1. HABERLER

  2. RÖPORTAJ

  3. “Kıbrıs’ın kuzeyinde seks köleliği var”
“Kıbrıs’ın kuzeyinde seks köleliği var”

“Kıbrıs’ın kuzeyinde seks köleliği var”

Derya, şiddeti uygulayanların Kıbrıslılar değil, göçmen ya da yoksul insanlar olduğuna ilişkin algının gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı vurguladı.

A+A-

Cumhuriyet Meclisi’ne seçilen ilk feminist milletvekili Doğuş Derya, ülkede faaliyet gösteren gece kulüplerinde çalıştırılan kadınların hem cinsel, hem de ekonomik sömürüye maruz kaldığını söyledi.

“Kıbrıs’ın kuzeyinde seks köleliği” var diyen ve bunu “bir insanlık suçu” olarak tanımlayan Doğuş Derya, sivil toplum örgütleriyle birlikte geniş tabanlı bir platform oluşturarak bu konuda gerekli düzenlemeleri yapmak için girişimler yaptığını vurguladı.

28 Temmuz seçimlerinde Cumhuriyetçi Türk Partisi Birleşik Güçler (CTP/BG) Lefkoşa milletvekili olan ve “vicdanımın sesi” dediği alternatif milletvekili yeminiyle çok konuşulan Doğuş Derya, TAK muhabirinin sorularını yanıtladı.

Kuzey Kıbrıs’ta kadınlara yönelik şiddetin hiç de azımsanmayacak boyutta olduğuna işaret eden Doğuş Derya, şiddeti uygulayanların Kıbrıslılar değil, göçmen ya da yoksul insanlar olduğuna ilişkin algının gerçekle hiçbir ilgisi olmadığı vurguladı.

Derya, şiddeti önlemek için ciddi devlet politikalarına ihtiyaç olduğunu söyledi. Ülkede anaerkil bir yapı olduğuna ilişkin yanlış bir algı olduğuna işaret eden Doğuş Derya, tam tersine ülkede ataerkil  yapı olduğunu belirterek, “Siyasette olduğu gibi çalışma hayatında da karar alma mekanizmaları hep erkeklerin egemenliğinde” dedi.  Ülkede, yemek pişirme, ütü yapma ve temizlik gibi  “ev işleri”nin kadınların “doğal görevi” olarak görüldüğünü anlatan Doğuş Derya, bu işlerin biyolojik olarak kadın olmakla bir alakası olmadığını vurguladı.

Kadınların tüm gündelik hayatlarını yemek, temizlik, çamaşır, çocuk bakımı ve benzeri şeyleri düşünmeye ayırdığı için siyaset yapacak zamana sahip olamadığına dikkati çeken Doğuş Derya,  “Yetişkin bir kadının ömrünün 4’te 1’i sadece bu işleri yapmakla geçiyor” dedi. Kadınların ev içindeki işleri ücretsiz yaptığını hatırlatan Derya,  “Kadınlar bir ay boyunca bu işleri yapmasa ve ev halkı bu işleri dışarıdan satın almak zorunda kalsa aile/ev bütçesine 3 bin TL’den fazla bir maliyeti var” şeklinde konuştu.

Kadın Çalışmaları Dairesi’nin günümüz ihtiyaçlarını karşılama konusunda yetersiz kaldığını ifade eden Doğuş Derya, Sivil Toplum Örgütleri’nin de söz hakkına sahip olacağı, toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili makro plan ve politikaların sivil toplum-devlet işbirliğiyle tasarlanacağı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dairesi’nin (TOCED) yakında hayata geçeceğini açıkladı.

Feminist Atölye FEMA’nın kurucularından olan Doğuş Derya, feminizmin sadece kadın haklarıyla ilgili bir politika olmadığını, her şeyden önce bir adalet, demokrasi ve eşitlik talebi olduğunu vurguladı.   

