeksizin, sırf ne olursa olsun bir şeyler satın almak amacıyla alışverişe çıkmış müşteriler gibi kendilerine kurban bakınıyorlar. Küçük bir hareket, bir söz, bir fotoğraf, kimden geldiği belli olmasa da adeta bir emre dönüşüyor ve “abalı” olduğu sanılana vurmaya başlıyor herkes (Tanıl Bora, “Linç Ortamı ve Faşizmin Sarkacı”, Birikim, Sayı: 223, Kasım 2007, s. 10).
Bora, Türkiye’de bunun yönetenlerin bir aracı olduğunu söylüyor (Bora, s. 10). Kıbrıslı Türklerin seçilmiş yöneticilerinin ya da KKTC devletinin o kadar güçlü olduğunu sanmıyorum. Yirminci yüzyılın başlarından beri, bırakın devlet kurmayı, modern bir toplum oluşturmayı dahi beceremeyen topluluk, örgütlenme konusundaki basiretsizliğinin de etkisiyle, çoğu zaman sosyal medyada paylaşılan bir iletiyle ulaşıyor “biriz ve beraberiz” duygusuna.
Bu haller, hayal meyal hatırladığım, ilkokuldayken oynadığımız bir oyunu getiriyor aklıma. Kol kola girip yürüyen bir grup çoğunlukla erkek çocuk, “önümüze geleni basarız, arkamıza geleni teperiz” diyerek dolaşırdı okulun bahçesinde. Kendisine bir kurban bakınır ve uygun birini bulduğu zaman üzerine yürüyüp, onu taciz ederdi. Bir türlü ergenliğini tamamlayamamış topluluğumuzun en sevdiği oyunlardan biri hala bu belli ki! Başka bir yerlerde birikmiş öfkenin dışavurumuyla bir ilgisi olduğunu sanmıyorum ama yola çıkarken kim olduğu bilinmeyen birini taciz etmekten başka herhangi bir planlı amaca yönelmeyen bir hareketti yapılan. Bu hareketin bir başka özelliği de kol kola girmiş olanlardan yansıyan tuhaf neşeydi.
Sosyal medyadaki linç girişimlerinin de benzer özellikler taşıdığını düşünüyorum. Bu girişimleri sözünü ettiğim oyundan ayıran tek unsur birikmiş bir öfkeden kaynaklanıyor olmalarıdır. Onun dışında, rastgele bir araya gelmiş olma da, kendisine kurban bakınma da, önceden belli olmayan kurbanı taciz etmekten başka herhangi bir amaç gütmeme de ortak özellikler olarak ortaya çıkıyor. Her ikisinde de var olan o tuhaf neşe ortak özelliklerden bir diğeri. Nasıl ki “önümüze geleni basarız, arkamıza geleni teperiz” şarkısını söyleyerek meçhul kurbanını arayan çocukların en neşeli anı o kurbanın bulunup taciz edildiği andı, sosyal medyadaki linç güruhunun en neşeli anı da o (Bora, s. 11). Linç bir kez başladı mı, üretilen “esprilerdeki yaratıcılık” gerçekten de şaşkına çeviriyor insanı. Linç gösterisi bir süre sonra gösterişe dönüşüyor (Bora, s. 11) ve güruhun her bir üyesi zeka pırıltılarını göstermekte birbiriyle yarışmaya başlıyor.
Yukarıda sözünü ettiğim oyunda linç girişimlerinden farklı olarak bir öfke birikiminin bulunmaması, aranan kurbanın bir günah keçisi olarak isimlendirilmesini de güçleştiriyor ister istemez. Ortada herhangi bir günah yok ki onun keçisi bulunsun! Ama sosyal medyadaki linç güruhunun öfkesi çoğu zaman birden fazla günahtan kaynaklanıyor. Güruhun içindeki her bir birey, bir veya daha fazla olay veya olguyu “günah” konumuna yerleştiriyor ve o günahın keçisi için bakınmaya başlıyor (Bora, s. 11). Bu durumda, işsiz olan da, işten atılan da, vesayete karşı çıkan da, oğlu veya kızı işe alınmayan da, kendisine iş yeri açma izni verilmeyen de, evinin yan tarafında kendisini rahatsız edecek bir iş yeri açılmasına izin verilen de, maruz kaldıkları ve adaletsiz gördükleri eylemi bir günah mertebesine taşıyarak bu günahı üzerine yapıştırabilecekleri bir keçi buluyorlar. Bora’nın dediği gibi, “hemen bütün sosyalleşme yapılarının krizde olduğu, gitgide atomize olan, üstelik insanlarının büyük bir kısmının canının burnunda olduğu bir [toplulukta], kalabalık içinde kendini güçlü” hissedenlerin memleketteki her şeyin ters gittiğine ilişkin ortak kanıyla meşrulaşan refleksleri, burada herhangi bir yaptırımla karşılaşma riskini göze almaya gereksinim duyulmadan günah keçisinin üzerine boca ediliyor (Bora, s. 11).
Bu durum aslında topluluğun önemli bir ihtiyacına yanıt veriyor. Yine Bora’nın deyişiyle, “Akla değil, aslında asla duygulara da değil, reflekse, güdülere hitap eden böylesi kampanyalar, öfkesi, hatta saldırganlığı serbest bırakılan toplulukların bir kitle dinamiği içinde özdeşleşme ve kimlik bulmalarına, kendilerini... bir aidiyet içinde eritmelerine katkıda bulunuyor” (Bora, s. 10).
Gelin görün ki çoğu zaman yeni bir siyaset tarzı olarak da görülen bu tarz Bora’nın dediği gibi tam tersine politikanın inkarıdır. Dahası, sosyal medya aracılığıyla bir tür medeni toplum yaratıldığı sanılırken aslında bizatihi toplum olmak inkar edilmektedir. Toplum sözcüğünün önüne eklenen medeni sıfatı için ise durum daha da vahimdir. Çünkü linç ve linç tehdidi, hukuksal düzeyde suç olmak bir yana, “medeniyet kaybı”ndan başka bir şey değildir (Bora, s. 11).