Kıbrıslı Türkler Açısından Dillirga Deneyimi
Dillirga Provokasyonu II
Niyazi Kızılyürek
[email protected]
1963-64 çatışmalarında genellikle bölgesel savunma yapan Kıbrıslı Türkler sadece tek bir bölgede hep birlikte savaştılar: Dillirga’da. Dillirga savunması yerel savunmadan çok, Kıbrıslı Türklerin Kıbrıs’ın bütününü kendi başlarına, savunma refleksini gösteriyordu. Fakat şurası da bir gerçektir ki, Kıbrıslı Türkler Türkiye’nin müdahalesiyle Taksim’i gerçekleştireceklerine yürekten inanıyorlardı. Bu beklentileri büyük bir düş kırıklığına dönüştü. Türkiye, adaya müdahale etmedi, ta ki Kıbrıslı Türklerin savunmasının yıkıldığı ve teslim olmakla, “intihar etmek” arasında gelgitler yaşadıkları son ana kadar. Bu bakımdan Dillirga savunması Türkiye’ye karşı beslenen inançların çöktüğü bir dönüm noktasına işaret eder. Gerek bölgede görev yapan Türkiyeli komutanın tavırları, gerek kriz boyunca Türkiye hükümetinin takındığı çekimser tavır, gerekse de çatışmanın sona ermesinin ardından Dillirga bölgesinde yaşananlar, bölgede savaşan Kıbrıslı Türkleri psikolojik ve moral çöküntüye sürükledi. 1965 Temmuz’unda mücahit öğrencilerin Türkiye’ye seslenmek üzere kaleme aldıkları bir mektup bu çöküntüyü ve düş kırıklığını bütün çıplaklığıyla gözler önüne serer:
“Bugün, Erenköy’e deniz yolu ile gelen biz mücahitler, kendini gitmek arzusu ile yüz yüze çıkaran ruhi bir buhran içindeyiz. Çok ciddi ve vahim sonuçlar doğurabilecek bu üzücü fakat kaçınılmaz manevi çöküntü, gitmek için dilekçe verme fikrinin bir anda tepelere yayılması ve % 95’imizin aynı günde dilekçe vermesiyle meydandadır. (...) ‘Bu neden böyle oldu?’ diye sorulduğu zaman genellikle şu nedenler üzerinde durulmaktadır: Anavatana olan güvenin sarsılması: Anavatanın, artık bu davayı lehimize neticelendirebileceğine inanmıyoruz. Bu üzücü sonuca varmaktaki sebep ta başından beri yerine getirilmeyen vaatlerde aranmalıdır. Şöyle ki: Ada İngiliz idaresinde iken, ‘Ya öleceğiz ya böleceğiz’ sloganı Türk olan her yerde duvarları süslüyordu. Öldük, fakat bölemedik. Londra ve Zürih antlaşmaları ile adaya çıkan 650 Türk askerine bel bağladık. 21 Aralık 1963’te çarpışmalar başlayınca, bu 650 asker, değil Kıbrıs Türkü’ne, değil Lefkoşa’ya yardım etmek, kampından bile çıkamadı. Gerek Türk Mukavemet Teşkilatı üyelerine, gerekse halka, ‘Yirmi-dört saat dayanacaksınız, Türk ordusu yetişecek’ vaadi de boş çıktı. O gün bugündür Taksim, Federasyon, Kantonal Bölge vs. diye gömlek değiştirir gibi ülkü değiştirildi. Bunlar tüm Kıbrıs Türkü’nün Anavatan’a olan güvenini sarsan unsurlardır. (...) Kampta adanın ilhakı için yemin ettirildik, bugün buna hayal diye bakıyoruz. (...) 5 Ağustos 1964’te düşmanın kara, deniz ve hava desteği alarak yaptığı taarruzda, (...) komutanımızın hava desteği istemesi üzerine işaret bezleri serilmesi emri geldi. ‘İşaret bezleri serin ve çekilin’ deniyordu. Çekildik. Bedbin, ümitsiz hale geldiğimiz zaman uçaklar geldi. Dört köy düşmüş bulunuyordu. Bizler yine aldatılmışlığı acı acı hissettik. İlgisizlik, plansızlık, bize yenilginin acılığını yine tattırdı. (...) 8 Ağustos’ta, en büyüğümüzden gelen mesajda bizi perişan ve bitmiş halde bulan hava desteğinin devamından söz ediliyor ve hamle yapıp toprak alacağız deniliyordu. Bugün Rumoğlu tepemizde bizi gözetliyor.” Mektup dramatik bir tonda mücahit öğrencilerin bölgeden ayrılıp tahsile geri dönme talepleriyle son buluyordu: “Yağı tükenmek üzere olan kandile döndük. Sönmeden bizleri buradan alın. Gitmek istiyoruz. (...) Kelimenin tam manası ile bıktık. Bedenen ve ruhen çöktük. (...) Çarpışma çıkarmak, Barış Gücü ile temasa geçip tahliye olunmak, intihar etmek düşünülenler arasındadır. Rumlara sığınmayı düşünecek kadar ileri gidenler vardır.”
Özetle söylemek gerekirse, Dillirga çatışmaları Kıbrıslı Rumların “Anavatan Yunanistan’ı”, Kıbrıslı Türklerin de “Anavatan Türkiye’yi” sorgulamaya başladığı ve iki “anavatanın” Kıbrıslı “akrabaları” nezdinde büyük prestij kaybına uğradığı bir dönüm noktası oluşturuyor. Ağustos 1964’te adadaki her iki toplumun milliyetçileri milli dayanışma romantizminin reel-politika duvarına çarpıp tuz-buz olmasının hüsranıyla yüzleşmek durumunda kaldılar.