Türkiye ve Güney Kıbrıs medyasında yankı uyandıran milletvekili yemini konusunu değerlendiren Doğuş Derya, “İnsanlık onuru üzerine yemin etmek namus ve şeref üzerine yemin etmekten çok daha manalıdır. Çünkü bir vesayet rejiminde yaşıyoruz.  Ve bu vesayet düzeni Kıbrıs Türk toplumu olarak haysiyetimiz olduğunu görmezden geliyor ve onurumuz çoğu zaman çiğneniyor” şeklinde konuştu.
Doğuş Derya’nın TAK muhabirinin sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Soru: Kıbrıslı Türklerin ataerkil değil anaerkil bir yapıya sahip olduğu tezi sıkça dile getiriliyor. Sizce bu doğru mu?

“ANAERKİL BİR TOPLUMDA YAŞADIĞIMIZ ARGÜMANI YALNIŞTIR”

Derya: Bazı kavramları yeterince bilmeden kullanmak, anaerkil bir toplumda yaşadığımızı söylemek gibi yanlış argümanlar (kanıt/delil)  geliştirmeye neden olabiliyor. “Anaerkil toplum” demek kadınların üstün olduğu, soyun kadınlar tarafından belirlendiği ve kadınların hâkimiyeti etrafında örgütlenen bir toplum demektir.

Böyle bir toplum yapısının çok eski çağlarda var olduğunu iddia eden çalışmaların yanı sıra, bu tip bir toplumsal örgütlenmenin hiç olmadığını da söyleyen çeşitli tarih tezleri vardır.

Günümüzde ise, anaerkil olan herhangi bir toplum yoktur. Bizim toplumumuzda kadınların aile içinde üstlendiği sorumluluklardan dolayı zaman zaman kadınların egemen olduğu ve kararları kadınların verdiği gibi yorumlar yapılıyor ve bu yüzden de “anaerkil bir toplumda yaşıyoruz” demeye varacak kadar tarih ve siyaset dışı argümanlar ileri sürülüyor. 

“KADINLARIN ETKİN OLDUĞU ALANLAR, ERKEKLERİN TALİP OLMADIĞ ALANLAR”

Ülkemizde kadınların ev içinde ve “kadın işi/mesleği” olarak görülen belli alanlarda etkin olduğu doğrudur, fakat kadınların etkin olabildiği ev ve bazı diğer alanlar aslında erkeklerin talip olmadığı emek yoğun alanlardır.

Yani erkeklerin genelde “gereksiz” veya “külfet” olarak gördüğü, çoğu zaman ücretsiz emeğin mevzubahis olduğu alanlardır, bu yüzden bu alanlardaki emek genelde kadınların sırtına yüklenmiştir.

Bu durum gizli şekilde ataerkinin işlemesine yardımcı oluyor. Mesela ev içinde yemek pişirme, çamaşır, bulaşık, ütü gibi ücret karşılığı olmayan işlere erkekler talip olmuyor, bu işleri “kadın görevi” olarak görüyorlar. Oysa yemek pişirmenin biyolojik olarak kadın olmakla bir alakası yoktur. Bu yüzdendir ki mesela yemek pişirmek aşçılık mesleği gibi ücret karşılığı olduğunda erkeklerin büyük ilgi gösterdiğini görüyoruz. 

Biz de, diğer birçok ülke gibi, ataerkil bir düzende yaşıyoruz. Kadınların erkeklerin talip olmadığı alanlarda egemenlik icra etmeleri, onların egemen olduğu anlamına gelmiyor.

Ekonomi alanında kadınların ne kadar yer işgal ettiğine bakarsak, işsiz kadın oranı işsiz erkek oranından fazla ve eğitim düzeyleri aynı olduğu halde işsiz kadın oranı işsiz erkek oranının iki katı. Özellikle özel sektörde, kadınlar ağırlıkla yarı zamanlı ve düşük ücretli işlerde istihdam edilirken, erkekler tam zamanlı ve yüksek rütbeli işlerde yer alıyor.

