Kıbrıslı Türklere öznelik atfetmek ve boykot üzerine...
Kıbrıslı Türklere öznelik atfetmek ve boykot üzerine...
Umut Bozkurt
Seçim arifesinde her ortamda yine aynı konular konuşuluyor. Seçimlerde hangi partinin oylarını artırabileceği, hangi adayların seçilebileceğine dair tahminler yürütülüyor. Öte yandan Kuzey Kıbrıs’ta seçimlere ilişkin farklı kuşakların farklı eğilimler içinde olduğuna dair bir gözlemim var. Bu yazıda özellikle son dönemde sol ve merkez sol seçmeni genç kuşakta (30 yaş ve altı) ağırlıkla gözlemlediğim seçimleri boykot etmek ya da “oyunu yakmak” diye tabir edilen geçersiz oy vermek eğilimlerinden söz etmek istiyorum.
Seçimleri boykot etmek Kıbrıs Türk Solu içinde bazı kesimlerin uzun zamandan beri destekledikleri bir strateji. Böylesine vesayet altında yönetilen, Türkiye’ye siyasi ve ekonomik bağımlılığın söz konusu olduğu, Özker Özgür’ün deyişiyle “davulun bizim boynumuzda, tokmağın onların elinde” olduğu bir uydu devletçikte seçimlerde oy vermenin bu mevcut bağımlı yapıyı meşrulaştırdığı iddia ediliyor. Bu argümana saygı duyuyorum. Kıbrıs’ta bir vesayet rejimi olduğu ve bu vesayet rejiminin çok farklı şekillerde tezahür ettiği herkesin malumu.
Boykot önerisine saygı duymakla birlikte, özellikle şu konjonktür içinde böyle bir stratejiye yönelmenin olumlu sonuçlardan çok olumsuz sonuçlar doğuracağını düşünüyorum. Boykot nihayetinde sol seçmeni hedef alan bir söylemdir. Geleneksel olarak sağ seçmen’in Kıbrıs’taki vesayet rejimiyle fazla bir sorunu olmadı ve bazı istisnai durumlar dışında Türkiye’yle sürdürülen bu eşitsiz ilişkiyi savunagelen sağ partilere ve özellikle UBP’ye oy verdi. Sol seçmene boykot çağrısı yapmak, yeniden UBP’yi iktidara davet etmekten başka bir anlam taşımıyor. UBP’nin bu ülkeye verdiği zararı görmek için sadece son dönemdeki icraatlarının bir hesabını yapmak yeterli. Memleket bir yangın yeriyken yandaşlarına devlet kapılarını sonuna dek açan, “devlet malı deniz, yemeyen domuz” mantığıyla hareket edip muhaliflere hayat hakkı tanımayan bu partinin 1974’den sonra tesis edilmiş bu yozlaşmış ve çökmüş yapıda çok önemli bir rolü var.
Öte yandan Kıbrıs Türk solu içinde bazı kesimler “ha UBP ha CTP, yok birbirinden farkları” gibi bir söylemi yeniden üretip duruyorlar. Bu eleştirilerin kısmen de olsa bir doğruluk payı var. CTP-BG 2000’li yıllarda Kıbrıs sorununa bir çözüm bulma kaygısıyla Kıbrıs’ın kuzeyindeki egemen sınıflarla bir ittifak kurmuş ve bunun diyetini giderek ekonomik liberalizmin hegemonyasına teslim olarak ödemişti. CTP-BG’nin iktidarda olduğu dönemde ben de dahil kendini solda tanımlayan pek çok insan hayal kırıklığına uğramıştı. Şu anda da CTP-BG içinde önemli bir kesimin ortayolcu olduğu ve bu yüzden de fazla “sivri” çıkışlar yapmamaya çalıştığı açıktır. Bu ortayolcu kesimin bir kısmı liberal politikaları benimsediğinden, bir kısmı da AKP’yle çatışmak istemediğinden bu kesimin egemenliğindeki bir CTP’nin başa geldiği zaman ne kadar muhalif bir tavır sergileyebileceği meselesi bir muamma. Ancak şu anda CTP içinde ciddi bir ayrım sözkonusu. Zira parti içinde daha solda yer alan bir kesim de var ve özellikle özelleştirmeler konusunda AKP’nin dayattığı ekonomi politikalarına şartların elverdiği noktada bir muhalefet geliştirmeyi amaçlıyorlar. Son dönemde CTP’nin gösterdiği milletvekili adayları arasında bu sol muhalefete güç katabilecek son derece birikimli adaylar da var, yakın arkadaşlarım olan ikisinin adını anmadan edemeyeceğim: Tufan Erhürman ve Doğuş Derya. Seçilmeleri durumunda Kıbrıs Türk siyasi hayatına çok önemli katkılar yapacaklarından kuşkum yok.