General Karayannis’in Gözlemleri
1964 çatışmalarında Kıbrıs Rum ve Yunan kuvvetlerine komutanlık eden General Karayannis’in Kıbrıslı Türklere dair değerlendirmelerine baktığımız zaman, Jaques Semelin’in yukarıda belirttiğimiz “ideolojileştirilen mitlerin” şiddeti tahrik edici ve aklayıcı işlevini bütün boyutlarıyla görürüz.
General Georgios Karayannis, Dillirga bölgesinde Kıbrıslı Türklerle Kıbrıslı Rumlar arasında daha yoğun bir düşmanlık olduğunu ve bölgede Aralık 1963’ten beri sürekli olarak çatışmaların yaşandığını ileri sürer. Gerçekten de bu bölgede sık sık gerilim yaşanıyor, küçük çaplı çatışmalar devam ediyordu. General Karayannis bölgede yaşayan Türklerin bir zamanlar “Hıristiyan-Helenler” olduklarını ve 1821 katliamından sonra din değiştirerek Müslüman olduklarını iddia ediyor ve Dillirga’da, başka bölgelerde rastlanmadığı kadar düşmanlık ve nefret duygularının hüküm sürmesini de buna bağlıyordu: “Yunanistan ve Hıristiyanlığa bağlı kalan Dillirga sakinleri Kıbrıslı Türklere karşı doğal bir iğrenme duygusu içindeydiler.” Karayannis’in genel olarak iki etnik toplumu karşılaştırarak aralarındaki farkları sıralarken dile getirdiği görüşler, Helen milliyetçiliğinin Kıbrıslı Türk algısı kadar, etnik çatışmalarda her zaman önemli rol oynayan “ötekileştirme” eğilimlerinin boyutlarını da gözler önüne seriyor:
“Kıbrıslı (Kıbrıslı Rum kastediliyor NK) saf ve temiz Helen’in en tipik temsilcisidir. Dahidir, keskin zekâlı, geniş düşüncelidir, kibardır, son derece misafirperverdir, insancıldır, çalışkandır, hayal gücü geniştir, ileriye gitme meraklısıdır, yaşam koşullarını sürekli olarak iyileştirir. Fakat barbar işgalcilerin, özellikle de Türklerin onu uzun yıllar yoksun bıraktığı özgürlüğü söz konusu olunca, hoyratlaşır, sertleşir, hatta kabalaşır ve özgürlüğüne kavuşmak için tutkuyla mücadele eder. O, özgürlük âşığıdır ve bunun için mücadele eder. Kıbrıslı Rum duygusaldır. Sevgisini insanlara verir. Fakat ideallerine düşman olanlara karşı ölümüne nefret duymaya da hazırdır. İnançlarına saldıranlara karşı uzlaşmazdır. Doğal iyiliği ve hümanist tavırlarına rağmen, düşmanlarına karşı sert, acımasız ve kötücül olabilir. Milli geleneklerine sonuna kadar bağlıdır. Helen inancı ve Helen yurdunun ülküleri uğruna ölümüne savaşır.” Dört bin yıllık Kadim Yunan medeniyetine ait olan Kıbrıslı Rumlar, “muhteşem atalarına bağlı, güzellik, iyilik ve şiir doludur ve yaratıcı bir espri duygusuna sahiptir.”
Karayannis, Kıbrıslı Türklerin ezici çoğunluğunun “Helen kanı” taşıdığını, adanın “Türkler” (Osmanlı İmparatorluğunu kastediyor, NK) tarafından işgalinden sonra maruz kaldıkları kıyım ve tacizler nedeniyle din değiştirip Müslüman olduklarını ileri sürüyordu. Türkçe dilini iyi konuşamazken, Yunancaya hâkim olduklarını, duygu ve özlemlerini Yunanca dilinde ifade ettiklerini iddia ediyordu:
“Helen kanı taşıyan bu insanlar zaman içinde Türk propagandası ve kendilerine sunulan olanaklar sayesinde –örneğin çocuklarını Türk üniversitelerine gönderebiliyorlardı– fanatik Türk olup çıktılar ve milli Helen gövdesinden temelli olarak koptular. Kıbrıslı Türkler Helen köklerine rağmen, kaderci ve maddeci yeni dinlerinin felsefesi sonucunda kısmete, dünyevi/şehvani olana, kâfirlerden nefret etmeye adeta mahkûm oldular ve geri, ilkel bir toplum olup çıktılar. Kadınlar, toplumsal ilerlemeyi yok sayan başörtüsüne büründüler ve toplumunun geleneksel güzelim kıyafetlerinden uzaklaştılar. İki komşu, yani Kıbrıslı Rumlar ve Türkler arasındaki çelişkiler ortadadır. Kıbrıslı Rumlar enerji ve yaşam sevinciyle doludur. Geleneksel halk sanatları, güzel panayırları, güzel dansları, lirik şiirleri var. Sürekli olarak ilerliyor, bilimde, sanatta ve ticarette durmadan yükseliyor. Durmadan ilerleyerek, daha güzel ve daha cesur oluyor… Öte yandan Kıbrıs Türk toplumu sessiz sedasız, nabzı atmayan bir toplumdur. Her türlü ruhsal ve manevi değerden uzaktır. Az gelişmiştir ve sefil durumdadır.”
Karayannis değerlendirmesini noktalarken, Kıbrıslı Rumların Anavatan Yunanistan ile birleşmek için kahramanlar gibi mücadele ettiklerini belirtiyor ve “Yunanlıların Büyük Tanrısının” Kıbrıslı Rumların başına Makarios gibi “cesur, akıllı yurtsever bir lideri” getirdiğini, bu yüzden de mücadelenin kaçınılmaz olarak Enosisle noktalanacağını ileri sürüyordu.