“KADINLAR KARAR ALAMA MEKANİZMALARINDA YOK”

Kadınların karar alma mekanizmalarına gelmesiyle ilgili de “cam tavan” dediğimiz, açıkça görünür olmayan engeller var. Gerek kamuda, gerekse özel sektörde kadınlar aynı deneyim ve eğitime sahip olsalar bile, genelde üst düzey görevlere ve karar alma mekanizmalarına gelemiyor.
Sermaye de erkeklerin elinde, kendi hesabına çalışan veya iş kuran kadın oranı erkeklere göre çok düşük. Siyasette olduğu gibi çalışma hayatında da karar alma mekanizmaları hep erkeklerin egemenliğinde.

Kadınların ücret karşılığı yaptığı işler dışında, ev içinde ürettiği ekonomik değer de kıymetsiz görülüyor. Kadınların ev içinde yerine getirdiği ve kadının “doğal görevi” olarak görülen temizlik ve bakım hizmetlerinin bir ekonomik değeri var hâlbuki.

Kadınlar bir ay boyunca bu işleri yapmasa ve ev halkı bu işleri dışarıdan satın almak zorunda kalsa aile/ev bütçesine 3 bin TL’den fazla bir maliyeti var.

“BAKIM HİZMETLERİ KADINLARIN SİYASET YAPMA KOŞULLARINI ZORLAŞTIRIYOR”

Kadıların siyaset yapma koşullarını zorlaştıran faktörlerden biri de bu bakım hizmetleri dediğimiz ev ve gündelik hayat hizmetler.
Kadınlar tüm gündelik hayatlarını yemek, temizlik, çamaşır, çocuk bakımı ve benzeri şeyleri düşünmeye ayırırken siyaset yapacak zamana sahip olamıyor. Yetişkin bir kadının ömrünün 4’te 1’i sadece bu işleri yapmakla geçiyor.

Bir diğer faktör siyasetin yapıldığı mekânların oldukça erkek egemen mekânlar olması… Futbol kulübü, kahvehane, meyhane gibi mekânlar kadınların kolay erişiminin olduğu veya kadınların kendilerini rahatça ifade edebildiği yerler değil.

Siyaset yapmak isteyen bir kadın, erkek siyasetçiler gibi sabahları kahvehane, akşamları meyhane gezecek olsa, ya çok korkunç biçimlerde yargılanıp yaftalanır ya da ailevi sorunlar yaşamaya başlar.

Soru: Yeni nesil evliliklerde iş bölüşümü nasıl? Genç nesil erkekler ev işlerine nasıl bakıyor?

“ERKEKLER HANIMA YARDIMCI OLUYORUZ DİYOR… YARDIM KELİMESİ BİLE BU KADININ İŞİ BEN DE LÜTFEDİP YARDIMCI OLUYORUM DEMEYE GELİYOR”

Derya: Ülkemizde ortak yaşamda işbölümü olması gerektiğini düşünen insan sayısı arttı. Ancak bu durum ifade edilirken bile “biz de hanıma yardımcı oluyoruz” deniyor.

“Yardımcı olmak” kelimesi bile sorunlu, çünkü alttan alta  “ aslında bu işler kadının görevidir ve ben de esas görevim olmadığı halde lütfedip bu görevi esasen yerine getirmesi gereken kişiye yardımcı oluyorum” demeye geliyor. Ortak yaşam varsa iş bölüşümü olması çok doğaldır.

Bunun kadınlara yapılan bir lütuf olarak sunulması erkek egemenliğinin göstergesidir. Şunu da unutmamak gerekir: Kadınlar annelerinin karnından temizlik ya da yemek yapma yetisiyle doğmuyor. Bunlar öğrenilen şeyler.