Sadece CTP’de değil, TDP’de de ve diğer sol partilerde de birikimli adaylar var. Ancak bu dönemde sinizm de yükselişe geçmişe benziyor. Beni en fazla rahatsız eden söylem ise, vesayet rejimi koşulları altında Kıbrıslı Türklerin hiçbir şekilde özne olamayacağını öne süren söylem. Bu söyleme göre herşey o kadar dış güçler tarafından belirlenmiş, herşey emperyalist güçlerin çıkarlarına göre şekillendirilmiş ki biz adanın kuzey yarısında yaşayan Kıbrıslı Türkler ne yapsak bu belirlenmiş yapıda bir şeyleri dönüştüremiyoruz. Bana kalırsa birşeyleri dönüştüremiyor oluşumuz, tam da bu kendimize öznelik atfetmeyen, felç eden bu söylemle yakından ilgilidir. Sömürgeleştirilen pek çok ülkede eski sömürgecinin psikolojik hakimiyetinin sömürgecilik bittikten sonra bile süregeldiği sıkça tartışılan bir konudur. Nijeryalı bir arkadaşım Nijerya’da sömürgeciliğin en önemli bakiyesinin Nijeryalılarda yarattığı aşağılık kompleksi olduğunu söylemişti bir keresinde. “Ne yaparsan yap, beyaz adamın asaletine, zarafetine ulaşamazsın, pek çok Nijeryalıda böyle bir his hakimdir” demişti. Kıbrıs adası da sürekli büyük güçlerin kontrolünde olduğu için yüzlerce yıllık hakimiyetin mirası tam da bu kendini mağlup gören, öznelik atfetmeyen söylemdir diye düşünmeden edemiyorum.
Şu anda Kıbrıs’ta çok önemli bir yol ayrımında olduğumuzu düşünüyorum. AKP burada bir yıkım paketini uygulamayı amaçlıyor. Özellikle özelleştirmelerle ilgili nasıl bir tavır alınacağı yüzlerce insanın kaderini belirleyecek. Kıbrıs’ta işsizlik oranı hali hazırda oldukça yüksek, KIB-TEK gibi, Telekomünikasyon Dairesi gibi kurumların özelleştirilmesi birçok insanın işsiz kalmasına yol açacak. Doğu Akdeniz Koleji Doğa Okulları tarafından satın alındığı zaman çoğunluğu kadın olan çalışanların sadece iki seçeneği kalmıştı; ya başka yerlerde iş aramak ve bulamayınca Kıbrıs’tan göç etmek, ya da daha az maaşa ve kötü çalışma koşullarında Doğa Okullarında çalışmaya mecbur bırakılmak. Süreç içinde pek çok insanın psikolojik sıkıntılar yaşadığı, pek çok ailenin dağıldığı da biliniyor.
Dolayısıyla bıçağın kemiğe dayandığı bu koşullarda muhalif partilerin iktidara talip olması ve alternatif bir ekonomik stratejide ısrar ederek bu yıkım tablosunu dönüştürmesi gerekiyor. Hiç kuşkusuz merkez soldaki partiler bu kez çok önemli bir sınav verecekler. Eğer CTP-BG, 2003 seçimlerinden sonra uyguladığı politikaları tekrarlar ve sol seçmenin kendisinden beklentilerini yerine getiremezse önemli ölçüde güç kaybetmeye mahkumdur. Zira AKP’nin uygulatmak istediği politikaları layıkıyla uygulayacak bir parti zaten hali hazırda var. Merkez soldaki partilerin farkı bu politikaları sosyal adalet prensiplerine uygun olarak dönüştürmek olmalı.
Önümüzde yeni bir dönem açılıyor. Sadece sosyal adalet konusunda değil, toplumsal cinsiyet bilinci, farklı kimliklere saygı, çevre konularında duyarlılık gösteren bir anlayışın toplumda ve siyasette hakim olması çok önemlidir. Bunun için soldaki partilere bir kez daha şans vermemiz gerektiğini düşünüyorum. Ancak bu destek, kayıtsız şartsız, futbol takımı destekler gibi bir destek değil; bilinçli, sorgulayıcı ve dönüşümü talep eden bir destek olmalı. Zira değişim bakidir; böylesine vesayet altında bir yerde bile… Önemli olan o değişimin hangi yönde gerçekleşeceği, hangi aktörlerin öne çıkarak değişimi nasıl bir mecraya doğru yönlendireceği meselesidir...