Herkes bu işleri öğrenebilir, cinsiyetimizle alakası yoktur. Çok enteresandır, mesela benim kuşağımdan birçok erkek, öğrencilik hayatlarında temizlik yapabilirken veya yemek pişirirken, evlendikten sonra bunları ya yapmaktan vazgeçiyorlar ya da çok az yapıyorlar.

Çünkü toplumsal cinsiyet düzeni, evde bir kadın varken “yemek yapan” ya da “temizlik yapan” erkekleri, “kılıbık” vb. olarak aşağılayabiliyor. Kadınların yerine getirdiği işlerin kıymetsiz olarak görüldüğünü buradan da anlayabilirsiniz.

Soru: Şiddeti nasıl değerlendirmek gerek?

Derya: Şiddet en genel manada güç sahibi olanın güçsüz gördüğü üzerinde denetim ve iktidar kurmasıdır. Kadına yönelik şiddet de bu güç ve denetim kurma mantığıyla birlikte düşünülmelidir.

Mesela medyada kadına yönelik şiddetin hep bir mizansen içinden anlatıldığını görebiliyoruz. “Alkol aldığı için şiddet uyguladı”, “İşsiz olduğu için şiddet uyguladı” gibi mizansenler kullanılıyor.

Ancak kadına yönelik şiddet de, çocuğa yönelik şiddet de veya en genel anlamda toplumlararası şiddet de, güçsüz görülen üzerinde denetim ve iktidar kurmak üzere icra edilir. Bunun güç ve denetimle ilgili olduğunu unutmamak ve şiddeti haklı çıkaran her hangi bir gerekçelendirmeye gitmeden bunu ortaya çıkaran iktidarı sorunsallaştırmak gerekir.

Ataerkil iktidarı sorunsallaştırmaya girdiğimizde aslında kadına yönelik şiddetin temelinde de kadınları daha güçsüz, erkekleri daha güçlü konumlandıran algının var olduğunu görebiliyoruz.

Soru: Ülkemizde kadına yönelik şiddet uygulanmadığı algısı yaygın. Bununla ilgili neler söyleyebilirsin?

“KIBRISTA KADINA YÖNELİK ŞİDDET HİÇ DE AZIMSANACAK BOYUTTA DEĞİL”

Derya: Kıbrıs’ta kadına yönelik şiddet hiç de azımsanacak boyutta değil. Bu konuda devletin daha fazla araştırma yapması ve daha sağlıklı veriler sunması için çalışma yapacağız.

Bu ortaya çıkarılması zor bir konu ama bugüne dek yapılan araştırmalar gösteriyor ki, psikolojik, fiziksel, cinsel ve duygusal şiddet ülkemizde hiç de azımsanacak durumda değil.

Şiddetin milliyeti veya sınıfı yoktur. Şiddet güç ve denetim mekanizmalarıyla ilgili olduğu için bugün dünyanın birçok ülkesinde çok büyük bir sorundur. O yüzden “Kıbrıs’ta şiddet yoktur” ya da “Şiddeti uygulayan yoksul olan ya da göçmen olan insanlardır” gibi inanışların gerçeklikle bir bağlantısı yoktur.

Kıbrıs Türk toplumunda da şiddet uygulayan insanlar var.  Şiddet bireysel bir mesele değildir, sosyolojik bir meseledir.
Sosyolojik olarak şiddetin neden ortaya çıktığının çözümlenmesi, önleyici ve koruyucu tedbirler alınması için bir yasa çalışması yürütüyorum.

Kasım ayında Meclis’in gündemine getirmek üzere bu çalışmayı yakında tamamlayacağım. Ayrıca yaşanan şiddet vakalarına anında müdahale edecek özel sağlık ve güvenlik birimlerinin oluşması için de bir çalışma yürütüyorum. Bu çalışmalar olgunlaşınca, sivil toplum örgütleriyle  de paylaşacağım, onların görüş ve önerilerini de katarak gündeme getireceğiz.

Ben şiddeti önlemek için ciddi bir devlet politikaları oluşturmak gerektiğine inanıyorum.  Sığınma evi ve rehabilitasyon (iyileştirme)  merkezleri, 7/24 çalışacak bir telefon hattı gibi, çeşitli programlarla  kamusal alanda şiddetin biçimleri ile ilgili farkındalığı yükseltecek projeler üretmemiz gerekiyor.

Soru: Gece kulüpleriyle ilgili ne gibi düzenlemeler yapılmalı?

Derya: Bu meseleyi doğru konuşabilmek için “seks köleliği” ile “seks işçiliği” arasındaki farkı iyi anlamak lazım. Bizim ülkemizde gece kulübü olarak düzenlenen yerlerde yapılan iş, dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan seks işçilerinin yürüttüğü meslekten çok farklı.

Seks işçilerinin çalışma saatleri bellidir, örgütlenme hakları vardır, sosyal sigorta kapsamındadırlar vb. Yani seks işçisi olmak demek, diğer işçilik türlerine benzer bir şekilde bazı hak ve özgürlüklere sahip olabildiğiniz bir meslek icra etmek demektir.

“KIBRISIN KUZEYİNDE SEKS İŞÇİLİĞİ DEĞİL SEKS KÖLELİĞİ VAR”

Oysa Kıbrıs’ın kuzeyinde seks işçiliği değil, seks köleliği var. Gece kulüplerinde “konsomatris” adıyla çalıştırılan kadınların hiçbir hakkı olmadığı gibi, pasaportlarına da polis tarafından el konuluyor. Bu insanlık suçunun durdurulması için konuyla ilgili sivil toplum örgütleriyle birlikte geniş tabanlı bir platform oluşturarak gerekli düzenlemeleri yapmak için girişimler yapmaya başladım.

Bu mekânlarda çalıştırılan kadınların ekonomik ve cinsel sömürüsünü ortadan kaldırmak, can güvenliklerini sağlamak için konuya taraf olan tüm mercilerle görüşmek gerekiyor. Bu mercilere uluslararası kuruluşlar da dâhil.

Soru: Ceza Yasası’nın "doğaya aykırı suçlar" bölümünde ne gibi değişiklikler yapılmalı?

Derya: Ceza Yasası’nın “Ahlaka Aykırı Suçlar” adı altında düzenlenen bir bölümü var. Bu bölümde erkekler arası cinsel ilişkiyi suç olarak kabul eden bir maddenin de olduğunu biliyoruz.  Lakin bu bölümde insan haklarına aykırı olan tek madde bu değil. “Ahlaka Aykırı Suçlar” bölümü, bölümün ismi başta olmak üzere günümüz koşullarından çok uzak birçok madde içeriyor.

Bu bölümün güncellenmesi, bugünkü koşullar içerisinde ortaya çıkan birçok suç durumuna dair daha caydırıcı olabilen bir bölüm haline getirilmesi şart.

Geçmiş dönemde, bazı eksiklikleri olmakla birlikte AB Koordinasyon Merkezi’nde hazırlanan bir değişiklik tasarısı vardı. Bu tasarının eksiklerini de gidererek çok yakın zamanda Meclis’in gündemine getireceğiz. Nefret Suçları, Taciz, Tecavüz ve Çocuk İstismarı ile ilgili önemli değişiklikler getiren bu tasarı, eğer diğer partilerden itiraz gelmezse, yine Kasım ayında Meclis’te olur.

Soru: Yeminle ilgili sorulara hep vicdanımın sesini dinledim diyerek yanıt verdiniz… bunu biraz açar mısınız?

Derya: Yakın geçmişinde savaş ve şiddet olan ülkelerde yaşanan acı, iktidarların kendi meşruiyetini sağlamak üzere geliştirdiği “ötekileştirici” söylemlerin mayasına katılır. İnsanların acıları ve gözyaşı üzerine nutuklar atılır ve yaratılan “öteki” düşmanlaştırılır. Bu düşmanlaştırmayı sağlamlaştırmak için iktidarlar vicdanın sesini kısma yoluna giderler. Çünkü vicdanın sesini kısmazsanız ötekileştirme yapmanız kolay olmayacaktır.

Vicdan, ötekinin hakikatini görmenizi onunla empati (duygudaşlık) kurmanızı, onun içinde bulunduğu koşullarla istişare etmenizi sağlar. Sizin gibi, “düşman” ya da “yabancı” kabul ettiklerinizin de acı çekebileceğini görmenizi sağlar. Benim için vicdan, militarist duvarlarda açılan çatlaklar gibidir.
Bizde de uzun süredir vicdanın sesinin kısıldığını düşünüyorum. Yaşadığımız hayat içerisinde sadece Kıbrıslı Rumlara dair değil, kendi toplumumuz içinde yaşayan birçok kesime dair de vicdanımız suskun. Engelliler ne yaşıyor diye dönüp bakmıyoruz.

Doğum yerinden dolayı bir insana ayrımcılık yapabiliyoruz. Yaş üzerinden ayrımcılık yapabiliyoruz. Ben yaptığım yemin, tüm bu ötekileştirmeyi normalleştiren algıya bir karşı çıkış olarak da okunabilir. Başkalarının hakikatlerini görmeye talip bir vicdan sesi telaffuz etmek istedim ve insanların buraya bakabilmesini murat ettim.

“FEDERAL ÇÖZÜM TÜRKİYE’NİN TEZİDİR”

Yeminde adanın federal bir çözüm altında birleşmesinden de bahsediliyordu. Bu konuda bu kadar hezeyan olmasına da şaşırdım çünkü federasyon bir Türkiye tezidir.

Bu tez uzun yıllardır masada çeşitli liderler tarafından görüşülüyor. Yıllarca Sayın Denktaş, Sayın Talat ve şu an Sayın Eroğlu masada federasyon görüşüyor. Bu yüzden başta UBP’li vekiller olmak üzere milliyetçi kesimlerin “federal Kıbrıs” kelimelerinden niye rahatsız olduklarını anlamadım. Türkiye tezine mi karşı çıkıyorlar acaba?

Farklılıklarla bir arada yaşayabilme anlamına gelen federalizmden korkmamak gerek diye düşünüyorum.

Soru: Yeminin hangi açıdan erkek egemen olduğu da çok tartışıldı. Yemin hangi noktalarda seni rahatsız etti?

Derya: Yeminin neden erkek egemen olduğunu ancak milliyetçiliğin ve erkekliğin ne kadar eş zamanlı inşa edildiğini bilirseniz anlayabiliriniz.  Modern ulus devletler kurulduğunda makbul-milli vatandaş tahayyül edilirken ihtiyaç duyulan makbul kadınlık ve erkeklik modelleri de inşa edildi.
Bu inşa içinde metaforik (değişmeceli) olarak kadınlık bir ülkenin namus, şeref ve maneviyatını temsil eden, erkeklik ise aklını ve gücünü temsil eden bir şekilde kurgulandı. Kadınlar “ulusun namusu” olarak görüldüğü içindir ki, savaşlarda en sık işlenen suçlardan biri de “düşman milletin kadınlarına tecavüzdür”.

Hâlbuki “namus veya şeref” insanın bireysel duruşu ve etik konumlanışıyla ilgili şeylerdir; milletin, devletin ya da kamunun meselesi değil, kişinin meselesidir. Bu kavramları kişilerin bedenlerini, cinselliklerini ya da davranışlarını belirleyen bir politika halinde telaffuz eden iktidarlar, aslında bireyi önceden çizilmiş sınırlar içinde tahakküm altına alma aracı olarak kullanırlar.

Hatırlayın, bir dönem kadın cinayetleri için sürekli “namus cinayeti” kavramı kullanılıyordu. Bu kavram, özellikle kadınlara uygulanan şiddeti meşrulaştıran, erkek şiddetini gizliden gizliye “haklı” gösterme eğilimi içeren bir kavramdı. “namus cinayeti” diyorsunuz ama öldürülen kadın! Bu yüzden içinde yaşadığımız kültürde namus ve şeref kelimeleri genelde eril bakış açısını yansıtır. Bu kavramların erkekler için kullanıldığını pek görmezsiniz, bir adam cinayete kurban gittiğinde “namus cinayeti” dendiğini duydunuz mu?

Ben böyle bir namus ve şeref algısı yerine, insanlık onuru üzerine yemin etmenin daha manalı olduğunu düşündüm. Çünkü insanlık onuru benim için kutsal bir şeydir. Bir insanın haysiyetli ve insanca yaşamasını ifade eder.

Ayrıca bizimki gibi insanlık onurunun çeşitli şekillerde ayaklar altına alındığı bir ülkede insanlık onuru üzerine yemin etmek namus ve şeref üzerine yemin etmekten çok daha manalıdır.

“VESAYET REJİMİNDE YAŞIYORUZ.  VE BU VESAYET DÜZENİ….”

Çünkü bir vesayet rejiminde yaşıyoruz.  Ve bu vesayet düzeni Kıbrıs Türk toplumu olarak haysiyetimiz olduğunu görmezden geliyor ve onurumuz çoğu zaman çiğneniyor.

Soru: Kuzey Kıbrıs’ta feminizm algısı hangi noktada?

Derya: Feminizm, başka birçok hak ve özgürlük siyaseti gibi, yakın zamanlarda politik gündemimiz içerisine girdi.
Ada’nın kuzeyinde kadınların haklarıyla ilgili taleplerin 1990’lı yıllarda ivme kazandığını düşünürsek ve 2000’li yıllarla birlikte üniversitelerinden mezun olup ülkeye dönen benim kuşağım kadınların kendini feminist olarak tanımladığını hatırlarsak, bu siyasetin Kıbrıs açısından çok da uzak bir geçmişi olmadığını söyleyebiliriz.

“FEMİNİZM BİR DEMOKRASİ, EŞİTLİK VE ADALET TALEBİDİR”

2008 yılında Feminist Atölye’yi kurmak üzere çalışmalara başladığımızda Kıbrıs’ın kuzeyindeki feminizm algısı, konu ile ilgili süregelen anti-propagandadan dolayı “erkek düşmanlığı”, “agresif (saldırgan, yırtıcı, girişken)  ve çirkin kadınların öfke hareketi” gibi bir noktadaydı.
Sadece kadın haklarıyla  ilgili bir talebimiz var ve kadınları erkeklerden üstün görüyoruz sanan birçok insan vardı.  Feminizmin sadece kadın haklarıyla ilgili bir politika olmadığını, her şeyden önce bir adalet, demokrasi ve eşitlik talebi olduğunu anlatarak işe başladık.
Feminist olmak demek, aslında birçok duruma ve siyasete ilişkisel olarak bakabilmek demek bence.

Yani bana göre “ben feministim” diyen bir kişi aynı zamanda ayrımcılığın her türlüsüne- ırk, din, dil, doğum yeri, fiziksel konum, cinsel yönelim vb. dolayısıyla yapılan ayrımcılığın her türlüsüne- karşıdır, ya da öyle olmalıdır.

Feministler, meselelere çok boyutlu bakar, cinsiyetler arasındaki eşitsizliklerin sosyolojik, ekonomik, siyasal nedenlerden ötürü oluştuğunu anlatmaya çalışır. Bir kişinin biyolojik olarak kadın ya da erkek olmasını değil, bu kişilerin üzerinde sosyal olarak bina edilen rol ve görevlerin içindeki iktidar ilişkilerini sorunsallaştırır.

“GÜÇ SAHİPLERİNE SAHİP OLDUKLARI GÜCÜN BİR ADALETSİZLİK SONUCUNDA OLUŞTUĞUNU ANLATIRSANIZ ONLARDA MUTLAKA GÜCÜNÜ KAYBETME ENDİŞESİ YARATIRSINIZ”

Soru: Peki ülkemizde feminizmden korkuluyor diyebilir miyiz?

Derya: “Feminizmden korkuluyor” demek belki biraz eksik olur. Gücü elinde bulunduranlar, o gücü paylaşmak konusunda çoğu zaman isteksiz olurlar. Hele de bahsettiğimiz güç, ona sahip olanlara dünyanın en doğal ve normal şeyi gibi sunulmuş ise, bu gücün bir adaletsizlik sonucunda oluştuğunu anlatmanız erk/güç sahibi olanlarda “gücünü kaybetme endişesi” yaratır.

“Hak verilmez alınır” sözü de aslında buradan gelir. Siyahların hakları beyazlar istedi diye olmadı veya kölelik kurumu onların “efendileri” istediler diye ortadan kalkmadı. Kadınların hakları da erkekler istedi diye oluşmadı. 

Bugün kullandığımız oy hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı, eşit işe eşit ücret hakkı gibi birçok hakkı elde edebilmek için kadınlar yüzyıllarca mücadele etti, bu mücadeleyi verirken dışlandı, şiddet gördü, cadılaştırıldı, tecavüze uğradı hatta öldürüldüler. Feminizmi marjinal (uçta, sıra dışı)  ya da gereksiz bir hareket gibi görenlerin veya feminizmden ürkenlerin, ağırlıkla güç endişesiyle hareket ettiğini düşünüyorum.

“ERİL İKTİDAR ERKEKLERİ DE EZİYOR”

Soru: Ataerkil düzen erkekleri nasıl etkiliyor?

Derya: Eril tahakküm dediğimiz iktidar biçimi sadece kadınları değil, sınıfı, ırkı, cinsel yönelimi, yaşı vb. dolayısı ile güç ilişkileri açısından dezavantajlı olan erkek gruplarını da ezen bir tahakküm biçimidir. Bu konuları akademide ve siyasette sorunsallaştıran birçok pro-feminist erkek grubu var.

Özellikle 1970’lerin sonundan itibaren başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere birçok ülkede bu çalışmalar yapılıyor. Literatürde “Erkeklik çalışmaları” olarak da bilinen bu çalışmalar bugün Türkiye’de yaygınlaştı.

Soru: Toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili yakın zamanda Meclis’in gündemine gelecek olan hangi yasalar var?

Derya: Biliyorsunuz, Kadın Çalışmaları Dairesi günümüz ihtiyaçlarını karşılamak konusunda biraz yetersiz kalıyor. Bu yüzden bu daire yerine daha güncel ve içinde yaşadığımız sorunlarla çok boyutlu bir düzlemde ilgilenebilecek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dairesi’ne (TOCED) hayat veriyoruz.
Bu dairenin yasası hemen hemen bitti. Sivil Toplum Örgütleri’nin de söz hakkına sahip olacağı, toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgili makro plan ve politikaların sivil toplum-devlet işbirliğiyle tasarlanacağı bir kurum olacak.

Akabinde, kadına yönelik şiddeti önleme konusunda daha kolay hareket etmemizi sağlayacak bir yasa ile Sığınma Evleri ve Rehabilitasyon merkezleri kurmayı kolaylaştıracak yasalar gelecek. Kadınların siyasal temsiliyetini ve ekonomik gücünü artıracak projeler de gündemimizde.

Daha uzun vadede bakım hizmeti veren kreş ve yaşlı bakım evlerinin sayıca artırılması da gündemimize gelecek. Engelli hakları ve çocuk istismarını önlemek konusunda da yapacağımız çok iş var.


(T.A.K- Doğuş Ö. ÇİFTÇİOĞLU; Fotoğraf: Süleyman ÖNAL)

Bu haber toplam 5934 defa okunmuştur